Doç. Dr. Hüseyin ÇELİK
1 Mart 2003
“İnsan; hayatı algılama, yorumlama, yaşama biçimi ve tabiat karşısında aldığı tavırla diğer varlıklardan ayrılır. Üç zaman boyutunu bir arada yaşayabilen ve bu özelliğiyle de diğer varlıklardan ayrılan insan, yaşadığı acı-tatlı hatıralarla geçmişe bağlıdır. Gelecekle ilgili ise tasavvurlar, hayaller ve endişeler taşımaktadır. Bunlar da kültürü oluşturan öğelerdendir.
Sosyologlar; “Kültür, yaşama ve hayatı algılama biçimidir” derler. Biz konuşurken kesin ifadeler yerine belirsizlik sıfatlarını çokça kullanırız. İşte bu, bizim hayatı algılama biçimimizle doğrudan alakalıdır. Mesela; önemli bir konuyu görüşmek isteyen iki kişinin “seninle bir ara görüşelim” diyerek ayrılmaları “görüşmeyelim” manasına gelmektedir.
İngilizler işe alacakları biri hakkında “dinci midir, hancı mıdır” diye güvenlik soruşturması yapmazlar. Zamanı dikkatli kullanıp kullanmadığına bakarlar. Heraklit; “siz bana vakit nakittir diyorsunuz. Ben ise size vakit tabuttur diyorum, çünkü zaman tabuta götürüyor” der. İletişim Fakültesinin yaptığı istatistik, bizim halimizi vahim bir şekilde gözler önüne sermektedir. Bu istatistiğe göre; bir Türk vatandaşı günde ortalama 7 saat 20 dakika televizyon seyrediyor. Yaklaşık 60 yıl yaşayan bir vatandaşın ilk 15 yılı çocukluk döneminde, 20 yılı uykuda, 20 yılı da televizyon karşısında geçiyor demektir.
Demek ki insanın ürüne dönüştüreceği çok fazla zamanı kalmıyor. Ama görün ki vakit dolayısıyla ömrü heba ediyoruz. Batıda kalkınma konusunda lokomotif görevini üstlenmiş olanlar, iş disiplinine sahiptirler ve vakitlerini çok iyi değerlendirirler. Kültürümüzün tehlike altında olduğundan bahsediyoruz. Eğer günde 7 saat 20 dakika televizyon seyrediyorsak kültürel yozlaşmanın kapılarını bizzat kendimiz açıyoruz demektir. Biz vakit geçirme değil vakti daha iyi değerlendirme kültürü oluşturmayı tekrar öğrenebilmeliyiz.
Folklor, din, etnografya, dil gibi unsurlar kültürü oluştururlar. Bunların içerisinden dil, kültürün en önemli taşıyıcı unsurudur. Bugün İngilizce’de 750.000 kelime bulunmaktadır. Osmanlıca’da da aşağı yukarı bu kadar kelime vardı fakat ne yazık ki saf dil hikayesiyle insanımızın kullandığı kelime kapasitesi daraltılmıştır. Bugün sokaktaki vatandaşımıza 200-300 kelime yetiyor, çok vahimdir ki entelektüel insanımız dahi 800-1000 kelime ile konuşuyor. Haklı olarak dilimizin yozlaştığından bahsediyoruz. Hem dilimizi anlamlı kılmak hem de kültürümüzün taşıyıcı unsuru olarak tekrar canlandırabilmek için konuşurken ve yazarken kullandığımız kelime sayısını çoğaltmamız gerekir.
Geçmişte Arapça ve Farsça tamlamaların dilimizde yoğun olması sebebiyle adeta dil kendisi olmaktan çıkmıştı. Bu noktada yapılan eleştirilerde haklılık payı vardır. Sonraları Türkçe, Reşat Nuri’nin, Yakup Kadri’nin, Halide Edib’in dilinde yeniden kıvamını bulmuştur. Fakat orada durulmamış aşırılıklara gidilmiş ve gereksiz tasfiyeler yapılmıştır. Halbuki saf musiki, saf mimari olmadığı gibi saf dil de yoktur. Mesela Osmanlı mimarisinin üzerinde Kuzey Afrika ve Roma mimarilerinin izleri vardır. Osmanlı mimarisi bütün bunlardan beslenmiş, fakat kendine ait bir üslup oluşturmuştur. Bu, dil ve musiki için de böyledir.
Fransız şair Valery der ki : “Aslanın vücudu, yediği hayvanların vücudundan meydana gelir ama aslan her zaman kendisidir.” Aslan sabah kahvaltısında tavşan yediği zaman kulakları uzamaz, geyik yediği zaman da boynuzları çıkmaz. Kültürel beslenmeyi bundan daha iyi tarif eden bir örnek yoktur. Milli kültür korunmalı ama milli olanın üzerine evrensel olan da inşa edilebilmelidir. Önemli olan bu dönüşüm gerçekleşirken kültürün asli çekirdeklerinin muhafaza edilmesidir. Aksi takdirde siz, siz olmaktan çıkarsınız. Maalesef bugün Türkiye’de tavşan yediğimizde kulaklarımız uzuyor, geyik yediğimizde de boynuzlarımız çıkıyor. Ne büsbütün Doğulu kalabiliyor ne de büsbütün Batılı olabiliyoruz. Ahmet Hamdi Tampınar bize bu yüzden “eşik nesli” diyor.
Öztürkçecilik adına dili kısırlaştırmanın milli kültürle alakası yoktur. Kendi damganızı vurmanız, kendi dilinizin özelliklerini giydirmeniz şartıyla dünyanın her tarafından kelime alabilirsiniz. Buna kelime devşirmek denir. Bunlar bizim zenginliğimizdir, bir eksiklik değildir. Öztürkçecilik yapacağız diye komik duruma düşmeyelim. Dil meselesi kültürün taşınması açısından önemlidir. Bu sebeple dilin zenginleştirilmesinin önündeki engeller kaldırılmalıdır.
Din de kültürü oluşturan unsurlardan bir tanesidir. Cami, medrese, han, hamam gibi yapılarda inanç adeta taşa işlenmiştir, bunu silemezsiniz. Kendiniz dindar olursunuz ya da olmazsınız ama din artık toplumsal hayatınızın, kültürünüzün vazgeçilmez bir unsurudur, bunu kabul etmelisiniz. Musikimizde de bunun örnekleri çoktur. Itri’nin tekbirinin hangi ruhla bestelendiği çok açıktır. Keza Yahya Kemal’in “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” şiirini okuduğunuz zaman Süleymaniye’nin taşına, duvarına sinmiş olan bir inançtan söz edildiğini göreceksiniz. Benimsemesek de bid’atler ve hurafeler bile kültürel hayatın birer parçasıdır.
Kültürümüzün oluşmasında, Selçuklu ve Osmanlı’nın yanında, tarihimizin geçmiş dönemlerinden miras aldığımız Hitit, Urartu, Lidya, Pers, Helen gibi medeniyetler de rol oynamışlardır. Maalesef bugün biz bu medeniyetlerin varisi değil mirasyedisi durumundayız. Bu mirasa sahip çıkamayışımızın nedenlerinden biri de çok başlılıktır. Her bakanlık kendi alanıyla alakalı konuları iş edinirse daha verimli çalışmalar ortaya koyabiliriz. Bizler çok başlılığı ortadan kaldırmak için uğraşıyoruz. Bu uygulamanın bir parçası olarak bundan sonra Milli Eğitim Bakanlığı kültürel yayın yapmayacak ve bu iş Kültür Bakanlığının sorumluluğunda olacaktır.
Bakanlığımızın çalışma alanına giren konulardan biri de turizmdir. Pasif turist; kum, güneş ve deniz için gelen, aktif turist ise kültürel amaçlı seyahat eden turisttir. Biz Kültür Bakanlığı olarak aktif turist sayısını artırmaya yönelik çalışmalar yapıyoruz. Çünkü aktif turizmin, kültürümüzün dünyaya tanıtımı konusunda göz ardı edilemeyecek kadar faydaları vardır. Bu sebeple aktif turizme hizmet edecek zeminler hazırlamaya çalışıyoruz. Bu bağlamda yurt dışında bizi tanıtma konusunda aracı olan sinema, tiyatro gibi etkinliklerde kullanılan üslubu da yeniden düzenleyeceğiz. Yabancı birine “Türkiye’yi tanıyor musun” diye sorduğumuzda; “Evet Gece Yarısı Ekspresini seyrettim” diyor. Gece Yarısı Ekspresi, Ermeni propagandasına dayalı, Türk insanını iğrenç gösteren bir filmdir. Tanıtım konusunda üzerimize çok önemli görevler düşmektedir.Türk insanı hakkında daha önceden oluşan olumsuz kanaatleri yıkmalıyız. Başarılı filmler yaparak hem doğru tanıtımı hedeflemeli hem de tarihi güzelliklerimizi göstermeliyiz. Eğer bu çalışmaları dünya sinemalarıyla eş zamanlı olarak vizyona sürebilirsek, Kültür, Turizm ve Dışişleri Bakanlıklarının Türkiye’yi tanıtım için harcadıkları 10 yıllık gayretten daha iyi sonuçlar alırız.
Bizler hizmet yapma amacı taşıyorsak önemli adamlar değil değerli adamlar olma gayreti göstermeliyiz. Tarih boyunca iki türlü insan ses duvarını aşmıştır. Biri “önemli adamlar” diğeri ise “değerli adamlar”dır. Önemli adamlar, bulundukları makam ve mevkileriyle önemlidirler. Makam ve mevkilerini yitirdikleri zaman önemlerini de yitirirler. Ancak değerli adamlar, zaman ve zeminin merhametsizliğine uğrasalar da paraları, pulları, mevkileri olmasa da gömülen defineler gibi eştiğiniz zaman değerleri daha da artmış olarak ortaya çıkarlar. Bunun en tipik örneği Socrates’tir. İdam edilirken karısına, neden ağladığını sorduğunda karısı, haksız yere idam edildiği için ağladığını söyler. O da; “haklı yere idam etseydiler daha mı iyi olurdu?” der. Socrates; “ben ne ilk ne de son olacağım, hak ve hakikati günlük hayat kaygılarının üstünde tutan bir çok insanın hayatı benim gibi olacaktır” demiştir. Onu yargılayan 501 kişilik mahkeme heyetinden hiç birinin adı da sanı da yeryüzünde kalmamıştır ama Socrates bütün görkemiyle yaşamaktadır. İdam kararını veren ve uygulayan 501 kişi önemli adamlardı, Socrates ise değerli adamdır. Socrates’i yaşatan da bu değerdir. Makamlar geçicidir, mühim olan bu kubbede hoş bir seda bırakabilmektir. İlmi yaşama biçimine yansıyan kişi, kültürünü hazmetmiş insandır. Bunu hayat biçimi yapabiliyorsa, kültür o zaman kültür olur. Kimlikler küçük halkalarla başlar, halkalar genişledikçe kültürü oluşturur. Süleymaniye dimdik ayakta duruyor ise her bir yapı taşı sağlam olduğu içindir.
Toplum gökkuşağındaki renkler gibidir. Eğer toplum demokrasiyle yönetiliyorsa burada renklerin birbirine dönüşme zorunluluğu yoktur. Bir ülkenin idarecileri o ülkeyi iyi yönetebiliyorlarsa tıpkı iyi yöneten şefin orkestrasından çıkan uyumlu ses gibi toplumda da uyum olur. Orkestrada birbirinden farklı enstrümanlar vardır ama usta şef uyumlu ses çıkmasını sağlar. Şef usta olmazsa sadece gürültü çıkar. Türkiye’nin derdi de bu. Eğer siz farklılıkları iyi organize ederseniz onlar sizin avantajlarınız haline gelir. Çoğulculuk kültürel politikalarımızın temeli olmalıdır. Bizler demokrasi kültürünü yerleştirebilmeli, farklılıklarımızla bir arada huzur ve barış içinde yaşamanın yollarını ortaya koyabilmeliyiz.”
Not: Programın özeti, deşifre üzerinden yapılmıştır.
Hazırlayan: Emine Ünlü