Din Sosyolojisi

Hazırlayan: 1 Yorum Paylaş:

Doç. Dr. Talip KÜÇÜKCAN

28 Şubat 2009

Bugün aslında öteden beri insanları ve çeşitli bilim dallarını çok yakından ilgilendiren bazı konuları tartışalım istedim. Ana başlık aslında din toplum ilişkileri. Ya da genel olarak bizim din sosyolojisi diye bildiğimiz bilim dalının ilgilendiği konular nelerdir ve hangi metotlarla bu konuları inceler? Modern toplumlar için bu konuları incelemenin, tartışmanın, araştırmanın, yayın yapmanın önemi nedir? Son yıllarda özellikle bizim toplumumuzu yakından ilgilendiren bazı ana başlıklar üzerinde sizlerle bir sohbet edelim istedim.
Aslında din hakkında konuşmak, yorum yapmak, yayın yapmak insanlık tarihi kadar eskidir. Çünkü din hem bireysel hem de toplumsal anlamda -özellikle vahye inanıyorsak-  ilk insan Adem’den bu yana bizim hayatımızda etkili olan bir kurumdur. Hatta evrimciler bile daha sonra dinle ilgili yazılar yazmaya başlamışlardır. Türkiye’de ise bizler pozitivist bir eğitim penceresinden yetiştirildiğimiz için dinin marjinal bir konu olduğunu düşündük hep. Özellikle Türk sosyal bilimciler açısından bakıldığında bu çok daha barizdir. Din konusu maalesef sadece ilahiyat fakültelerine bırakılmıştır. Yani din hakkında konuşmak, araştırma yapmak, dinle ilgili düşüncelerin ve tartışmaların içinde olmak genelde ilahiyat fakültelerinin tekelinde ve uzmanlığında olan bir durumdur. Belki de bu  durum Marksist ideolojinin, ya da daha doğrusu pozitivist eğitim anlayışının eğitime yansımasıyla alakalıdır.

Tedrici olarak 1960- 1970- 1980’li yıllara kadar görmezlikten gelinen Din,  bu tarihlerden sonra tekrar sosyal hayata yansımasıyla önem kazanan bir fenomendir. Ama 1950- 1960’larda Türkiye’de bir sosyoloğun, bir psikoloğun ya da bir siyaset bilimcinin din ile ilgili konuşması pek hoş karşılanmamasının en güzel örneğini son zamanlarda mahalle baskısı kavramıyla gündeme gelen  Şerif Mardin’in hayatına baktığımızda görebiliriz. Şerif Mardin 1960’lı yıllarda “Din ve İdeoloji” adlı bir kitap yayınladı. Bu kitabın bir kısmı Batı’dan çevri bir kısmı da Osmanlı’nın son dönemleriyle ilgiliydi. Kitapta Mardin, din ideolojinin kaynağı olur mu, olamaz mı sorularını tartışmaya açıyordu.  Kitap yayınlandığında Şerif Mardin -1960’larda Türkiye’deki üniversitelerde dinle ilgili araştırmaların derinliği ve boyutlarını göstermesi açısından önemlidir bu- arkadaşları tarafından çok ciddi bir eleştiriye uğradı. Mardin’e; “dinin artık raflarda kalması gereken, karanlık geçmişe ait bir konu olduğu” söyleniyor. Yani bunu çalışmanın bir anlamı ve manası yoktur denilmiş oluyor. Mahalle baskısı hakkında konuşan Şerif Mardin aslında 1960’larda kendi mahallesinin baskısına uğramış bir insandı. Fakat bunu hiçbir zaman gündeme getirmedi. Bu mahalle baskısı farklı şekillerde ilerleyen yıllarda da kendisini gösterecekti. Şerif Mardin bu konularda çalışmaya devam ettiği için Türkiye’de pek tutunamadı. Amerika’ya gitti ve en prestijli üniversitelerinden birinde İslam ile ilgili özellikle Nakşi tarikatı, Türk toplumunda ve Osmanlının son dönemlerinde dinin toplum ve siyaset üzerine etkileri gibi konularda yazdıklarıyla dünyanın bu alanda en saygın ve en çok okunan, tartışılan kişilerden biri haline geldi. Aslında bugün mahalle baskısı dediği konuları çalışarak şöhrete kavuştu. Daha sonra yanılmıyorsam 1990’ların sonuna doğruydu Bediüzzaman ile ilgili bir çalışma yaptı. Önce İngilizce yayınlanıyor biliyorsunuz Şerif Mardin’in eserleri daha sonra Türkçeye çevriliyor. Şerif Mardin’in bu kitabı Türkiye Bilimler Akademisine üyeliğinin kabul edilmemesinin temel nedenlerden biridir, başka hiçbir meşru temeli yoktu. Özal’ın Türkiye’de başlattığı değişim, muhafazakar kesimin Türkiye’deki toplumun çeşitli kademelerinde aldığı rollerdeki gelişmeyle beraber artık Türkiye’de dinin toplumsal ve siyasal yönleriyle ilgili çalışma yavaş yavaş meşru bir zemin bulmaya başladı. Nilüfer Göle, Binnaz Toprak ve TESEV’in araştırmaları o dönemden sonra ortaya çıktı. Türk aydını ve Türk bilim dünyası dinin bir toplumun hayatında ne kadar önemli olabileceği, referans kaynağı olabileceği konusunda 1980’lerin sonu 90’ların başında uyandı. Ve bu çalışmalar şimdi yayılarak devam ediyor. Aslında bu çalışmaları genel olarak din sosyolojisi başlığı altında toplamamız mümkün.
Nedir bu din sosyolojisi ve ne ile uğraşır? Sosyolojiyi çok kısa olarak toplumsal hayat hakkında sistematik bilgiler üretmek ve bunları yorumlamak şeklinde tanımlayabiliriz. Din sosyolojisi aslında sanayi sosyolojisi, çalışma sosyolojisi, cinsiyet sosyolojisi gibi sosyolojinin bir alt dalı olarak da görülebilir.  Ancak bu alanlardan çok daha köklü ve çok daha derin geleneği olan bir alandır.
Sosyoloji ne zaman ortaya çıkmıştı. 19. Yüzyılın başlarında ve ortalarında özellikle Batı Avrupa dünyasında çok köklü değişimler ve bunalımların açıklanması ve bunlara bir cevap verilmesi için ortaya çıkan sorunların çözümlenmesi ile ilgili entelektüeller bazı fikir egzersizleri yapmaya başlamışlardır. Sosyolojinin kısaca çıkış nedeni de budur. Toplumda ortaya çıkan modernleşme, sekülerleşme, sanayi toplumunun getirdiği değişimler, bunların uzun döneme etkileri ve neden olduğu travmalar kısaca bu toplumu anlamaya yönelik çalışmalar yapan aydın ya da sosyologların sorunlara cevap arama çabasıdır.  Bunlardan bir tanesi de sosyolojinin isim babası da denilen Auguste Comte’du. Pozitivist bir yaklaşımı olmasına rağmen dinle ilgili çok şey yazıp çizmişti. Bir başkası Karl Marx, bir başkası Emile Durkheim, bir başkası Max Weber. Yani sosyolojinin kurucularına baktığımızda aslında bir taraftan toplumun ekonomiyle ilişkisi, eğitimiyle ilişkisi vs. gibi konulara bakıyorlardı. Ama diğer taraflardan da aslında bütün bu sosyologlar dinle ilgili de yazıp çiziyorlardı. Mesela 1857- 1917 yılları arasında yaşamış olan Emile Durkheim’ın 1800’lerin sonlarında yazdığı “Dini Hayatın İlkel Biçimleri” adlı kitabı özellikle Afrika kabileleri arasında dinin rolünü inceliyordu. Kitap; kabile dinleri, bunların sembolleri, inançları, ibadetleri, kutsal metinleri, toplum için ne ifade ettiği üzerinde yoğunlaşmıştı. Yine aynı dönemde yaşamış olan Max Weber’e baktığımızda kapitalizmin Protestan ahlakıyla ilişkisine değinen “Kapitalizmin Ruhu ve Protestan Ahlakı” adlı kitabının olduğunu görürüz. Dikkat edin bu iki büyük düşünür, sosyolojinin kurucu babaları 1800’ün sonları 1900’ün başlarında yani yaklaşık yüz yıl önce dini çok önemli bir kurum ya da süreç olarak yazılarına konu ediniyorlardı.
Peki ne oldu da Emile Durkheim, Max Weber  ya da Karl Marx dinle ilgili yazıp çizmelerine rağmen genel sosyolojinin içerisinde din sosyolojisi gelişmiyor ve din sosyolojisi diye bir bilim dalı oluşmuyor. Uzun bir dönem Batıda da din toplum ilişkisiyle ilgili yazılan, konuşulan şeyler çok fazla değil. Bunun temel nedenlerinden bir tanesi aslında bizim birazdan da bahsedeceğimiz din sosyolojisinin en önemli konularından birisi olan modernleşme ve sekülerleşmenin din üzerindeki etkisi ve özellikle din söz konusu olduğunda aldığı pozisyondur. Batı Avrupa ülkelerinde dinin sosyal hayattan gittikçe çekilmesi ve siyaset üzerindeki etkisini kaybetmesi nedeniyle din üzerinde konuşma ve araştırma yavaşlamıştı. Ama bu dönemde başka şeyler de olmaya başladı. Avrupa geleneğinde interdisipliner ya da çok disiplinli araştırmalar ortaya çıkmaya başladı. Mesela sosyolojide oluşan boşluğu antropoloji tamamlamaya başladı. Bir zamanlar oryantalizm dediğimiz Doğu dinlerini ve kültürlerini araştıran bilim dalı bu boşluğu büyük anlamda doldurdu. Çünkü 1900’ün başından itibaren özellikle Avrupa’daki yayınlara baktığımızda- özellikle din toplum ve din siyaset ilişkileri bağlamında- bunların daha çok oryantalistler tarafından daha sonraki dönemlerde de antropologlar tarafından yapıldığını görürüz. Din antropolojisi diye daha sonra bir alt ana bilim dalı oluşmaya başladı.
Peki din sosyolojisi ile din antropolojisi arasında ne gibi farklar ve benzerlikler var? Bunlar yöntemleri farklı olsa da aslında aşağı yukarı aynı konuları incelerler. Ama önce biraz geriye gidip Durkheim, Weber ve Marx’ın o dönemde din hakkında ne dediğine bakalım. Acaba biz bugün onlardan bir şey öğrenebilir miyiz? Sosyal bilimlerde birkaç tane ana yaklaşım tarzı vardır. Bunlardan bir tanesi mesela işlevselciliğin yaklaşımı. Yapısalcı bir yaklaşım. Birisi çatışmaya yönelik bir yaklaşım. Karl Marx aslında dinle ilgili söylediği şeylerde biraz hem dinin fonksiyonları üzerinden hareket ediyor, hem de o dönemde Avrupa toplumunda dinin insanlar üzerinde ne kadar etkili olabileceğini, bir enstrüman olarak dinin nasıl kullanıldığından bahsediyor. Avrupa laikliği aslında orta çağdaki din toplumuna karşı bağımsızlık savaşının bir ürünüydü. O nedenle Avrupa geleneğinde dinle modernite arasında çok ciddi bir kavga var. Karl Marx’ın söylediği şeyleri bazı toplumlarda bugün de görmemiz mümkün.
Durkheim dini inançlar, semboller ve pratikleri toplumu bir arada tutan, toplumun bireylerini ve gruplarını aynı şemsiye altında toplayan bir entegrasyon aracı olarak görüyor. Tabii bu konuların tartışıldığı dönem ulus devletin daha yeni yeni ortaya çıktığı ve vatandaşlık kavramının birinci dereceden önemli bir kavram haline gelmediği dönemlerdi. Ama her halükarda baktığımızda ilk sosyologlar dinin bir toplum için ne kadar önemli olduğunu, toplumun kimliğini belirleyen önemli unsurlardan birisi olduğunu bize gösteriyorlar. Max Weber’in Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu kitabında, Protestanlığın ekonomik kalkınmada ahlaki ve disiplinli bir çalışmayı öğütlediğini söyler. Yani Weber ahlakla kalkınma arasında çok ciddi bir koalisyon kurar. Bir ülkenin kalkınabilmesi için mutlaka onun tabiriyle dinden esinlenen bir ahlaki kalbinin olması lazım. Ticaretin ve kapitalist zihniyetin geliştiği yerlerde ahlak zaman zaman zaafa uğramaya başlıyor. Hollanda’da ticaretin ciddi ciddi gelişmeye başladığı 1500’lü yıllarda Calvin ahlaki bir duruş sergileyerek toplumun zengin kesimlerinin imkanlarını toplumun diğer üyeleriyle paylaşmasının gereği üzerinde duruyor. Daha sonra bu düşünce bir şekilde Marx Weber’de de etkisini gösteriyor. Yani bir ülkenin adil bir şekilde kalkınması ve servetin dağılması için mutlaka bir etik kodun olması lazım. Aslında etik dediğimiz ahlak dediğimiz şeyin kaynağı nedir diye sorulduğunda bunun en önemli kaynaklarından bir tanesinin din olduğunu hepimiz biliyoruz. Dolayısıyla dinin böyle fonksiyonel bir tarafı var. Din toplumlar için bütünleşmenin zaman zaman kalkınmanın ciddi kaynaklarından bir tanesi olarak karşımıza çıkıyor.
Bugün Modern sosyoloji ya da modern din sosyolojisi önemle sosyal kapital ya da toplumsal sermaye kavramı üzerinde duruyor. Sosyal sermaye denilen şey de içerisinde dinin de tarihin de olduğu, ortak hatıraların, menfaat ve çıkarların, gelecek kaygısının da olduğu bir sosyal kapitaldir. Bu sosyal kapitalle ilgili en önemli çalışmalardan bir tanesini Francis Fukuyama yaptı. Bu çalışmasında özellikle Asya toplumlarının Asya kalkınmasının nedenlerinden biri olduğunu söylüyor. Yani sosyal kapitalin oradaki gücünden bahsediyor. Bugün geldiğimiz noktada her ne kadar bizim kendi ülkemizde bu konular pek tartışılmasa da sosyologlar spiritüel kapital yani manevi sermaye diyebileceğimiz bir kavramı ortaya attılar.
Nedir spiritüel kapital? Benzer ahlaki ve dini inançlara sahip olan insanların bir araya gelmesiyle yarattıkları sinerji. Bunun en güzel örnekleri dernekleşmeler, sivil toplum kuruluşları ya da daha geniş bir şemsiye kavram söylemek gerekirse sosyal projeler olarak karşımıza çıkar. Türkiye dediğimizde bunun en önemli örneği Fethullah Gülen cemaatidir. Bu cemaatin kurduğu okullar, yaptığı faaliyetler, kurduğu televizyon. Bütün bunların gerisinde manevi inançlardan kaynaklanan temel bir motivasyon olduğu görülebilir. Dolayısıyla bu tipik bir manevi kapital ya da sermaye olarak karşımıza çıkar. Kimse Yok mu derneğinin yaptığı şeyler. Türkiye’deki diğer büyük vakıfların derneklerin yaptığı şeyleri de aynı çatı altında görmemiz lazım.
Türkiye’de manevi sermaye diye tanımlayabileceğimiz oluşumların sosyal hayatla çok da yakından ilintili olduğunu görüyoruz. Bu eskiden de böyleydi, şimdi de böyle. Nitekim bundan birkaç yıl önce Avrupa’da işte Anadolu Kaplanları ve Calvinizm diye bir rapor yayınladılar. Buradaki raporda özellikle Orta Anadolu bölgesinde yükselen yeni bir sınıftan ve bu sınıfın değerlerinin aslında İslami bir kökten geldiğini söylüyorlar. İnsanlar zenginleşiyor hayır hasenatta bulunuyor. Siyasi hayata ya da sivil toplum kuruluşlarına katılmaya başlıyor. Bu aslında Türkiye örneğine bakıldığında toplumsal yapılaşmaya ya da toplumsal değişime bakıldığında manevi sermaye olarak daha çok din motivasyonlu oluşumların çok daha zengin birikimleri olduğunu gösteriyor. Yurtlardan tutun da yoksullara yardım, okullar açma, yaşlı bakımevleri vb. birçok alanda yapılan sosyal projeler Türkiye’nin her yerinde var. Kasabalara giderseniz orada kişisel bazda bile var. Akşamları lokantalarda artan yemekleri dağıtan veya fırınlardaki ekmekleri alıp dağıtan birçok kişi görüyoruz. Bütün bunlar bize Türkiye’de yaygın bir şekilde dinin toplum hayatı üzerinde etkili olduğunu gösteriyor.
Peki başka kapitaller olabilir mi? Mesela Türkiye’de seküler, Marksist bir ideoloji var. Acaba bunların oluşturduğu kapitallerin Türk toplumundaki yansımaları neler olabilir diye baktığımızda bu tür ideolojilerin oluşturduğu ciddi kapitallerinin olmadığını görüyoruz. Türkiye’ de seküler grupların sosyal projelere ilgi duymaları çok daha yenidir. Eğitimle ilgili yeni projeler var; Turkcell ile başlayan proje gibi. Haydi kızlar okula projesi gibi. 2000’li yılların sonrasında ortaya çıkan şeylerdir bunlar.
Batı’da din toplum araştırmaları söz konusu olduğunda öne çıkan isimlerden biri de özellikle batı toplumlarında sekülerleşme konusunda, din konusunda ciddi bir mesai sağlamış olan Boston Üniversitesi hocalarından Peter Berger’dir. Berger “Gerçekliğin Toplumsal İnşası” adlı kitabında “din de dahil olmak üzere insanların toplumsal hayattaki süreçlerle hakikat algısını inşa ettiklerini” söyler.  Yani din hakkında da o kadar sekülerleşmiş o kadar modernleşmiş o kadar bireyselleşmiş toplumlara bile baktığımızda üniversitelerinde din konusunun ders olarak okutulduğunu görürüz. Batıda teoloji eğitimi sağlam bir şekilde hala devam etmektedir. Oxford, Cambridge, Harvard’ın özellikle din adamı yetiştirmek için kurulduğu bilinir. Daha sonraları bu üniversiteler seküler alanlarda yoğunlaşmış olsa da o öz her zaman korunmuştur. Batı’da klasik anlamda din eğitimi üniversitelerde çok sağlam bir şekilde devam eder. Aynı zamanda siyaset biliminde, sosyolojide, tarihte din mutlaka önemli bir alan olarak okutulur. Bizdeki gibi kompartımanlaştırma, dini eğitimin sadece bir yere sıkıştırıp kalması söz konusu değildir. Onun için Alman, İngiliz, Fransız Üniversitesinde siyaset bilimcisi de, Sosyolog da, Psikolog da dinle ilgilenir vs. Türkiye’de de bu alan sadece ilahiyatçıların çalıştığı teknik bir alan olmaktan çıkarılmalı. Mesela sosyoloji, siyaset bölümlerinde din konusu çok ciddi bir şekilde anlatılmalı ki o zaman dünyanın gerçekleri biraz daha iyi anlaşılsın.
Din sosyolojisi hangi konularla ilgilenir? Din- aile ilişkisi, yeni dini gruplar, yeni dini hareketler, mezhepler, son zamanlarda din ve terör meselesi, din ve şiddet meselesi, dini kurumların toplum üzerindeki etkileri vs.  Ayrıca din sosyolojisinin ya da din- toplum ilişkilerinin ana eksenlerinden biri hep modernite olmuştur; Modernlilk, laiklik ve bunun kurumsal olarak yansıma biçimleri, hukuki olarak inşa biçimleri, yani din- devlet ilişkileri ve bunu düzenleyen çeşitli yapılar.
Avrupa, modernitenin, insan haklarının, demokrasinin ve laikliğin merkezi olarak lanse edildi. Modernite ile din arasında tersten bir ilişki kurularak bir toplum ne kadar modern olursa, ne kadar rasyonel olursa din denilen irrasyonel yapıdan o kadar uzaklaşacağı varsayıldı. Böylece dinin toplum üzerindeki etkisinin azalacağı öngörüldü. Gerçekten de Avrupa aydınlanması böyle bir sosyal gerçeklik inşa etmiştir. Yani Batı Avrupa ve Kuzey Avrupa ülkelerine bakıldığında kurumsal din yani kilise büyük oranda bu hayattan çekilmiştir. Bir ülkenin yasalarını hazırlarken, bir ülkeyi yönetirken kaynağımız ne olmalıdır sorusu çok önemli. Laiklik ülkelerin yasalarının yapılmasında, yönetim biçiminin belirlenmesinde artık din adamlarının ve dini söylemin bir ağırlığı, bir anlamı yoktur.  Evet Batı toplumlarında gerçekten böyle bir trend oluşmuştur. Yine de din, devletlerin ilişkilerinin çeşitli form almasına belli oranlarda yansımıştır. Fakat bu uzun süre batıların da gözünden kaçmıştır. Batılar tüm dünyada modernleşmenin aynı sonuçları olacağını varsaymıştır. Yani Batı Avrupa modernleşmesi Orta Doğu’da da, Asya’da da, Japonya’da da aynı sonucu doğuracaktır. Bu beklentiye göre toplumlar modernleştikçe dinle aralarına mesafe koyacaklardı. Bu görüş 1960’lara kadar çok kabul gördü. Türkiye’deki sosyologlarda da, modernleşen bir Türkiye’de dinin önemli olmayacağı görüşü hakimdi.  Bu da aslında toplumun çeşitli katmanlarıyla iletişim halinde olmamaktan kaynaklanmaktadır. Din konusu İlahiyatlarla sınırlı olmaktan çıkarak siyaset biliminin de konusu haline gelmiş olsaydı toplumda böyle bir eğilim olduğu görülecekti.
Milli devletler homojen bir toplum yaratmaya çalışır ve bu homojen toplum yaratma ilkeleri ve ideolojisi her ülkede farklıdır. Bir projede Almanlar, Fransızlar, Hollandalılar ve İngilizler’in tarih ve din kitaplarına bakarak nasıl bir ulus inşa ettiklerini ve bunu genç kuşaklara nasıl aktardıkların baktık. AB üyesi olduğu için belli standartları olduğu düşünülen bu ülkelerin aslında hiç birbirine uymadığını gördük.  Her ülke kendi duruşunu, eğitimine de, milli müfredatına da yansıtıyor. Ama hepsinde eğitimin  büyük oranda devletin kontrolünde olduğunu görebiliyorsunuz. Çünkü Habermas’ın ve Bourdieu’nün  çok önemli bir tespiti vardır. İkisi de derki: “bir ülkede homojen kültür yaratmanın ya da kültürü genç kuşaklara aktarmanın en önemli yolu organize eğitimdir”. Buradan baktığımızda  bütün dünyada eğitimin büyük oranda neden devletlerin elinde olduğunu anlayabiliriz. 1980’li yıllara kadar medya da devletin elindeydi, artık çoğullaşmaya başladı. Devletin o homojenleştirici gücüne karşı yeni yeni güç alanları oluşmaya başladı.
Peter Berger meselesine tekrar geri dönersek,  Berger ve ona benzer düşünürler,  “1960’lara kadar bütün dünya Batı Avrupa tecrübesini zorunlu olarak yaşayacaklardır. Çünkü modernleşme dediğimiz şey rasyonelleşmedir. Rasyonelleşme dediğimiz şey dinle araya mesafe koymakla olur. Kentleştikçe insanlar modernleşir, farklı farklı meslek dalları oluşur. Bunların hepsinin rasyonel bir temele ihtiyacı vardır” diyorlardı. Batı Avrupa geleneğine bakıldığında böyle bir eğilim var gerçekten. Kiliseler bir kurum olarak büyük oranda susturulmuş ve boş. Siyasi düzende bir etkileri de yok. Fakat Peter Bergel Amerika’ya gittiği zaman ve dünyanın diğer toplumlarına bakıldığı zaman  -ki batılıların dinle ilgili ilişkilerine bakmaları açısından İran devrimi büyük bir kırılma noktası olmuştur – böyle olmadığını görüyorlar. Mesela Amerikan toplumlarına bakıldığında araştırmalar insanların %80, %85 gibi tanrıya inandığını, ahiret inancı olduğunu, günlük davranışlarında dinin önemli olduğunu hatta son zamanlarda bazı Hıristiyan gruplarının siyasetle iç içe olduklarını gösteriyor. Yine son zamanda inanç temelli kuruluşlara devletin büyük oranda fon vermesi gibi yeni yeni modeller ortaya çıkınca din ve modernite arasında negatif bir ilişki kuran görüş sarsılamaya başlıyor. Biz hala bunu yakalayamadık. Bir ülke ne kadar modernleşirse dinden o kadar uzaklaşacağı, sosyal ve siyasi hayattan silineceği, dolayısıyla din ve siyasetin birbirinden ayrılacağı söyleminin yanlışlığı artık kabul görmektedir. Bu durum insan doğasına da aykırıdır.  Dini siyasete alet etmek ya da dini siyasetin belirlemesi bunlar tartışılabilir konulardır. Dinle devlet ilişkilerine belirli ilkeler koyarsınız ama dünyanın hiçbir yerinde dinle siyaset birbirinden ayrılmış değildir. Amerika’da din ve siyaseti ayırın bakalım birbirinden nasıl ayıracaksınız. Ayıramazsınız.  Dindarların da siyasi tercihlerinin olması, bir vizyonlarının olması da anormal bir şey değil. Her insanın hayatında referans aldığı değerler var ve bu değerler üzerinden siyaset yapması normal bir durumdur. Değerlerinizi yok sayarak siyaset yapamazsınız. Hangi dili kullanacaksınız? Nötr dil diye bir şey olamaz. İnsanlar siyasal bir dil kullanıyorsa bu siyasal dili belirleyen bir değerler sistemi vardır. Esinlendiğiniz bir kaynak vardır. Bunlar sizin toplum vizyonunuzu etkiler. Siyaset denilen şey toplumu yönetmektir. Bunun için herkesin farklı bir bakış açısı olabilir. Bu konulardaki tek düze ya da monolitik söylem bizde hala devam etmektedir. Ama artık batılılar bu düşünceyi kırdılar.
Ben yüksek lisans yaptığım yıllarda bu çok tartışılan bir konuydu. İran devriminden bir 10 yıl kadar sonraydı. İran çalışmaları bizde zirve yapmaya başlamıştı. Batılılar hep şu soruyu sordular: “İran gibi modern bir toplumda din nasıl bu kadar önemli hale geldi”. İran’da da Türkiye gibi yukarıdan, merkezden dayatılan bir modernleşme projesi vardı. İran’daki rejimin Türkiye’den biraz daha katı olduğunu bile söyleyebiliriz. Devlet eliyle modernleşme, laikleşme projesi vardı ve Batılılar bu projenin tutacağını düşünüyordu. Çünkü Batı Avrupa’da, Kuzey Avrupa’da tutmuş. Ama İran’ın 1979’daki geldiği noktaya bakın. Batılılar İran Devrimi’nin olacağını tahmin edemiyorlardı.  Tahmin etselerdi belki de önlem alabilirlerdi. Yapamadılar çünkü toplumu iyi okuyamadılar
Bu da neden kaynaklanıyor? Batılı toplumların kodlarıyla bir İslam toplumunu anlamaya kalkarsanız o zaman bir sosyolojik körlük ortaya çıkacaktır. Çünkü bütün dünyanın geleneği ya da bütün dünyadaki din toplum, din siyaset ilişkileri Batı Avrupa’daki gibi olmak zorunda değildi. Ve nitekim de olmadı. Türkiye bunun çok güzel örneklerinden biridir. Türkiye’nin 80- 85 yıllık siyasi tarihine baktığınızda da bunu görmek mümkün. Demek ki modernleşme eşittir dinden uzaklaşma anlamına gelmiyor. Bunu batılılar kabul etmeye başladılar ve şunu söylüyorlar. “Batı Avrupa tecrübesi istisnai bir tecrübedir”. Yani evrensel bir tecrübe değildir. Bunu ilk söyleyenlerden bir tanesi Peter Berger’dir. Bir zamanlar tam tersini savunuyordu sonra özellikle Amerika’ya gidip de oradaki dini grupların ne kadar etkin olduğunu görünce fikrini değiştirdi.  Yüzlerce okul, yüzlerce hastane, bankalar dini gruplar tarafından kontrol edilen dini grupların sahiplendiği ve insanların gelirlerinin yüzdelerini dini cemaatlere verdiği bir ülkeden bahsediyoruz. Oraları görünce insanlar şunu fark ettiler. Demek ki modern bir ülkede de din sosyal hayatın içerisinde çok aktif olarak var olabilir. Ve bu da siyaset açısından bir sorun yaratmayabilir.
Modernleşmeye tek pencereden bakıyoruz. Bir Batı Avrupa modernleşmesi var. Bir de Fransa’nın laiklik deneyimi var. Türk aydını sadece bunu biliyor.  Başka bir şeyi ya bilmek istemiyor;  ya da görmüyor, görmek istemiyor. Artık bunu görmek zorunda. Dünyaya modernleşme bağlamında baktığımızda farklı farklı din-devlet ilişkileri modellerinin olduğunu görüyoruz. Fransa tek model değil, kutsal bir model değil. Bizim toplumumuzun dokularına uyacak daha farklı modeller olabilir. Veya biz bunu en azından inşa edebiliriz. Üç tane büyük model var karşımızda. Hepsi bu modele uymuyor ama aşağı yukarı kategorize etmek için bunu söylüyorum. Bir, din-devlet ilişkilerinin çok belirgin bir şekilde ayrıldığı modeller. Toplumun siyasal tecrübeleri oraya götürmüş onları. Bunlardan bir tanesi Fransa, bir tanesi Amerika, bir tanesi de Türkiye; üç tane ayrı ülke. Amerikan modeli çalışmaya değer bir modeldir. Amerikan anayasası çok ciddi bir şekilde dinle devlet arasında bir duvar örer ve şunu söyler; “Amerika hiçbir zaman belirli bir dini, toplumda ağırlık kazandıracak şekilde yasal olarak, siyasi olarak desteklemez”. Yani dinlere karşı nötr bir duruşu vardır. Ama şunu da söyler; “ Ben hiçbir şekilde dini gruplara para vermem”. Ama onun ötesinde der ki; “sen çocuğunu mu eğitmek istiyorsun, kendi kurumlarınızı kurmak mı istiyorsunuz hodri meydan. Pamuk eller cebe kardeşim. Kilise mi kurmak istiyorsun. Dünyanın en büyük kilisesini, en büyük üniversitesini kurabilirsin”. Bu konuda serbestlik vardır. Yani devlet diyor ki ben sizin işinize karışmam siz de benim işime karışmayın. Amerika’da dini hayatın bu kadar aktif olmasının temel nedeni budur. Her şeyi müminlerin kendisine bırakmıştır.  Ama finansal kaynaklarını da vatandaşa bırakıyor. Türkiye’de sivil hareketlerin bu kadar güçlü olmasının nedenlerinden bir tanesi de bu devletten bize gelecek yok finansal anlamda destek olmayacak bari kendi kurumlarımızı kuralım fikridir. İmam Hatip liselerinin inşasında devlet hiçbir yardımda bulunmadı. Kuran kursları hakeza öyledir. Vatandaş ne yapar dişinden tırnağından artırarak yardımda bulunur. Sınır nerede peki, bu özgürlüğün sınırı nedir? Amerika bunu çok iyi bir şekilde tespit etmiştir. Kendi inançlarınızı kendi değerlerinizi başkalarına baskı ile lanse etmeniz mümkün değil. Orada diyor devlet ben devreye girerim. Amerikan sisteminin genel yapısı bu. Fransa’nın çok özel bir yapısı var. O da bu aydınlanma dediğimiz şeyin Orta Çağdaki kilisenin baskısından dolayı yaşanan gerilimler ya da savaşların, çatışmaların Fransa’da zirveye ulaşmış olmasıdır. O döneme bakıldığında din her şeyi belirleyicidir. Özellikle siyasi, ekonomik hayatı belirleyicidir. Kilisenin böyle bir özelliği vardı. Bu etkiye karşı mücadele çok katı oldu. Ve Fransa’da ortaya böyle baskıcı bir laiklik anlayışı çıktı. Devlet kendisini tamamen kiliselerden bağımsız hale getirdi. İlk dönemlerine bakıldığında çok acı olaylar yaşanmıştır. Bir sürü insan tutuklanmıştır. Kiliseler kapanmıştır. 1905 yılında çıkarılan bir yasayla da artık tamamen bu ilişkilerde devletin üstünlüğüne yer verilmiştir. 1905’e kadar devlet okullarında din eğitimi falan yoktur, devlet dini kurumlara da hiç para vermez ama bir sürü Katolik okulun açılmasına da müsaade etmiştir. 1905 yılına kadar büyük kiliselerin ya da katedrallerin bakımıyla ilgili tüm masrafları devlet ödemiştir. Fransa’da hala çok ciddi kaynak aktarımı devam ediyor. Bizde sık sık dile getirilen seküler bir ülkede dini faaliyetlere kamu fonlarından kaynak aktarılmasın, devlet diyanete para vermesin argümanı dünyanın hiçbir yerinde yok. Amerika son zamanda sosyal projeler yapan; uyuşturucuya karşı, yoksulluğa karşı, evsizleri barındırmaya yönelik faaliyetler yapan din temelli örgütlere yani kiliselere kaynak aktarmaya başladı. Devlet ben yapamıyorum buyur sen yap diyor. Amerika’da da çok ciddi bir tartışma konusu bu. Hatta Obama Bush’un verdiği bu karardan vazgeçmesini istiyorlar.
Fransa’da son zamanlarda şöyle bir tartışma oluşmaya başladı. Biz bu tartışmaları ülkemize hiç taşımıyoruz. Başörtüsü ile ilgili bir sürü yasaklar oldu biliyorsunuz. Bizde bir grup bu yasakların hepsini alkışladı. Halbuki bu yasak Fransız entelektüeller arasında çok ciddi bir tartışma konusudur. Hem İslam dünyası hakkında hem de kendi ülkesi ile ilgili araştırmalar yapan bir Fransız sosyolog ve siyaset bilimcisi şunu söylüyor. “Kilise kutsaldı ama artık Fransa, devleti kutsallaştırmıştır. Devlet ne derse şu anda bizim için kutsal olan odur.” Ve arkasından şunu söylüyor. “Avrupa’daki Müslümanlar bizi bir kimlik sorgulamasına sokuyorlar. Fransa artık kendi kimlik değerlerini sorgulamaya başladı. Bizde din nerede diye soruyorlar. Devlet okullarında din öğretimi olmadığı için genç kuşak dini bilmiyor. Bütün dünyada din bu kadar önemli bir sosyal bir olgu iken Fransız gençler Budizm ile ilgili, İslam ile ilgili, Hıristiyanlık ile ilgili hiçbir şey bilmiyor”. Bu konu şu anda Fransa’da başlatılan en büyük tartışmalardan birisi durumunda. Çok meşhur bir Fransız sosyolog olan Prof. Hervieu Leger  “Bir Hafıza Zinciri Olarak Din” adlı kitabında  “Fransız tarihine baktığımızda hafıza zincirinde bir kopuş var ve bu kopuş Fransız toplumu için iyi olmamıştır, buradaki kopmuş halkayı yeniden tamir etmenin  yollarını aramamız lazım” diyor. Fransızların sekülerlikle ilgili bir sıkıntıları yok ancak sosyal hayatta ortaya çıkan problemlerin çözümü için laikliğin ya da devletin dinle ilişkilerinde yeni bir formül olabilir mi, daha sağlıklı bir şekil düşünebilir miyiz diye bir arayış içindeler. 4- 5 milyonluk bir Müslüman nüfus var ve onlarla nasıl iletişim kuracaklarını bilmiyorlar. Bunları nasıl idare edeceklerini bilemiyorlar. Modelin birisi bu yani çok katı ayrımın olduğu bir model ama bu ayrımda bile dikkat ederseniz anlamlı bir takım ilişkiler var.
Bir başka model de dinle devlet işlerinin belirli bir anlaşmaya dayalı olduğu, dinle devletin birbirinden ayrı fakat küskün olmadığı modellerdir. Mesela Almanya bunlardan bir tanesidir. Almanya’da Hıristiyanlığın özel bir statüsü var. Kiliselerin özel bir statüsü var, kilise vergisi var. Devletin kiliseyle özellikle sosyal projelerin yürütülmesinde yaptığı büyük anlaşmalar var. Benzer bir şey İspanya’da  da,  İtalya’da da var. Devletle kilise arasında yapılan bir anlaşma var. Siz diyor şu şu alanlardan sorumlusunuz, biz bu alanlardan sorumluyuz. Yani aslında böyle katı bir alan söz konusu değil. En azından muhatap olarak birbirlerini kabul etmeleri söz konusu.
Bir üçüncü model de din devlet ilişkilerinin biraz daha yakın oldukları bir model. İngiltere,  Danimarka, Yunanistan onlardan bazıları. Burada aslında çok da fazla din-devlet ilişkilerinde formel olarak en azından ayrım yok. Bunlar aslında seküler ülkeler bile sayılmazlar. Ortodoks kilisesi Yunanistan’ın milli kilisesi, aynı zamanda devletin kilisesidir. İngiltere’de Anglikan kilisesi devletin milli kilisesidir. Bu durumda da aslında gördüğümüz gibi Avrupa geleneğinde ve deneyiminde böyle illa dinle kavgalı olacaksın, dini köşeye sıkıştıracaksın, dini kurumları tu kaka edeceksin öyle bir şey söz konusu değil. Ya da şöyle diyelim dinin bir tehdit ve tehlike olarak algılandığı bir dünya artık kalmadı. Biz ne yazık ki hala bu konularda çok fazla açılımcı değiliz. Yani bu üç modelde de aslında temel şu. İster tamamen ayrım olsun, ister otonom olsun, isterse bir milli kilise olsun temel ilke din özgürlüğü. Dini gruplara yaşama hakkı tanınması. Din-toplum ilişkilerinin cendereye sokulmaması.
Ayrıca bizim üzerinde somut olarak durmamız gereken bazı parametreler olabilir. Biz dünyayı Fransa üzerinden okumaya çalıştık. Çok pozitivist, çok dar, dinle ilişkisi negatif bir laiklik anlayışını ve modelini benimsedik. Halbuki dünyanın geri kalan yerleri öyle değil. Onun için bizim bu modelleri tartışmamız biraz daha Türkiye’nin gündemine taşımamız lazım. Aslında dünyada ne olup bittiğini Türkiye’deki entelektüellerin büyük bir çoğunluğu biliyor. Ama Türkiye’ye taşımakta bazı nedenlerden dolayı geciktiklerini düşünüyorum. Her türlü fikrin düşüncenin üretildiği ifade edildiği yerler olması gerekirken bizim üniversitelerimiz kutuplaşmanın en yoğun yaşandığı yerler. Çünkü kendilerini tıpkı askeriye gibi bürokrasi gibi bu kurucu iradenin ya da rejimin savunucularından biri olarak görüyorlar. Dolayısıyla bu tür konular üniversitelerde tartışılamıyor. Dolayısıyla bu konular sadece İlahiyatçıların çalışma alanı haline geliyor.
Türkiye’deki üniversitelerin ne kadar konservatif, ne kadar muhafazakar olduğunu görmeniz için bir örnek vereyim. Doktora yaptığım dönemde, farklı değerlerle büyümüş,  siyasi tercihleri ve yaşam biçimi farklı olan bir başka doktora öğrencisi olan bir arkadaşımız Nakşi tarikatını çalışmaya karar verdi. Bu arkadaşın Nakşiliği çalışması kendi üniversitesinde çok ciddi sorunlar yaşattı. Kendilerini daha çok seküler ve modern olarak tanımlayan hocalar kendi ifadeleriyle “bizim çocuk tarikatçı olmuş”, dediler. Halbuki bir bilim adamı ister Nakşiliği ister Museviliği çalışır, ister fundamentalizmi ister Hıristiyanlığı çalışır. Bir insanın çalıştığı konuyla özdeşleştirilmesi son derece yanlıştır. Ama bizdeki üniversiteler bunu yapıyor. Bu arkadaşımız güzel bir tez yaptı. Dünya görüşü de değişmedi. Tabii o dünyanın kendisine tanıtıldığı gibi olmadığını da gördü. Bu durum onun çevresi tarafından da olumsuz karşılandı. Bu arkadaşı bu sebeple kendi hocaları Hacettepe Üniversitesin ’de  prof. yapmadılar. 1960’da Şerif Mardin’e yapılan şey 2000’li yıllarda bu çocuğa yapıldı. Mahalle baskısı nerede görün. Türk Üniversitelerdeki mahalle baskısı dünyanın hiçbir yerinde yoktur arkadaşlar. Bu da neden kaynaklanıyor biliyor musunuz? Türkiye’deki o kurucu üçlü var ya o bürokrasi, entelektüeller ve askeriye. Hala bu üçlü devam ediyor. Bakalım ne zaman değişecek.

Hazırlayan: Ayla Kerimoğlu

 

Önceki Yazı

Osmanlı’dan Günümüze Modernleşme

Sonraki Yazı

Gündelik Hayat Sosyolojisi-Yeni Sosyal Hareketler

Bunlar da ilginizi çekebilir

1 Yorum

  1. Din sosyolojisinin Sağlık Bakanlığının Toplum Bilimleri Kurulunda yer alması fikri sebebiyle tekrar tartışmaya açılması gerekmektedir.Din de diğer sosyoloji alt çalışma alanları gibi ağırlıkla sosyolojinin çalışma alanı olmalıdır.Bugün tartışılan şey Diyanetin toplum bilim kurulunda ne işi olacağıdır.Din sosyolojisi alanında çalışanlar her ne kadar İlahiyatla Diyanetin ne ilgisi var dese de ilgisiz de değil sonuçta.Zira bu alan İlahiyat fakültesi çatısı altında ve hocalar Diyanetin kanalında program yapabiliyor sık sık.Burdaki sıkıntı ilahiyat fakülteleri içinde %80 i sosyoloji olan bir alanın yer edinmiş olması yani fakülte içinde apayrı bir alan inşa edilmiş gibi.Ve kendilerini sosyolog olarak addetmeleri…Elbette farklı alanlardan sosyolog çıkabilir fakat en azından akademik sürecinin bir tanesini Sosyoloji anabilimdalında yapması beklenmeli.İlahiyat bitiriyor,aynı fakültede din.sos yüksek lisans ve doktora yapıp devam ediyor ki eğitim aldığı hocalar yine çoğunlukla ilahiyatın içinden yetişmiş.Bu böyle gidiyor…ve muhakkak ki bunun sonuçları olacaktır.Bu durum akademik birimlerin süreçlerin oluşumuyla ilgili bir problem ve pek tabii Sosyoloji alanının makus talihi…sürekli savunuya ihtiyaç duyan,nereye aittir nasıl bir disiplindir? Toplum adına konuşan araştıran herkes sosyolog mudur?

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir