Yrd. Doç. Zeynep Kevser Şerefoğlu Danış
25 Şubat 2017
Lisedeyken en çok dikkatimi çeken Slyvia Plath’in ölümü olmuştu. Cambridge’den burs almış şair bir kadındır. Kendisi gibi ünlü bir şair Ted Hughes ile evleniyor. Çok güzel bir hayatı var. Ama iki çocuktan sonra fırını açıp, kafasını içine sokup intiharla biten bir sonu var. Çünkü artık eskisi gibi şiir yazamadığını düşünüyor. Bu arada Virginia Woolf da intihar ederek ölüyor. Cebine attığı çakıl taşlarıyla evinin yakınındaki derede intihar ediyor. Slyvia Plath’in en çok okuduğu, örnek aldığı ve ardından yola çıktığı yazar Virgina Woolf’tur. Slyvia Plath şöyle der; “Woolf doğurmamıştı ama ben doğuracağım. Bu işin içerisinde evlilik, gerçek bir aşk ve çocuklar olursa işin sonu intihar olmayacak. Onun eşi yayıncıydı, ben ise bir yazar ve şairle evliyim”. Ama evlilikten sonra bakar ki eşinin kariyeri devam edip ikinci kitabı çıkıyorken kendisi çocuklarla baş başadır. Onlarla nasıl başedeceğinin yöntemlerini bilmemektedir. Burada duruyorum. Çünkü sadece bu meseleyi alıp bile buradan devam edebiliriz. Diğer kadın edebiyatçıların eşleriyle ilişkileri, hayatı sorgulamaları dahi ayrı bir seminer konusu olabilir. Çok bilindik Tanzimat romanları üzerinden düşünürsek Taaşşuk-u Talat ve Fitnat bizim yerli ilk romanımızdır. Tanzimatla birlikte roman türü hayatımıza girmiştir. Daha önce bir şey yazmıyor muyduk? Tahkiye ediyorduk, hikayeleştiriyorduk ama bu çoğunlukla şiir içinde hikayeydi. Mesela Leyla ile Mecnun mesnevisi düz yazı değildir. Altı bin küsür beyitlik bir şiirdir. Biz tahkiyeyi de şiirle yapıyorduk. Bu, çok uç bir güzelliktir. Veya geleneksel hikayeyle anlatıyorduk, roman bizim için yeni bir türdür. Bakıyoruz ki ilk romanımız Taaşşuk-u Talat ve Fitnat’ın sonunda Talat Fitnat’ı seviyor. Ama dönemin şartları nedeniyle onu göremediği için kadın kılığına giriyor ve ona dikiş-nakış arkadaşı oluyor. Zamanla birbirlerini severler fakat Fitnat’ı yaşça büyük birisiyle evlendireceklerdir. Tanzimat romanının acemiliklerine bağlı olarak çok büyük bir tesadüf yaşanır; İşe bakın ki evlendirecekleri kişi meğer babasıdır. Daha önceden olaylar karışmıştır. Sonra bunu nasıl anlar Fitnat? Ona evleneceğin gün boynundaki kolyeyi aç demişlerdir. Evleneceği gün açtığında bu kişinin evlenmek üzere olduğu kişiyle aynı kişi yani babası olduğunu farkeder ve intihar eder. Talat koşa koşa peşinden yetişir. O da intihar eder. Aslında bu bizim romanımızın teknik olarak etrafa dağıtılan kahramanları nasıl toplayacağını bilememesidir. Bir nevi kaçış imkanıdır. Öldürmenin bir de bizim romanımızda böyle bir teknik boyutu vardır. Mesela Eylül romanında yasak bir aşk vardır. Suad ve Süreyya… Suad evlidir. Romancı Mehmet Rauf dönemin ahlak anlayışına göre onları buluşturmayı düşünmez ve ikisini de yakarak öldürür. Aşk-ı Memnu’da Bihter’i hatırlayacaksınız. Çünkü her şeye rağmen bir adım sonrası ve böyle bir aşkın devam etmesi çok büyük bir sansasyon demektir. Buna varana kadar bir sürü deformasyon vardır. Ama mesela Tanzimat’ta edebiyatta ölüm dediğimizde ölümün böyle bir teknik kaçış olarak kullanıldığını görürüz. Bir Adam Yaratmak’ ta Necip Fazıl’a geldiğimiz zaman hatırlayacaksınız ki kahramanımız Hüsrev’in babası kendini evin önündeki incir ağacına asmıştır. Müslüman psikolojik problem yaşar mı soru ve sorunlarını düşünün. Psikiyatriste ihtiyaç duyar mı? Ama karşımızda gözünün önünde babası kendisini asan bir çocuğun feryatları var. Bu tiyatro eserinde Necip Fazıl’ın bütün kafa kurcalamalarını görürüz. Ve evin önündeki o incir ağacı bu olay kapansın diye kesilir. Hatırlanmasın diyedir. Bu Hüsrev’e çok dokunmuştur. Çünkü henüz yüzleşememiştir. Burada büyük bir psikanalitik durumların ve psikolojiye girişin, Necip Fazıl’ın Sorbonne’da aldığı eğitimin arka planını da görürüz. Hüsrev’den habersiz o incir ağacının kesiliyor olması onu çıldırtır. O incir ağacını kesmeyecektiniz anne der ve sürekli bu cümleyle büyük ölüm sorgulamalarına girer. Şimdi buradan Orhan Pamuk Benim Adım Kırmızı’ya geçtiğimizde şimdi ben bir ölüyüm, şimdi ben bir ölüyüm diyen bir kahramanla karşılaşırız. Sonra Oğuz Atay Tutunamayanlar’a da geçebiliriz. Ama her biri ölümle ilgili çok ayrı bir detay vermektedir. Mesela kaynak kitaplara baktığımız zaman ölümle ilgili ne yapılmış dediğimizde çok derli toplu büyük eserlerle karşılaşmıyoruz. Her yazarın baktığı yer çok farklı oluyor. Fakat her bir şairin, yazarın farklı dönemlerini ve farklı eserlerinde ölüm diye bir sürü tez ve yayınla karşılaşıyoruz. Yani karşımızda çok geniş ve araştırılacak malzemesi çok olan bir konu var. Bu konuyu okumadıysak romanlarla takip etmek zor olacağı için şiirlerle takip etmek istiyorum.
Karşımıza ilk bize tanıdık gelen şiirle başlayalım. Alper Tunga öldü mü şiiri. Alp Er Tunga tespit edilen ilk Türk kahramanlarından biridir. Burada alt metin diyor ki Türkler için lider, bey çok önemlidir. Yedirir, giydirir, donatır. Herhangi şahısların ölümleri üzerine çok durulmaz. Ama ölen bir beyse o inançlarına göre kutsal sayılmıştır ve herkes çok derin üzüntü yaşar. Kendini sahipsiz ve babasız hisseder. Böyle bir arka planla başlıyoruz.
Sonra karşımıza Dede Korkut metinlerinden bir örnek geliyor. Dede Korkut’un şöyle bir önemi var. 15. Yüzyıl tam İslamiyet’i yeni kabul ettiğimiz bir zamandır. Geçiş metinleridir. Okuduğunuz zaman şunu göreceksiniz. Kımız içerler, savaşa giderler, döndükten sonra hemen namaz kılarlar. Henüz daha bütün eski alışkanlıklar terkedilmemiştir. Yeni vecibelere uyum fasılalarla devam eder. Şiirde Azrail’le bir diyalog vardır. Azrail Dede Korkut hikayelerinde ölüm meleği olarak çok yeni bir figürdür. Ama mümkün olduğu kadar sempatikleştirilmeye çalışılmıştır. Biraz daha bekle, az daha bekle gibi karşılıklı konuşturmalarla onun inisiyatif kullanabileceği düşünülerek biraz daha sempatikleştirilmeye çalışıldığını görüyoruz. Yani Türklerin dini ilk algılayış biçiminde korkunç bir tablo yoktur.
Pir Sultan Abdal, Alevi Bektaşi kimliğinin öncüsüdür. Pir Sultan’da gördüğümüz çok ilginç bir şey var. Pir Sultan Abdal’dan feyiz alıp yola çıkan insanların ölüm algısıyla Pir Sultan Abdal’ın kendi şiirlerindeki ölüm algısı arasında çok büyük fark var. Yani biraz evirilmiş, dönüştürülmüş ve kullanılmış bir figür olarak görüyoruz.
Karacaoğlan ise yine Azrail’in sempatik duruşu ve Azrail’le konuşma ve ölümün hak olduğunu bilmeye rağmen bir çekinceyi gösteriyor. “Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm” çok bildiğimiz bir dizedir. Şiirlerinde hem bir git ve sonra gel denir, hem de benim bundan bir kaçışım yok ve buna bir sözüm de yoku söyler.
Yunus Emre işin artık daha tasavvufi bir boyutunu ele alır. O artık ölüme ölüm gibi bakılmadığının bir habercisidir. Biz devamını Divan edebiyatında göreceğiz. Azrail meleği hala aktif olarak fonksiyonunu taşıyordur ve meleğe, gel dosta gidelim gönül denir. Artık felsefi anlamda ve düşünce anlamında bir ebediliğe vurgu vardır.
Mevlana’ya geldiğimizde bu zaman onun için bir Şeb-i Aruz ve düğün gecesidir. Bir kavuşma anıdır. Yani canı sen aldıktan sonra seninle olunca candan da tatlıdır ölüm denir. O’na kavuşmayı istedikten sonra artık ölüm manasız kalmaya başlar.
Divan Edebiyatında Ölüm
Divan şiirinde Fars kültürüyle ve Arap kültürüyle daha bir hemhâlız. Özellikle Fars edebiyatından çok fazla remiz alıyoruz. Bu sebeple Divan şiirinde ölümle ilgili yapılan çalışmalarda karşımıza çıkan şey sürekli olarak hayatın geçiciliğini bilmek, bu dünyada bir an olsun gaflete dalmamak, ne olursa olsun dünyadaki bütün amelleri nihai sona göre ayarlamaya çalışmak üzerine bir didaktik havaya bürünmüştür. Yapılan çalışmalar bize hep böyle beyitler veriyor. Şiirde nefis ve ölümü bilmemize rağmen bize yanlış yaptıran öğeler olarak onları da suçlu buluyoruz. Fuzuli’de çok edebi ve estetik bir fark vardır. Eskilerde hitabe ve mezartaşı geleneği çok yaygındır. Herkes ölümünden önce kendi mezar taşını kimin yazacağına karar vermek istemiştir. Bu işin bir edebi değeri vardır. Şair çok önemlidir. O harfleri latif ve estetik bir şekilde taşa kazımak da çok önemlidir. Önceden bunu düşünenler ve sipariş edenler hiç azımsanmayacak seviyededir.
Tanzimat Dönemi ve Sonrası Şiirde Ölüm
Divan edebiyatından sonra karşımıza Tanzimat, modernleşme ve batılılaşma çıkıyor. Ölüme bu zamana kadar ki bakışımızda bir sorgulama ve red görmüyoruz. Dünya ahvali içinde tatlı tatlı bir söyleşme var. Ama Tanzimat dönemine geldiğimiz zaman artık düşünce dünyamız ve ölüme bakış açımız arasındaki paralellik çok net gözüküyor. Akif Paşa torununa yazdığı şiirinde;
“beden toprak mı olacak, ne olacak,
o beden o toprakta nasıl yatacak”
bu kadar küçük yaşta bir çocuk toprakla neden karşılaşır durumlarını sorgulamaktadır. Sitemkardır.
Recaizade Mahmud Ekrem yine aynı şekildedir. Tanzimat 1. Dönem şairlerimizdendir. Recaizade Mahmud Ekrem üç çocuğunu arka arkaya kaybetmiştir. Kız kardeşini kaybetmiştir. O artık karşımıza daha farklı sorularla gelmektedir. Makber şiiri ise ölümü felsefi olarak kabul edemememizi, sorgulamamızı ve gelgitler yaşamamızı ve hesap sormamızı temsil etmektedir. Bunu bir başlangıç noktası ve temel taşı olarak da kabul edebiliriz. Şuna da dikkat etmek lazımdır. Abdülhak Hamit’in hayatının yarısından çoğu babası ateşe olduğu için Batı’da geçmiştir. Bizim eğitim sistemimizle yetişmedi. Abdülhak Hamit için şair-i azam ve çok büyük şair denilir. Halbuki şiir estetiği adına yeni bir şey eklemiyor ama bizde olmayan bir sürü yeni şeyi söylüyor. Mesela pastoral şiir bunlardan biridir. Doğa şiiri yazmak için önce doğa özlemi çekmek lazımdır. Onun olduğu eğitim gördüğü yaşadığı yerlerde artık sanayi devrimi merkezi yerlerde alıp başını gitmişti. Bir doğa hasreti başlamıştı. Mesela bunu hiç değiştirmeden alır getirir bize. Bizde kitaplarda yazarız ki pastoral şiirin başlangıcı Hamit’ledir. Halbuki biraz kopyala yapıştır olmuştur. Ama ilk olması kıymetlidir. Şimdi günümüze geldiğimiz zaman Hamit’ten sonra servet-i fünün ve milli edebiyat çıktı. Duruma göre şekil aldık. Servet-i Fünün’da biraz daha Fransız şiiri baskındı. Cenap Şahabettin ve Tevfik Fikret’le Hamit’e destek olan şiirler geldi. Trabslusgarp savaşıyla milli edebiyat dönemi geldi. Arapçayı ve Farsçayı atalım. Eski Türkçe’ye dönelim denildi. Ama bizim asıl bakacağımız dönem Cumhuriyet ve sonrasıdır. Neden? Çünkü yeni bir ülke ve yeni bir tahayyül ve toplumsal düzen yeni bir edebiyatı oluşturdu. Karşımıza çıkan şiirleri biraz detaylandırarak ve başlıklandırarak gideceğiz.
Şairlerin Kendi Ölümlerini Yazması
Bu dönemde şairlerin kendi ölümünü çok fazla hayal ettiğini görüyoruz.
Necip Fazıl diyor ki:
“Bu benim kendi ölümüm,
bu benim kendi ölümüm,
bana geldiği zaman böyle gelecek ölüm”.
Ahmet Kutsi Tecel: “Besbelli ölümüm sabahleyindir”. Ataol Behramoğlu ise “ben ölürsem akşam üstü ölürüm” diyor. Şairler ve yazarlar kendi ölümleri hakkında çok düşünüyorlar. Necatigil’in kitaplarda ölmek şiiri çok güzeldir. Özellikle hayatını satırlara gömen yazarın yapıp ettiklerini betimler.
Erdem Bayazid ise ölümü şiirinde şöyle betimler:
Bir gün öleceğim biliyorum
Bunu her an ölür gibi biliyorum
Anamın yüreğinde bir kor
Ölene dek sönmeyecek bir ateş
Kımıldanıp duracak hep
Karım bomboş bulacak dünyayı
-N’olurdu birlikte ölseydik, deyip duracak
Oysa insan yalnız ölür
Ama o olmayacak dualarla teselli arayacak
Kızlarımın gırtlaklarında bir düğüm
Bir süre kaçacaklar insanlardan
Boşluğa düşmüş gibi bir duygu içlerinde
Sonunda onlar da kabullenecekler öylesine
Ölümüme en çabuk dostlarım alışacaklar
-Yaşayıp gidiyorduk yahu
Ne vardı acele edecek!
Diyecekler
Biliyorum yaklaşıyoruz her an
Biliyorum oruçlu doğar insan
Ölümün iftar sofrasına
Turgut Uyar ise şiirinde ölümü şöyle betimler:
“Şöyle sessizce ölüp gitmeliyim
bir yaz gecesi Gülhane parkında.
şu hazin ömrü tamam etmeliyim..
birkaç kişi başlarını eğsinler,
sonra ardımdan bakıp acıyarak
– Bir garip ölmüş desinler…”
Aslında başka bir beklenti de vardır. Diğer dünyayla bir ilişki olmadığı için böyle bir kimsesizliği önden kabullenme vardır. Ne vasiyet, ne uzun boylu veda der dizelerinde… Çünkü bağlantı da istemez ve buna inanmaz. Bu da böyle kendine ait bir ölüm kurgusudur.
Başkalarının ölümleriyle ilgili ise İsmet Özel şöyle der.
“Bize ne başkasının ölümünden demeyiz
çünkü başka insanların ölümü
en gizli mesleğidir hepimizin
başka ölümler çeker bizi
ve bazen başkaları
ölümü çeker bizim için.”
Özdemir Asaf’ın şu dizeleri de temsili olarak ölümü çok güzel tasvir eder.
“Ne zaman bir yakını ölse birinin,
Onu ilk ölüm sanır kalır o
Ne zaman bir sevdiği ölse birinin,
Onu en ölüm alır kalır o.
Ne zaman bir saydığı ölse birinin,
Onu hep ölüm bulur kalır o.
Şiirde Anne ve Baba Ölümleri
Anne baba ölümleri şairlerin çok başvurdukları bir ölüm temasıdır.
Babam öldü
koptu çalar saatlerin
gergin yayı
babasız evlerde
kim susturacak
çığlıktan doğan fırtınayı
Bahar gibi verirmiş babam
annemin ellerine dünyayı
Yoksulluk da ölüm gibidir
çevreden kuşatır evi
gök nasıl kucaklarsa dolunayı
Herkes öğrenebilir balık tutmayı
bana denize bakmayı öğret anne
Sevinçli bir şarkı söyle
koşmaya alıştır babasız tayı
Mustafa Ruhi Şirin
Mustafa Ruhi Şirin genelde çocuk şiirleri yazar. Aslında çocuk şiiri olarak yazmış. Ama çok çocuk şiiri gibi değildir.
Sizin Hiç Babanız Öldü Mü?
“Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü kör oldum
Yıkadılar aldılar götürdüler
Babamdan ummazdım bunu kör oldum.”
Cemal Süreyya
Çok bildiği eylemler değil. Neden aldılar, yıkadılar. Bunlara girmiyor. Sonuçta bir gereklilik halinde bunlar yapılmış. Ama gitmemesi gerekiyordu ve beni çok yarım bıraktı diyerek şiirini bitiriyor.
Gidenlerin Ardından Yazılan Şiirler
Gidenlerin ardından yazılan şiirlerde fazladır. Bu şiiri temsili olarak alıyorum. Bu, yedi güzel adama dair çok hoş bir birlikteliktir. Çünkü Cahit Zarifoğlu aramızdan çok erken ayrılmıştır.
Cahit deyince
Cahit deyince aklıma sular yıldızlar
Alınlarında şafak örtülü
Anneler babalar
Gözleriyle gül toplayan çocuklar
Çöl rüzgârları kervanlar
Denize atılmış ağlar
Kalbe dökülen ırmaklar gelir.
Cahit deyince aklıma
İçinde bütün çiçekleri taşıyan sevdalar
Aşklar arkadaşlıklar gelir
Sait gelir Akif gelir Erdem gelir Rasim gelir.
Alaeddin Özdenören
Ziya Osman Saba ismini şu yüzden hatırlatacağım. Ne kadar Cahit Sıtkı Tarancı ölümden kaçıp korkarsa Ziya Osman Saba o kadar mütevekkil, o kadar hoş ve her an ölümü bekler bir edadadır. Diyor ki:
Rabbim, nihayet sana itaat edeceğiz…
Artık ne kin, ne haset, ne de yaşamak hırsı,
Belki her sabah vakti, belki gece yarısı,
Artık nefes almayı bırakıp gideceğiz…
Ben artık korkmuyorum, herşeyde bir hikmet var
Gecenin sonu seher, kışın sonunda bahar.
Belki de bir bahçeyi müjdeliyor şu duvar,
Birer ağaç altında sevgilimiz, annemiz.
Gece değmemiş sema, dalga bilmeyen deniz,
En güzel, en bahtiyar, en aydınlık, en temiz
Ümitler içindeyim, çok sükür öleceğiz…
Ziya Osman Saba
Ziya Osman Saba’nın çok şiiri yoktur. Küçük bir şiir kitabı vardır. Ama her şiiri böyle bir rahatlama verir.
Ölüm karşımıza daha siyasi ya da kurtuluş anlamında da gelir. Özellikle Sezai Karakoç ölümü bir diriliş olarak yazar.
Anlatacaktım ölümlerini bir sonbahar eşliğinde
Bir kış güneşliğinde
Fakat baktım bu ölüm değil diriliştir
Tabiatı aşan bir bildiriştir
Yeni zamanda ölüm karşımıza korkulan bir gerçek olarak çıkıyor.
Mesela Gülten Akın şöyle der:
Ölümü ben ölümü ben
Tuttum uzağımda yadsıdım
Bir vida gibi sessiz kendiliğinden
O bana alıştı
Tevfik Fikret’in şiirlerinde de ölüm çok korkulacak bir şekilde tasvir edilmiştir. Şiirde Tevfik Fikret kendini bu durumdan çıkardığı için, siz inanıyorsunuz ve size böyle bir ölüm gelecek demek ister. Tamam. Ölüm var. Kabulleniyorum. Ama çekinmekten de kendimi alamıyorum. Bu hissiyatta şiirlerde vardır. Necip Fazıl’ın hem ölümün güzel olduğunu anlatan bir beyiti vardır. Ama aynı zamanda
“ölecek miyim tam da söyleyecek çağımda,
söylenmeyen cümlenin hasreti dudağımda” demekten de kendini alamıyor. Ben daha konuşacaktım. Sözüm bitmemişti diyor.
Beklemiş beklemiş birden gelmiş ölüm
Sanki bin yıl beklemiş beni bulmuş ölüm
Kuşatmış her yandan bütün yolları tutmuş
Herkesi bir av gibi önüne katmış ölüm
Osman Sarı
Yağmur bu kadar inceyken
Ağır açan bir gül kadar hafifken merhamet
Ölüm çok ağır Allahım
Ölüm çok ağır, affet.
Hüseyin Atlansoy
Ölümü kesinlikle hiçlik olarak görenlerden birisi de Aziz Nesin’dir.
Uyumaya değil
Rüyalarıma gidiyorum
Orada yaşayacağım isteğimce
Uyanıkken hiç yaşayamadığım
Tasavvurunda ikinci bir dünyadan ziyade bir hiçlik vardır.
Ben
senden önce ölmek isterim.
Gidenin arkasından gelen
gideni bulacak mı zannediyorsun?
Ben zannetmiyorum bunu.
İyisi mi, beni yaktırırsın,
odanda ocağın üstüne korsun
içinde bir kavanozun.
Kavanoz camdan olsun,
şeffaf, beyaz camdan olsun
ki içinde beni görebilesin…
Ama ölüm de korkutmuyor beni.
Yalnız pek sevimsiz buluyorum
bizim cenaze şeklini.
Nazım Hikmet
Aşk ve Ölüm
Ölümün en zarif hali aşktır. Ölümü aşkla birlikte düşünen şairlerin sayısı da hiç az değildir. Sezai Karakoç’un “Ben kandan elbiseler giydim” şiiri bunu anlatır.
Kendinden birşeyler kattın
Güzelleştirdin ölümü de
Ellerinin içiyle aydınlattın
Ölüm ne demektir anladım
Yer değiştiren ben değildim
Farklılaşan sendin
Sendin bana gelen aynalarla
Sendin bana gelen sendin
Artık ölebilirdim
Bütün İstanbul şahidim
Ben kandan elbiseler giydim
Bundan senin haberin var mı
Artık hiçbir şey şairin gözüne dert ve tasa olarak görünmüyor. Öyle bir duygu yaşamış ki bundan sonra daha büyük bir tasa ve endişe bunun önüne geçebilecek herhangi bir şey yok.
Adanmış Ölümler
Adanmış ölümler meselesi çok farklı siyasi görüşten birçok insanın çok başvurduğu bir yöntemdir. İsmet Özel’in şiirlerinde şöyle karşımıza çıkıyor.
Doların dalgalanmasına bırakıldı bu çağda ölüm
geceleri şehrin varoşlarında ikamete mecbur edildi
gündüzün kimlik soruldu ona
sağcı mı, solcu mu olduğu sorusuna cevap verdi
seken bir kurşun kadar
kurşuni bir kış denizi kadar bile
taraf tutmayan ölüm
Bu şiir seksenli yıllardaki acıları anlatıyor. Kurtuluşun ölüm şiiri de çok bilinen bir şiirdir.
Sabahlara sorun bizi,
Suçumuz adımızda saklıdır,
Düşmana ölüm yağdırdığımız Hamidiye,
Yürür üstümüze,
Şaşkınız,
Öfkeliyiz,
Söylenmez biz,
Hangi suçtan ölmeliyiz…
Ölüme değil,
Ölümden değil gardaş,
Biz dili bağlı,
Gitmeye yanarız,
Savrulsun sarığımız,
Erzurum’dan Rize’ye
Maraş’tan Konya’ya
Umudun dili olsun.
Bir gün konuşur devleşen bedenimiz,
Sevdamızla mayaladığımız bu toprak,
Ahdimize nankörlük etmez,
Ölüme değil,
Ölümden değil gardaş,
Biz dili bağlı,
Gitmeye yanarız,
Savrulsun sarığımız,
Erzurum’dan Rize’ye
Maraş’tan Konya’ya
Umudun dili olsun.
Ahmet Mercan
Cevher Dudayev ve arkadaşlarının ölümünden sonar Cahit Yeşilyurt‘un yazdığı bir şiir vardır.
Onlar destan yazmadılar
En soylu bir destan kasırgası gibi yaşadılar ve yaşıyorlar
Böylesine güzel ölüyorlar
Böylesine adil ölüyorlar
Bu anlamda adanmışlık anlamındaki ölüm her siyasi görüşten insanın şairin muhakkak değindiği bir türdür.
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor;
Bir hilal uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor.
Mehmet Akif Ersoy
Modern Dünyada Ölüm
Bir de modern ölüm vardır. Ölümün şekli değişmiştir.
Yılmaz Erdoğan ile başlayalım.
Şimdi ölüm bile yetmiyor
acılarımızı tartmaya
dostlar
alıngan bir sahili pinekliyorlar
bir merhaba’yı bıçaklar gibi artık
selamlaşmalar
değişen ben değilim
dönüşen savaş
artık zaman bile yetmiyor
yaşadığımızı sanmaya
Yılmaz Erdoğan
Ölümle şaka olmaz diyenler
kıyasıya yanıldılar bu çağda
Taksitle Ölüm diye bir roman yazıldı artık
Önce Öl/Sonra Öde denilmek suretiyle
aşılıp geçildi bu roman da.
İsmet Özel
İntihar
İntihar da ölüm ve şiirin konularından olmuştur. Orhan Veli şunları söylemiştir:
Kimse duymadan ölmeliyim
Ağzımın kenarında
Bir parça kan bulunmalı.
Beni tanımayanlar
“Mutlak birini seviyordu” demeliler.
Tanıyanlarsa, “Zavallı, demeli,
Çok sefalet çekti..”
Fakat hakiki sebep
Bunlardan hiçbirisi olmamalı.
İlhami Çiçek ise yedi güzel adama çok yakın isimlerden birisidir. İntiharla kaybettiğimiz şairlerimizden birisidir. Veda isimli şiirinde ölümü tema olarak almıştır.
Veda
güpegündüzün kırıldı cam
penceremde veda
çınarın yaprağa anlattığından
gün – bütün bir ceset gibi
bahçede şimdi
penceremde yas
çekildi özsular içerlere
çokça cam kırığı kıyı ve duvarlardan
aştığı gün.
İlhami Çiçek
Hayat varsa, ölüm de vardır ve şair yaşıyorsa, hayatı da ölümü de yazacaktır. Dolayısıyla, Türk şiirinde de ölüm, eskiden beri sıcaklığını koruyan bir konu olma özelliğine sahiptir. Ölümü düşünmeyen hiçbir insan ve onu şiirine konu etmemiş hiçbir şair hemen hemen yoktur ve “ölüm”, dünya görüşü ne olursa olsun, her sanatçı için bitmez tükenmez bir kaynaktır.
İslâmiyet’ten önceki şiirlerde geçen ölüm teması, genellikle ruhun öldükten sonra da yaşadığı inancı ile birlikte yer almıştır. İslâmiyet’in kabulünden sonra ise, öte âlem inancının daha derin olduğu şiirlerle karşılaşılmıştır.
Halk edebiyatında derin bir ölüm tahlili görülmez. Canı alanın mutlak kudretine inanılmasına rağmen, sevilenden ayrılık, ozanları dertli söyletmiş ve gidenin ardından ağıtlar yakılmıştır. Felsefi anlamda tartışılan bir ölüm değildir bu şiirlerdeki. Sadece dini veriler açıklanır, yorumlanır, örneklendirilir. Görülen şiir örneklerinde ölüm temi, ölümün tartışıldığı bir formatta değil, gidenlerin geçici olarak bıraktığı boşluk ve üzüntü merkezlidir.
Divan edebiyatında da benzer bir durum söz konusudur. Ağıtların yerini alan mersiyelerde gidenlerin yapıp ettikleri, bıraktıkları, kasidelerle uzun uzadıya anlatılır. Ancak ölüme dair tevekkül tamdır, herhangi bir sorgulayıcı bakış açısına rastlanmaz.
Tasavvufî şiirlerde ise genellikle ölmeden önce ölmeyi düstur edinen bir anlayış egemendir. Ölüm düşüncesinin varlığı, “insanın terbiye edilmesinde” önemli yer tutmuştur. Ölüm ve hayat iç içe yaşanmış, onu unutmaya değil, sürekli akılda tutmaya çalışan bir anlayışla hareket edilmiş, mezarlıklar bile cami avlusuna, görülecek yerlere yapılmış; bu bakış açısı da tasavvufî şiirlerde ölümün bir problem olarak yer almasını engellemiştir.
Batılılaşma, batıdaki ölüm teminin algılanışını da beraberinde getirmiş, ülke aydını, sanatçısı, şairi ölüme bu gözle bakmaya başlamışlardır. Bu noktada inançlar ve zihin dünyası ölümle ilgili tanılar konusunda belirleyici olmuştur. Abdülhak Hamit’in eşinin ölümü için yazdığı ve bir anlamda Yeni Türk Edebiyatı’nın en bilinen ölüm temli ilk şiiri olan Makber’de, ölüme farklı bir bakış açısı vardır. Şair, eşyanın, tabiatın ve kainatın sırlarını çözmek için önce büyük ümitlerle yola çıkar. Sorgulamalar ve inkârlara gidip geri dönmeler sonunda Türk şiirinde alışık olmadığımız dizelerle karşılaşırız. Sonunda Kenan Akyüz’ün ifade ettiği gibi, “şairin, bütün inkâr ve isyanları sonrasında ancak dinî bir imana bağlanmak suretiyle kendisini kurtarmaya çalıştığı görülse” de yine de tevekkülün yerini sorular almıştır artık.
Ölüm karşısında takınılan müspet tavrın Tanzimat Edebiyatı ile değişmeye başladığını, gittikçe ağırlaşarak Servet-i Fünûn ve Meşrutiyet devri edebiyatlarında buhranlar doğurduğunu görürüz. İnançsızlık ve buhranlar Cahit Sıtkı ve Orhan Veli neslinde had safhaya gelir. Çünkü 19. yüzyıldan beri inanç temelleri sarsılan Türk aydını, şairi artık hiçbir şeye inanmamaktadır. Bu nesil “derin temellere dayanmayan bir zevkperestliği” hayat felsefesi olarak benimsemiştir. Mektep çağında Batı’nın materyalist düşüncesine kendisini kaptıran bu nesil, yaşama sevincini âdeta bir din haline getirmiştir “Dünya nimetleri” ve modernizmin getirdiği birçok imkân, ona başka bütün haz ve lezzetleri unutturmuştur.
Cumhuriyet Devri’nden bugüne kadar gelen süreçte ise, bir tem olarak ölüm, çok çeşitli şekillerde açılım kazanmış ve dilin, düşüncenin gelişimiyle, farklı düşüncelerin dizelerde yer bulmasıyla çok değişik duruşlarla karşımıza çıkmıştır. Burada en önemli nokta, ölüm teminin yansıyan bu değişik şekillerle beraber, hayata dair farklı bakış açılarını da ortaya koymuş olmasıdır.
Hamid’in şiirinde görülen şaşkın hal, ondan sonra gelen başka yeni şiirlerde de görülmüştür. Ancak 20. yüzyıl Türk şiiri içinde ölüm temasına geniş yer ayıran pek çok şair de bu bilinmezliğe rağmen nihayetinde dinî imanda karar kılmışlardır. Düşünen ve gel-gitler yaşayan benzeri şairlerin çoğu, insanın bu konudaki kifayetsizliğini sonunda kabul etmiş ve Allah fikrine bağlanarak kâinâta ve hilkata karşı olan endişe ve şüphelerine son vermişlerdir.
İnançta bir tereddüdü, bir boşluğu yaşayarak Allah inancına tam bağlandıkları söylenemeyen Ahmet Haşim ve Cahit Sıdkı Tarancı, ölümü daha çok ‘yalnızlık’ faktöründe derinleşerek şahsî dramları haline getirirlerken; örneğin Necip Fazıl, sanat hayatının ileri devresinde ölüm korkusunu önemli oranda aşmış, bu konudaki inancını, dinî ve tasavvufî düşünüş çerçevesinde ebedî var olma fikriyle birleştirmiştir.
Bir diğer yandan, ölümü bir boşluk ve sonsuzluk olarak görmeye devam edenler de olmuştur. Materyalist bir şair ölümü varlığın sonu olarak görürken inançlı şair için ise o, yeniden doğuş, ebedi hayata giriştir. Ancak, her ikisi de onda büyük şeyler bulur ve onu işler.
Dikkat çeken bir nokta da, şiirlerde ölüme yönelik en kabullenici, hatta istekli görünen durumlarda bile ambivalans (aynı konuda iki zıt duygunun bulunması)ın görülmesidir. “Ölecek miyim tam da söyleyecek çağımda/Söylenmedik cümlenin hasreti dudağımda” beyti de, “Ölüm güzel şey budur perde ardından haber/ Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber” beyti de Necip Fazıl’a aittir.
Ölüm teminin karşımıza farklı boyutlarda gelmesinde etkili olan başka unsurlar da vardır. Örneğin yaş, bunlardan birisidir. İnsanın gençlik, yetişkinlik ya da yaşlılık dönemlerindeki görüşleri de birbirinden farklılık gösterebilmektedir.
Yeni Türk şiirine baktığımızda, ölüm, özellikle şairlere kendisini muhakkak düşündürtmüş ve bu dünyadan ayrılırkenki zamanlarında etraflarındaki olabilecek değişiklikleri, yakınlarının hissedebileceklerini bizlerle paylaşmışlarını sağlamış; ölüm ötesine inananların dizelerinde büyük bir teslimiyetle güzelleşmiş; sadece bir sonsuzluk ya da ‘hiç’lik olarak ele alındığında bütün korkunçluğuyla mısralarda büyümüş; kimilerince fenomenolojik olarak görülmüş ve insanoğlunun başına gelen en doğal şey olarak hissedilmiş; bazen zıddı olan yaşama tutundurulmuş; en zarif hali olan aşkla karşımıza çıkmış; ona kucak açmaktan çekinmeyen cesur yüreklerle yakına gelmiş; en modern haliyle artık ya kaçılan ve korkulan bir mesele olmuş ya da alışılmakla kirlenmiş; acı da olsa planlanarak, intihar olarak karşımıza çıkmış; başka birçok sembole benzetilmiş ve farklı motiflerle anılmıştır.
Günümüze gelindiğinde ölüm temi, haiz olduğu derinlik ve Yeni Türk Şiiri’nin tanıdığı imkânlar sebebiyle, çok farklı boyutları ve görünüşleriyle karşımıza çıkmakta; hatta bir şairde değişik şekilleriyle bile yer alabilmekte; kaleminden çıktığı şairin hayata dair kodlamalarını da gözler önüne sermektedir.
Özeti Hazırlayan; Ayşenur Aydın
1 Yorum
Edebiyatta ölüm teması çok ilginç…
şiir okurum, roman da… Ama hiç bu perspektiften yaklaşmamıştım açıkcası, emeğinize sağlık.
ölüm… kulağa soğuk geliyor fakat bir o kadar da yakınımızda, bunu yazıdaki örnek metinlerde hissediyor insan.
Başarılarınız devamını dilerim, Hazar.