Dr. Emine Gümüş Böke
Evlilikte kefâet prensibi İslâm öncesi dönemlerde de dikkate alınmakla beraber İslâm hukukçularının tanzim edip müesseseleştirdiği bir mevzudur. Yahudilik’te ve Hristiyanlık’ta kefâet erkeğin lehine bir hak olarak anlaşılırken İslâm’da tamamen kadının menfaatini koruyucu bir hak olarak görülmektedir. İslâm öncesi dönemlere baktığımızda evlilikler genellikle ebeveynler tarafından gerçekleştirilmekteydi. Kadının serbestçe eşini seçme hakkı yoktu. Kadın, akdin tarafı değil konusu olmaktaydı. Ancak Cahiliye döneminde o toplumun ileri gelen aileleri kızlarını evlendirirken onlara danışırlardı. Evlenecek erkek ve kızın hem kendilerinin hem de ailelerinin birbirlerine denkliği, Araplar arasında önem verilen ve hassasiyetle üzerinde durulan bir âdet idi. Araplar karşı tarafta soy, sosyal statü, zenginlik, meslek, fiziki meziyetler bakımından denkliği arar, daha aşağı durumda biriyle evlenmeyi ar sayarlardı. Bu dönemde genellikle erkeğin kadına denk olmasına dikkat edilirdi.
Evliliğin hukuken geçerliliği için kefâetin şart olup olmadığı İslâm hukukçuları arasında tartışmalıdır. Hasan Basri, kerhî, Sevrî, İmam Buharî gibi fakihler kefâetin şart olmadığı görüşündedir. Bunlar bazı hadis ve ayetlere dayanarak evlilikte denkliğin şart olmadığı hatta böyle bir anlayışın eşitlik anlayışına aykırı olduğu fikrini savunmaktadırlar. İslâm hukukçularının çoğunluğu ise kefâeti kural olarak gerekli görmekle birlikte bunun hangi noktalarda ne ölçüde aranacağı hususunda farklı görüşlere sahiptir. Birçok İslâm hukukçusuna göre eşlerin dindarlık ve iyi ahlak yönünden denk olmaları yeterlidir. Mâlikiler dindarlık ve ve eşlerde evliliğe engel teşkil eden kusurların bulunmaması yönüyle denkliği yeterli görürler. Hanefiler ise evlilikte eşler arasında altı hususta denkliğin aranacağı görüşündedirler. Bunlar da dindarlık, ailenin İslâm’a gi, giriş tarihi, hürriyet, nesep, zenginlik ve meslektir. Şafiî ve Hanbeliler bazı maddelerde aykırı görüşte iseler de genelde Hanefîlerle uzlaşırlar. Bu noktalardan birinde kadından aşağı durumdaki erkek, kadına denk (küfüv) sayılmaz.
Evleneceği erkekte kefâetin bulunmasını isteme hakkı hem evlenecek kızın hem de onun velisinin hakkıdır. Birinin bu hakkından vazgeçmesi diğerinin hakkını düşürmemektedir. Ancak hem kız hem de velisi denkliğin bulunmadığı bir evliliğe razı oldukları takdirde bu evlilik geçerlidir. Bu itibarla evlilikte kefâet, başta Ebû Hanife olmak üzere İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre akdin lüzum şartıdır. Kadın kendisine denk olmayan biriyle evlendiğinde, akit sahih olmakla birlikte velisinin bu evliliğe itiraz etme ve fesih hakkı vardır. Ancak velinin bu itiraz ve fesih hakkının evlenen kadının hamileliği ortaya çıkıncaya veya doğuma kadar kullanılabileceği, bu noktadan sonra kullanılamayacağı belirtilerek, kadının sonradan yapılacak fesih sebebiyle ikinci bir mağduriyete düşmesi önlenmek istenmiştir. Kefâetin bulunmadığı gerekçesiyle evliliğe itiraz hakkının hangi grup velilere ait olduğu İslâm hukukçuları arasında tartışmalıdır.
Kefâette neseb unsurunu şart koşan İslâm alimleri, topluma sinmiş olan, sarsılmaz ve değişmez örfün, evlilik müessesini olumsuz yönde etkileyeceğini, bu sebeple evlilikte nesep unsuruna dikkat edilmesi ve bu kurala zıt düşen evliliklerin kurulamaması kanaatine varmışlardır. Ancak bir kısım İslâm hukukçuları da şart koşulan bu unsurun, hiçbir ayırım gözetmeksizin bütün insanları tarak dişleri gibi eşit kabul eden İslâm’ın ruhuna aykırı olduğunu belirtmişlerdir. Kefâette kadınlar için erkeğin Müslüman olması şartı vardır. İslâm kadın için bu şartı getirirken, erkeğe bunun bir istisnasını tanımakta ve Ehl-i kitap sayılan kadınlarla evlenmeye izin vermektedir. Müslüman olmak bakımından baba ve dedelerin durumunun dikkate alınması gereken bir özellik ya da şart değildir. Bu noktada sadece eşin (erkeğin) Müslüman olması yeterlidir.
Kefâette şart olan hürriyet veya köleliğin ise günümüzde geçerliliği kalmamıştır. Mal ve mesleğe verilen önem kişilere, zaman, mekan ve örfe göre değişik durumlar gösterse de bu açılardan denkliğin olması gerekir. Zira mali durumu zayıf olan bir erkek kendinden daha zengin bir kadınla evlendiğinde mutlu olmayabilir. Refah ve maddi bolluk içinde yetişmiş bir kadının fakirlik ve sıkıntılarla dolu bir evlilik hayatında mutlu olabilmesi uzak bir ihtimaldir. Bu itibarla erkeğin eksiklik hissetmesine neden olacak, eşlerin mutluluğunu zedeleyecek aşırı derecede mal ve zenginlik farklarının olmaması daha uygundur.
Meslek bakımından da erkeğin mesleğinin kadının babasının mesleğine itibar bakımından denk olmalıdır. İnsanlar şerefli meslekleriyle övünürler, adi işlerden dolayı ise utanırlar. Bu sebeple eşlerin ailelerinin mesleki durumu birbirine yakın olması denklik açısından önemlidir. Fizikî sağlamlık konusunun her iki eş için de geçerli olduğu şüphesizdir. Zira eşlerden birinde bulunan birtakım hastalık ve fizikî kusurlar diğeri için evlenmeyi çekilmez hale getirebilir. Dolayısıyla fiziki sağlamlılığın evlilik öncesinde araştırılması ve buna evlenmeye karar verilmesi gerekir. Üzerinde en çok durulan, şart olduğu hususunda ittifak edilen tek mesele dindarlık ve güzel ahlâktır. Bu meseleye özellikle ve öncelikle dikkat edilmelidir. Zira İslâm bu konuya önem vermektedir. Takva ve salah, Müslümanların en önemli iftihar vesilesidir. Dindar, Salih kimseler fasık bir kimsenin ailelerine damat olarak girmesinden utanç duyarlar. Saliha bir kadın da kocasının soyunun şerefinden çok onun Salih veya fasık olmasından etkilenir. Bu sebeple dindarlık ve güzel ahlâk her iki eş için de önemli bir şarttır.
Osmanlı toplumunda XX. Yüzyılın başında hazırlanmış olan Aile Hukuku Kararnamesi’nde klasik literatürde yer alan denklik ölçülerinin çoğunun artık sosyal ve kültürel değerinin veya pratik öneminin kalmadığından hareketle denkliğin sadece mal ve sanat açısından aranacağı ve bunun evlilik akdinin lüzum şartı olduğu belirtilmiştir. Burada mal ve zenginlikten maksadın kocanın karısının mehrini ödemeye ve nafakasını temine güç yetirebilmesi, sanat ve meslekten maksadın da iki tarafın iştigal ettiği meslek ve sanatın itibar bakımından birbirine uygun olması ifade edilmiştir. Medenî hukukumuzda ise kefâet bir kural olarak yer almamakla birlikte temenni niteliğinde kabul edilmiştir. Dolayısıyla günümüzde kefâet hukukî bir sorun olmaktan çıkmış, tarafların insiyatifine ve toplumun sosyal yaptırımına terk edilmiş görünmektedir. Ancak şunu belirtmek gerekir ki her ne kadar modern hukukta kefâet yer almamış olsa da günümüz modern toplumda eşlerin seçiminde kişisel vasıflar artık daha çok etkili olmakta ve bundan da ailenin devamı için eşlerin kişisel meziyetleri büyük önem kazanmaktadır. XXI. Yüzyıla girerken evlilik yapısındaki muhtemel gelişmelerin bugünden tartışılması ve ilerisi için tedbirlerin alınmasında büyük yarar söz konusudur.
1 Yorum
Bu konunun okullarda sıklıkla öğrencilere tekrarlanmasını dilerim