1980 Sonrası Kadın Hareketi: : Kemalist Kadın Kimliğinden Kopuşların Seküler Temeli

Hazırlayan: Yorum yapılmamış Paylaş:

OSMANLIDAN GÜNÜMÜZE KADIN HAREKETİ
-IV-

Prof. Dr. Ömer Çaha / 13 Kasım 2010

Avrupa tarihi, aslında bir sınıf tarihidir. Avrupa’daki siyasi çatışmaların tarihi de büyük ölçüde sınıflar arası çatışma tarihidir. Avrupa modernleşmesini sağlayan itici güçler de sosyal sınıflardır. Ve bu sosyal sınıflar arasındaki çatışma, Avrupa’daki hem siyasal hem de sosyal düzeyde ki bütün ayrışmanın da temelini oluşturuyor. Onun için her siyasi parti Avrupa’daki sınıfların aşağı yukarı bir temsilcisi gibidir. 1950 sonrasında bu sınıfsal yapı önemli ölçüde değişim geçiriyor. Avrupa’da refah devletinin gelişmesi ile beraber, sınıfsal bir yapıdan post materyal bir yapıya geçildi. Dolayısıyla çatışmada post materyal değerler üzerinden olmaya başladı ve yeni sosyal gruplar ortaya çıktı. 1960 sonrası, özellikle sosyal grupların ortaya çıkmasıyla beraber sosyal gruplar bazında talep edilen bir takım haklar gelişti. Amerikalı bir yazarın “Sessiz Devrimler” adlı kitabı tam da bunu anlatıyor.

Öğrenci hareketleriyle beraber ortaya çıkan sosyal gruplar, materyal değerlerden ziyade post materyal değerleri; insan hakları, çevrecilik, üçüncü dünyacılık, özgürlük gibi değerleri talep etti. Böylece kültürel ve manevi değerler üzerinden çatışma olmaya başladı. İkinci dalga kadın hareketi, bu post materyal değerlerle beraber geliştirdiği farklı bir söylemle 60’larda Avrupa’da ve Amerika’da kendisini göstermeye başladı. Dolayısıyla sınıfsal yapı arka plana itildi ve bu sosyal sınıflar arasındaki fay hatları da büyük ölçüde erimeye başladı.

Böyle bir benzetme Türkiye için de yapılıyor. Nilüfer Göle’nin çalışmaları biraz o eksende, benim de çalışmalarım biraz o çevrededir.1970’lerde Türkiye’de, ideolojik bir savaş ve savaşın aktörü olan gruplar vardı. Siyasi partiler, sosyal hareketler, sınıflar, sendikalar bu ideolojik temelli çatışmanın dinamizmini oluşturuyordu. Belirgin iki üç tane ideoloji vardı; Kemalizm, Sosyalizm Milliyetçilik, belki buna İslam devleti düşüncesine dayanan İslamcılığı da ekleyebiliriz. Bu çerçevede kamusal alan ideolojiler tarafından bir şekilde parsellenmişti. Çatışma ise ideolojiler arasında, özellikle sağ-sol arasındaydı. 80 darbesiyle beraber, Türkiye’de ideolojilerden arınmış olan bir kamusal alan doğdu. 12 Eylül yönetimi ideolojileri tasfiye etti, özellikle de kamusal alan olan “Sol’u”.

Ve Sol’un tasfiye olmasıyla beraber yeni bir kamusal alan doğdu. Bu yeni kamusal alanda da bir takım kimlikler uyanmaya başladı. Bunlardan bir tanesi de kadın hareketidir. Çevrecilik bu şekilde gelişmeye başladı, insan haklarıyla ilgili talepler, dernekler, hareketler, sosyal oluşumlar bu şekilde ortaya çıkmaya başladı ve dini haklar da gündeme geldi. Böylece sistemin tümünü dönüştürmeye dönük olan hareketler, yerini haklar üzerinden yapılan bir mücadeleye bıraktı. Dolayısıyla insan hakları, kadın hakları, dini haklar, çocuk hakları, eğitim hakları vs. gibi sistemi tümüyle dönüştürmek yerine, bir grup için haklar talep etmeye dönük bir söylem gelişti. 1980 sonrasının böyle bir özelliği var.

Özellikle solun 12 Eylül yönetimi tarafından tasfiye edilmesiyle beraber, sol ideolojisi altında gizlenmiş olan bir takım kimlikler uyanmaya başladı. Alevilik bunlardan biridir, 1970’lerde bir kimlik olarak Alevilik yok. Aynı şekilde Kürtçülük bunlardan bir diğeridir, 1970’lerde Kürtçülük diye bir hareket de yok. Talepler var kuşkusuz ama solla bütünleşmiş vaziyette ve herkes sosyalizme geçtikten sonra sanki bunlar nasılsa gelecek gibi bir beklenti içinde. Dolayısıyla kimlik mücadelesi gibi bir üst çatı olarak sosyalizm mücadelesi veriliyordu. Yine çevrecilik hareketi solun içindeki bir alandı fakat solun tasfiyesiyle beraber bunların her birisi ayrı birer hareket olarak gelişti.

Şirin Tekeli’nin 12 Eylül’den sonra bir açıklaması var, diyor ki ‘Biz 1970’lerin sonuna doğru, Feminist literatürün Türkçe ’ye aktarılmaya başlamasıyla birlikte, Feminizmle tanışmaya başladık. Fakat sol kimliğimizden dolayı kendimizi Feminist olarak ortaya koyma cesareti gösteremedik. Bu dönemde eskiyle ve çoğumuzun benimsediği Marksizm’le sancılı bir hesaplaşma süreci yaşayarak ve her şeyden önemlisi kendi günlük yaşam deneyimlerimizi enine boyuna irdeleyerek Türkiye’de patriarka, cinsiyetçilik, erkek egemen toplum kavramlarının geçerliliğini saptadık ve yavaş yavaş Feminist olduk.’

1970’lerin sonu 1980’lerin başından itibaren feminizmle tanışmış, çoğu üniversitede olan kadınlar yavaş yavaş kendilerini feminist olarak lanse etmeye başlıyorlar. Feministlerin kendilerini ifade etmek için bulduğu zemin ise 1981’de haftalık olarak çıkan Somut Gazetesi’dir. Feminist kadınlar gazetenin bir sayfasını tümüyle alıyor ve o sayfada yazmaya başlıyorlar. Burada ana hatlarıyla Türkçe’ deki kadın aleyhine olan deyimler, atasözleri, yasalarda kadın aleyhine olan mevzuatlar, kadınların yaşadığı pratik sorunlardan bahsediliyor. Başlangıçta daha çok kadın aleyhine olan dil ve yasalarla ilgili analizler yapılıyor. Fakat zamanla bir takım talepler gündeme gelmeye başlıyor. Anlaşmalı boşanma ve CEDAW’ın kabul edilmesi gibi… CEDAW Birleşmiş Milletler tarafından kadınlara karşı her türlü ayrımcılığın önlenmesi sözleşmesidir. CEDAW feminist literatürde kadınların insan hakları beyannamesi gibi kabul ediliyor.

Türkiye’nin de CEDAW’a taraf olması, imza atması yönünde bir kampanya başlatılıyor. Kadınların çalışmasını kolaylaştırıcı önlemlerin alınması, kadınların çalışması yönünde yasal engellerin kaldırılması gibi talepleri var. Yine ilk defa bu dönemde medeni kanunla ilgili analizlerin yer aldığını görüyoruz. Çünkü medeni kanun, Türkiye’de Cumhuriyetle beraber genel olarak kadının kurtuluş reçetesi gibi lanse ediliyordu. İlk defa feministler bu gazetedeki yazılarıyla medeni kanunu da sorgulamaya başladılar. Feminist kadınların Somut Dergisi’nde ki bu yazılarıyla beraber, Türkiye’de kadın konusu aşağı yukarı herkesin ilgi konusu olmaya başlıyor.

İslami kesimde 1985’te “Mektup Dergisi” çıkıyor, arkasından 1986’da çıkmaya başlayan “Kadın Aile Dergisi”nin tirajı bir ara 100 bine kadar çıkıyor. 1986’da Duygu Asena’nın yazdığı o meşhur roman “Kadının Adı Yok” bestseller oldu. Daha sonra 1980’lerde Atıf Yılmaz’ın filmlerine baktığınız zaman, genel olarak kadın konusunun işlendiğini görürsünüz. O bakımdan sinema literatüründe 1980-1990 arası dönem “Kadın on yılı” ya da kadın sineması çağı olarak geçiyor.

O dönemde genel olarak kadın aktrislerin oynadığı rol, eşi ya da babası ölmüş bir kadının kent yaşamında kendi ayakları üzerinde durma mücadelesidir. 1990 sonrasına geldiğimizde bunun dizilere yansıyışını da görüyoruz. “Çocuklar Duymasın” dizisiyle beraber kadını erkeğe göre daha rasyonel kurgulayan Selami-Gönül ve Haluk-Meltem ilişki tipini hatırlayın. Bu dizilerde daha medeni, daha ölçülü, daha rasyonel bir kadın tipi vardır.

Bu yıllarda Feminist harekette aynı zamanda bir ayrışmanın da baş gösterdiğini görüyoruz.

Eşitlikçi Feminizm

1985’ten sonra feminist hareketler içerisinde belirgin bir şekilde üç tane farklı söylem gelişiyor: Eşitlikçi feminizm, radikal feminizm ve sosyalist feminizm. Eşitlikçi feministlerin her birisi, bizim daha önce gördüğümüz Batı’daki feminist taleplerinin benzerini dile getiriyorlar. Eşitlikçi feministler, toplumsal hayatın her alanında erkekle eşit olmayı talep ediyor. Özellikle radikal feministler ve sosyalist feministlerin, eşitlikçi feministlere karşı yönelttikleri eleştiri de; eşitlikçi feministlerin, erkeği bir model olarak alması olmuştur. Burada büyük ölçüde referans erkektir. Eşitlikçi feministler aileye karşı değildirler, aile hayatının devamını savunurlar. Ama aile içinde de eşitlikçi rollerden yanalar. Hem sosyal hayatta hem aile yaşamında kadınla erkeğin eşit olmasıyla ilgili temel bir talepleri var.

Radikal Feministler

Radikal feministler ile sosyalist feministleri birbirlerinden ayıran şey nedir? İkisi de patriarkal kültür üzerinde yoğunlaşıyor ve bu kültüre eleştirilerde bulunuyor. İkisi de ailenin ortadan kaldırılmasını savunuyor. Ama radikal feministler, kadının ezilme ya da ikinci planda kalmasının sebebinin patriarkal kültürün bizatihi kendisinden kaynaklandığını, çözümünün de patriarkal kültürün dönüştürülmesi, değiştirilmesi olduğunu düşünüyorlar. Radikal feministler ‘Kadının kurtuluşu’ kavramını geliştiriyorlar.

Kadının kurtuluşunun, kadının kendi kültürünü yaratması ile mümkün olabileceğini iddia ediyorlar. Radikal feministlere göre dünyadaki bütün kötülüklerin temelinde yatan şey, erkeksi kültür ve erkek değerleridir çünkü erkek tabiatı buna çok müsaittir. Erkek tabiatı hükmetme güdüsünü barındırır, dolayısıyla erkeğin geliştirmiş olduğu patriarkal değerler, normlar kültürlerde esas itibarıyla hükmetme değeri üzerinden gelişmiştir. Bu, çatışmayı barındıran bir kültürdür ve bu kültürü kadınların terk etmesi lazımdır.

Pekiyi yerine neyi yerleştireceğiz? Yerine kadın kültürünü yerleştireceğiz. Kadın doğurganlık özelliğinden dolayı üstün değerlere sahiptir. Kadında şefkat değeri vardır, tolerans değeri vardır, merhamet değeri vardır, özveri değeri vardır. Bu değerlerden dolayı kadın erkeğe göre daha üstündür. Bu bakımdan dönüşümü kültürel düzeyde yapmamız lazım diyorlar. Bu söylemi geliştiren feminist dergi, aşağı yukarı iki üç sene devam etti. Derginin oldukça radikal bir söylem vardı. Bu dergide kadınlar sadece ön isimlerini kullanıyorlardı çünkü onlara göre soy isim erkeğin kadın üzerinde bir hegemonyasının ifadesiydi.

Şöyle söylüyorlar; “Özgürleşmek, biz kadınlar için gerekli ama yetersiz, üzerimizdeki iktidarı sınırlandırmakla yetinemeyiz, onu ortadan kaldırmalıyız. Erkekler, kadınlar üzerindeki iktidarlarını gerçekleştirmek için yalnızca devlet, hukuk, ordu gibi kavramları değil aşk gibi masum kavramları, aile gibi sığınakları, cinsellik gibi doğal işlevleri de kullanıyorlar. Onun için ‘kadın kurtuluşu’ böyle alanları ve ilişkileri dönüştürmeyi hedefliyor.” Dolayısıyla, bizim topyekûn bir şekilde devleti, orduyu, ekonomiyi, kültürü ve aileyi dönüştürmemiz lazım.” diyorlar. Radikal feministlerin ana hatlarıyla söylediği temel şey de budur.

Sosyalist Feministler

Sosyalist feministler neyi savunuyor? Sosyalist feministler de patriarkal kültüre saldırıyor, patriarkal kültürün değişmesi, dönüşmesi gerektiğini savunuyor fakat bunlara göre kadının ezilme alanı kültür olmaktan ziyade ekonomidir. Patriarkal kültür ekonomik bir temel üzerinden gelişmiştir, bu da kapitalizmdir. Bu bakımdan kadının ikinci plana düşmesinin nedeni, esas itibariyle kapitalizmdir. Sosyalist Feministlerdeki radikal tutumun temeli; kapitalizmi aşarak, sosyalizme geçiş süreciyle kadının kurtuluşunun gerçekleşeceği noktasında odaklanıyor. Kadının temel ezilme nedeni ekonomik olduğu için, bunu Marksist bakış açısıyla ortaya koyarlar; Marks’a göre kültürün temeli ekonomik ortamdır, maddi koşullar insanın bilincini belirler dolayısıyla bilinçle, kültürle bağlantısı olan her şeyin temelinde maddiyat vardır. Dönüşüm ve değişimi de o maddi temel üzerine yapmak lazım, Marks’ın o meşhur Alman ideolojisindeki temel düşüncesi budur.

Sosyalist feministler, uzun zaman Sosyalist Feminist “Kaktüs Dergisinde” yazılar yazdılar. Bu dergideki yazılara baktığınız zaman şunu görüyoruz; bu kadınlar aslında erkeklerle beraber kurtuluşu sosyalizm içinde buluyorlar ama feminizmi önceliyorlar. Sosyalist feministler, çekirdek aileyi kapitalizmin oluşturduğunu savunuyorlar. Kapitalist toplumda aile, çekirdek aile formundadır. Marksizm’in temel düşüncesinde bir ekonomik alt yapı var, bir de kültürel olan üst yapı kurumları var; devlet, aile, ideoloji, kültür, hukuk, felsefe vb. bunların hepsi üst yapısal kurumlardır. Alt yapısal kurum, üst yapısal kurumu belirler dolayısıyla ekonomi siyasal kurumları belirler, üst yapısal kurumların var olma nedeni de ekonomik alandaki o ilişkilerdir.

Ekonomik alt yapıda iki grup var; emekçi ve sermayeci. Bunlar sürekli çatışma içindedir ve sermaye grubu emekçi sınıf üzerindeki hegemonyasını sürdürmek için, üst yapısal kurumlara ihtiyaç hisseder. Onun için siyasal sermaye grubu dini geliştirmiştir; bu yüzden din sınıfsal ve tarihsel bir şeydir. “Din kitlenin afyonudur.” diyor Marks. Neden? Çünkü din kitlelerde, emekçi sınıfında kanaat değerini geliştiriyor, kendi kaderine razı olma değerini geliştiriyor ve onu devrimci olmaktan çıkarıyor. O bakımdan din kitlelerin afyonudur.

Bununla beraber kapitalist aile, emekçi sınıfı yetiştirir. Kendi ideolojisini, kapitalizmi orada üretir. Marksist sosyolojiye göre, erkeğin rehabilite olduğu yer de ailedir. O bakımdan sosyalist feministler aileye çok şiddetli saldırırlar, kapitalizmi aşmamızın yolu aileden geçer derler. Şunu unutmamak lazım; liberal ideoloji, aileyi çok savunan bir ideolojidir. Aileyle, özel mülkiyet, kişilik, özgürlük bunların el ele gittiğini varsayar yani insan kişiliğinin oluşma zemini ailedir der. Aynı şekilde insan kişiliğinin oluşması, özel mülkiyet güdüsüyle gelişen bir şeydir, bu bakımdan aileyi adeta kutsal bir kale olarak korur, savunurlar. Ailenin olmadığı yerde özgürlüklerin olmadığını varsayarlar. Sosyalistler ise tam tersi aileye saldırırlar; kapitalizmin, liberalizmin ve de onun adına var olan bütün her şey ve değerlerin, dinin arkasında, geleneğin bulunduğu ve yeniden üretildiği bir alan olan aileyi aşmak isterler.

Sosyalist feministler “Özel olan politiktir.” söylemini geliştirmişlerdir. Buna göre aile politik bir kurumdur; öyle doğal bir kurum değildir. Kendiliğinden gelişmiş masum bir kurum değil, tam da patriarkal kültürü devam ettirmek üzere gelişen bir kurumdur. Tabi onlara göre kültür ve kültürün arka planında yer alan din dâhil olmak üzere her şey patriarkaldır. Ve bunları mutlaka dönüştürmek, geliştirmek gerekir. Mesela sosyalist feministlerden olan Gülnur Sarraf, “ Feministler için ailenin parçalanması demek, feminist kadınların kimliklerine sahip olmaları yeni kimliklerinin çeşitli yönlerinin (emeklerinin, bedenlerinin, cinselliklerinin doğurganlıklarının) tek bir erkeğin denetiminden çıkıp kendi denetimlerinde kalması demektir.” der. Onlara göre ailenin yıkılması ile kadının kurtuluşu başlayacaktır.

Sosyalist feministler aynı zamanda pozitif ayrımcılık talep ediyorlar. “Bizim perspektifimiz eşitlik değil çünkü eşitlik bir aldatmacadır. Bizim bedenimize, emeğimize, kimliğimize yüzyıllardan beri el koyanların bize eşitlikten söz etmesi ‘Hodri meydan, buyurun sizde katılın’ demesi bizimle alay etmektir. Biz Sovyet ülkelerinden söz etmiyoruz, eşitlik değil tazminat istiyoruz. Kadınlara her alanda pozitif ayrımcılık diyoruz.” diyorlar.

Ana hatlarıyla bu üç feminist yaklaşımın temel yaklaşımları ve talepleri bunlar.

1980’li yıllar boyunca, zaman zaman bugünkü feministlerin de kabul etmeyeceği nitelikte aşırı söylemle ortaya çıkan gruplar da oluyor. Erkekleşme gibi bir durum da söz konusu. Mesela, gruplar halinde futbol maçlarına gitmek, orada erkekler gibi bağırıp, çağırarak tezahürat yapmak ya da erkeler gibi küfretmek, daha sonra da bunları dergilerde özellikle Kadınca Dergisi’nde yazmak. Mesela birinde; bir kadın başına kasket geçiriyor, takma bıyık takıyor, kahvelere gidip oturuyor, sigara içiyor, erkek gibi davranıyor sonra da dönüp “Bir gün erkek gibi olmak” başlığıyla yazı yazıyor. Tüm bunlarla o geçiş döneminin beraberinde getirdiği hem bir takım aşırılıklar hem de bir bakıma bir bunalım ifadesi gibi görülebilir.

Feministler, ilk defa 1986’da sokağa çıkmaya başladılar. İlk eylem 1985’te CEDAW’ın imzalanmasıyla ilgili 7 bin imza toplama şeklinde gerçekleşti. Bu imza kampanyası neticesinde, 1986’da hükümetimiz CEDAW’ı imzaladı. Sokakta boy gösterdikleri en önemli eylem ise 1986’dadır. Çankırı’da bir yargıç eşi dövdüğü için mahkemeye boşanma davası açmış bir kadının davasıyla ilgili “kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin” şeklinde bir ibare kullanıyor ve davayı erkek lehine sonuçlandırıp boşanmayı gerçekleştirmiyor. Bu olayın medyaya yansımasıyla birlikte feminist kadınlar Ankara, İstanbul ve İzmir’de yoğun eylem ve gösteriler yaptılar.

Daha sonra 1987’de, bir başka sokak gösterisinde “Önce insanız sonra kadınız.” afişlerini yakıyor onun yerine “Önce kadınız” pankartlarını açıyorlar. “Burada kadınlar vardır” şeklinde bir marşı hep beraber söylüyorlar: “Suskunduk ve bekledik. Yaşandı, seyrettik. Sonunda yeter dedik. Bir daha susmayacağız.” Bu eylem bir kaç gün devam ediyor. Sokak gösterisine destek veren erkeklere de yanlarında değil, kortejin en arkasında yer veriyorlar. Bu tür eylem ve sokak gösterileri 1980’den sonra yoğun bir şekilde devam ediyor.

Mesela Cemil Çiçek’in 1990’da bir röportajında flört nedir sorusuna ‘Fahişeliktir’ diye cevap vermesi üzerine feministler çok yoğun bir kampanya yaptılar. Ben 1990’da Aile Araştırma Kurumu’na girdim 1989’da Aile Araştırma Kurumu kurulurken feministler buna karşı da çok büyük eylemler geliştirdiler.

1989’da feministlerin gerçekleştirdiği çok orijinal bir eylem var; “Mor İğne Eylemi” olarak bilinen bu eylemde feministler ‘Bedenimiz bizimdir, cinsel tacize hayır’ sloganıyla çıktılar ve iğneye mor bir kurdele takıp bunu kadınlara dağıttılar. Bu kampanyayı Haremle-Üsküdar arasında seyahat yapan vapurda başlattılar. Kampanya metnini kadınlara okuyarak toplu iğne dağıtıyorlardı. Metin şöyle: “Vapurdan inerken ya da binerken, itilip kakılmaya dur demek istiyor musunuz? İşte, sarkıntılığa karşı süper bir koruyucu karşınızda, göz süzen, peşinizden gelen, sizi aşağılayan, laflar geveleyen, otobüsün her fren yapışında üzerine abanma fırsatı bulan, oturduğu yerden bacaklarınızı süzen, elleyen, koklayan, bakan, saldıran tüm erkeklere karşı küçücük, taşıması kolay ama etkili bir silah. Elimde gördüğünüz bu iğne paslanmaz çelikten, nikel krom alaşımlı olup 7 cm uzunluğundadır. Hiç acımadan batırın, çok fazla teferruata gerek yok …”

Esprili ve ironik bir dile sahip olan eylem, medyanın ilgisini çekti ve epey yaygınlaştı ve İstanbul, Ankara, İzmir, Adana ve Kıbrıs’ta tekrarlandı. Fakat bu eylemin sonucunda ilk defa artık kurumlar düzeyinde mücadele verme şeklinde bir düşünce ortaya çıktı. O düşünce sonucunda da “Mor Çatı Kadın Sığınma Vakfı” kuruldu ve vakıf sığınma evlerinin açılmasına öncülük etti. İstanbul’da 5 tane belediyenin bünyesinde olan sığınma evleri, 1989’da kurulmaya başlandı. İlki Bakırköy’de kuruldu daha sonra İzmir’de, Ankara’da Altındağ’da kuruldu. Melih Gökçek belediye başkanlığına geldiği zaman, Altındağ’dakini tasfiye ettiği için çok tepki aldı.

1980 sonuna geldiğimizde, gerçekten Türkiye’de kadın konusu çok hararetli bir konu haline geldi ve aşağı yukarı Türkiye’deki her kesim tarafından ilgi görmeye başladı. 1993’te doktora tezimi yazdığım için, 85’ten sonra çıkan dergilerin hepsine baktım. Aşağı yukarı sağda-solda, milliyetçi ya da İslami kesimde çıkan bütün dergiler bir kadın özel sayısı yapmış. Bu kadın özel sayısında, genel olarak feminizm ve feministlerin kadınlarla ilgili söylemleri değişik yaklaşımlarla yer almış ve tartışılmış. Bu dönemde kadın konusu siyasetin de gündemine giriyor ve siyasi partiler kendi programlarında kadın konusuyla ilgili revizyonlar yapıyorlar. Mesela SHP, iktidara gelmesi durumunda kadına kota verileceği taahhüdünde bulundu.

Dolayısıyla kadın söylemine olumlu veya olumsuz çok yoğun tepkiler geldi ama bunların birçoğu olumsuzdu. İşçi partililer, mesela Mehmet Ali Aybar, Doğu Perinçek gibi isimler “Evet, her ne kadar bizden ayrılmışsa da bizim kadınlara ihtiyacımız var, onlar haklıdır, doğrudur, biz onların yanındayız.” dediler. Ama genel olarak solda feminist kadınlara karşı şöyle bir yaklaşım var; biz 1970’lerde erkek -kadın beraber mücadele ettik. Sonra biz erkekler hapse girdik, kadınlar bize sırt çevirdi, böylece bizi arkadan bıçaklamış oldular.

1986’da, feministler ilk defa “8 Mart Dünya Kadınlar Gününü” kutladılar. Daha önce Emekçi Kadınlar Derneği, 8 Mart’ı Dünya Emekçi Kadınlar günü olarak kutlamışlardı. Her bir eylemde aşağı yukarı sol gruplarla, eylemdeki sol kadınlar, feminist kadınlarla karşı karşıya geliyor ve çok yoğun mücadele ediyorlardı. Soldaki kadınlar daha emekçi bir renk katma çabası içindeyken, feministler tamamen emeği bir kenara bırakıp sadece kadın özelinde bu eylemleri gerçekleştirmeye çalışıyorlardı. Dolayısıyla, “Sosyalizm hepimizin ortak mücadelesi iken, feministler bencil duygulara kapıldılar ve sadece kadın söylemi geliştirdiler dolayısıyla da bize ihanet ettiler.” şeklinde bir söylem oluşmuştu.

Benzer söylemi biz İslami kesimde de görüyoruz: Ankara’da bir grup kadın, 1987’de “Ayşe” diye bir dergi çıkarıyor. Bu dergi düzenli oturmuş bir dergi değil, el yazısı ile yazılan bir dergi ama çoğaltıp dağıtıyorlar. Genelde üniversite çevresinden insanlar; Ankara İlahiyat Fakültesinde olanlar var, bürokraside çalışanlar var, Gazi Üniversitesinde çalışan birkaç akademisyen var. Bunlardan biri, İslami Kadın Hareketi içerisinde önemli isimlerden biri olan Mualla Kavuncu… Bunlar da Müslüman kadının geleneksel rollerini sorguluyor. Bizim Müslüman kadın olarak ikinci planda olduğumuz bir gerçek diyorlar. Ama bunun nedeni İslam değil, bizim tarih içindeki İslam anlayışımız diyerek mevcut hali sorgulayan bir dil geliştiriyorlar.

Aynı şekilde bir tepkinin, İslami kesimde de erkekler tarafından gösterildiğini görüyoruz. Ali Bulaç ve Abdurrahman Dilipak’ın bu harekete, Zaman gazetesinde epey itirazları oldu. 1987’de Ali Bulaç, bu hareketi ihanetin ötesinde çok ağır ifadeler kullanarak eleştirdi. “Bizim davamız ortaktır, aynı şeye inanan insanlarız, kadınların sadece kadın vurgusuyla, çıkarcı bir söylemin peşinde olması kabul edilemez bir yaklaşımdır.” diye yazdı. İslami kesimde bu ilk metin olduğu için hem feministlerin, hem de diğer medya grubunun yazar-çizer insanlarının ilgisini çekmiş, hatta bu metin feminist dergilerinde de epey tefrika edilmiştir.

1989’dan itibaren devletin de kadın konusuna el attığını görüyoruz. İki tane kurum ortaya çıkıyor: Biri; “Kadın Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü” ki bu kurum, hemen feminist bakış açısına sahip kadınların eline geçti. Diğeri; “Aile Araştırma Kurumu”, bu da Cemil Çiçek’e bağlı olarak kuruldu. Cemil Çiçek’in de daha önce medyaya verdiği o demeçten dolayı feminist kesim ve medya nezdinde negatif bir imajı vardı. O bakımdan Aile Araştırma Kurumu resmi olarak kurulur kurulmaz, bu feminist grup Sultan Ahmet adliyesine başvurup boşanma davası açtılar. Yirmi otuz kadar kadın ellerinde boşanma dilekçeleriyle “Aileden kurtulmak istiyoruz” diyerek protesto eyleminde bulundular.

Aile Araştırma Kurumu, aile eksenli çalışıyordu. Aileyi, içinde anne-baba-dede büyüklerin ve çocukların olduğu bir kurum olarak kabul ederek, aileye yönelik politikalar üretmeye çalışıyordu. Bütün Avrupa’da bu tür aile kurumları var. Türkiye’de bu feministlerin saldırısından dolayı, Aile Araştırma Kurumu çok etkin bir şekilde işletilemedi. İlk iki -üç yıl içinde güzel çalışmalar yaptı. 1928 halk devriminden bu yana aileyle ilgili yazılmış bütün literatürü derledik, o zaman sekiz cilt olarak yayınlandı. Bir takım projeler yapıldı ama1991’de SHP hükümeti başa gelir gelmez kurum SHP’ye bağlandı ve işlevsiz bir kurum haline getirdi.

1990’lı yıllara gelindiğinde feministler kurumlaşmaya başladı. İlk kurulan “Mor Çatı” idi, daha sonra “Uçan Süpürge” devreye girdi. Kadın Eserleri Kütüphanesi’ni kurdular. Sonra da Ankara, İstanbul, İzmir’in dışına çıkarak Anadolu’da yaygınlaşmaya başladılar; Van, Diyarbakır, Antalya, Samsun’a gittiler. Değişik illerde, değişik yerlerde feminist bakış açısıyla kadınlar bir araya geldiler ve dernekler kuruldu. Bu kurumlaşmayla beraber, birkaç değişim oldu: Bunlardan bir tanesi kadın hareketinin toplumda yaygınlaşması ve farklı kesimlerin de bir şekilde kadın konusuna ilgisinin uyandırılmasıdır. Bir diğeri ise feministlerin Türkiye’deki kadın gerçeğiyle yüzleşmeye başlamalarıdır ki bu çok önemlidir.

1987’de Sosyalist Feminist Kaktüs yazarlarıyla, İslami kesimde ki kadınlar yani Ayşe’yi çıkaran kadınlar arasında bir takım tartışmalar yapılıyordu. Feministlerin, “İslami kesimdeki kadınların feminist olamayacağına, onları kabullenmeyeceklerine, onların kadın haklarını savunamayacaklarına ve onlarla aynı safta yer alamayacaklarına” dair baskın bir anlayışı vardı. Fakat 1990’lardan sonra özellikle üniversitelerde kadın bölümlerinin kurulmasıyla beraber bu kadınlar topluma inmeye ve diğer kadınları tanımaya başladılar. Bu, aradaki duvarların yıkılmasına yol açtı. Burada geliştirdikleri sözlü tarih yöntemini kullandılar. Bu yöntem, sözlü tarihi kullanan kadınları diğer kadınların biyografisiyle yüz yüze getirdi. Bu ise onlarda çok ciddi bir değişim ve dönüşüm meydana getirdi.

Mesela; Ankara Üniversitesinde yüksek lisans yapan bir kadın şöyle yazıyor; ‘Anneannelerimizin öyküsünü yazabilmek için, annelerimizle, akrabalarımızla, yaşıyorsa kendisiyle, dostlarıyla görüştük, kayıt yaptık. Yemek tariflerini, sürekli kullandığı sözleri, takıları, ondan geriye kalanları, fotoğrafları derledik. Çalışmanın gereklerinden biri de mümkünse mezarını ziyaret etmekti… “ Mezar ziyaret etmek bir feminist hareket açısından dönüşebilecek bir şey değil. Geçen hafta bir alıntı okumuştum, dantel örenler, ev işi yapanlarla bizim işimiz olmaz, onlar ayrı biz ayrı kadınlarız.” diyordu. Devamla diyor ki ‘… Çalışmanın gereklerinden biri de mümkünse mezarını ziyaret etmekti. Ben annemle en uzun ve en yakın konuşmamı ilk defa bu vesile ile yaptım.

Bir kadın makalesinde, “Anneme geç kalmıştım, başka kadınlara geç kalmak istemiyorum.” diyordu. Sanırım bu çalışma sırasında keşfettiğim en önemli şeylerden biri de, bunun bende karşılığını bulmasıdır. Her birimiz için bu keşif hareketi sarsıcı bir öğreticilik içerdi. Çalışmamız bittiğinde her ay bir kadının öyküsüyle hemhal olmak için toplanmaya başladık. Bir tesadüf eseri Türkiye’nin her bölgesinde ve suyun öte yanında anneannelerimizin öyküleri bu toplantılarda bizi sarıp sarmalıyor, hava ağırlaşıyor, ağlamaktan ve acıdan bitap sessizce kalabiliyorduk. Söz bittiğinde kendine özgü bir tören havasında soluklanıyorduk. Giderek, o kadınları bize yakın eden bu öyküler, aynı zamanda başka kadınlara olan uzaklıkları da yakına getirmişti. Herkes, herkesi biraz daha tanımış ve anlamıştı sanki.” Bu, feministlerin dönüşümlerine ve değişimlerine ışık tutan çok önemli bir alıntıdır. Yani herkesin kadın olduğunu, herkesin bir şekilde farklı nedenlerden dolayı ezildiğini feministler anlamaya başladılar.

1980’lerde feminist kadınlarda genel soyut bir kadın algısı vardı. Bu bütün feministlerde hâkim olan bakış açısıdır. Herkese önerilen tek tip bir kadın kurtuluşu anlayışı vardı. Fakat üniversitelerdeki kadın çalışmaları; başka kadınlarla buluşma, onları görme, reel kadını keşfetme, onu tanıma, onu anlama açısında feministlerde çok önemli bir kırılmayı da beraberinde getirdi. 1996’larda yayın hayatına başlayan ve feministlerin en uzun soluklu dergisi olan “Pazartesi Dergisi” 28 Şubat sürecine destek vermedi, bu çok önemli bir şey.

1980’lerin başında çok saldırgan olan Filiz Koçalı bu hususta şöyle yazıyor; “28 Şubattan çok önce başlayan 28 Şubat süreci, toplumun bütün kesimlerinde olduğu gibi kadınları da böldü. 28 Şubat kabaca özetlersek, baş tehlike olarak politik İslam’ı işaret ediyor. İkinci tehlike olarak, Kürt sorununu gösteriyor, bu kesimlerle mücadele de sivillerin desteğini istiyordu. Pek çok kadın feminist, 28 Şubat’a şu ya da bu şekilde destek verdi. 28 Şubat bizim için bölücü değil sağlamlaştırıcı bir gelişme oldu. Politik İslam’la her aklı başında feministin mücadele etmesi gereğinin bilincinde olmakla birlikte, resmi ideolojinin Kemalizm’in ve yasakçılığın tuzağına düşmedik.

Politik İslam’la ideolojik olarak tartışırken kadınların başörtüsü nedeniyle dışlanmalarına, evlerine kapatılmak istenmelerine karşı çıktık. Kadınlara, resmi nikâhın “çağdaşlığın” kurtuluşu olarak gösterilmesini eleştirdik. 28 Şubat karşısında neredeyse bütün muhalefet tökezlerken, bizim söylediklerimizin aynı zamanda feminizme de bir katkı olduğu kanaatindeyim.” Yani burada en azından bir grup feminist kadının 28 Şubat sürecinde devletin resmi ideolojisinin yanında yer almadığını, bunun arka planında da aslında başörtüsüne bakışın yer aldığını söylememiz mümkündür.

Yani Nilüfer Göle’nin 1996’da yayınlanan “Modern Mahrem” adlı kitabı çok ciddi bir etki yaptı, bazı kadınlarda değişim ve dönüşüme yol açtı. Özellikle feministler içerisinde, başörtüsü / türban bir kadın sorunu mudur? Yoksa kadından bağımsız bir sorun mudur tartışması yoğun bir şekilde yapıldı. Feministler içerisinde bazı kadınlarca başörtüsü kadının kendisini kamusal alanda var edebildiği, kendi varoluşunun bir aracı olduğu, kamuda yer almanın ötesinde kadının kendinin varoluşunu mümkün kılabilen bir tercih olduğuna ilişkin tartışmalar yapıldı. 2000’lere doğru gelindikçe feministlerin önemli bir kısmının Kemalist modernleşme anlayışından postmodernizme doğru bir evrim geçirdiğini söyleyebiliz.

2007 seçimine giderken KADER, kadın olarak daha fazla temsili savunan bir kampanya yaptı. Tam da o sırada Yeni Şafak Gazetesi başörtüyle ilgili başka bir kampanya başlattı. Orada dört-beş tane kadın gazeteci başörtülü fotoğraf verdiler. Bunlar; Nazlı Ilıcak, Nuray Mert, Leyla İpekçi, Pınar Selek, Ülkü Özakın idi. Son ikisi “Amalgi Dergisinin” sahibi ve yazarlarıydı. Bu dergi şu anda feministlerin iki dergisinden biridir. Bunlar da başlarını örterek Yeni Şafak’ın kampanyasına destek verdiler. Bu da Feministler içinde çok yoğun tartışmalara yol açtı. Bazı feministler, bir feministin başını örtmesini eleştirdi ve “Başörtüsü erkeğin kadın üzerindeki hegemonyasının bir aracıdır.” dedi. Bazıları da “Başörtüsü kadının tarihidir, kadın tercih etmişse bunu kadın davasının bir parçası olarak görmek gerekir.” dediler.

Mesela Amalgi Dergisi’nde bir feminist yazar şöyle diyor: “Kutsalın alanında dolaşmaya, dindeki erkek egemenliğini deşifre etmeye muktedir entelektüellerin, başörtülü oldukları için üniversitelerimizde barındırılmaması feminizm adına tabi ki büyük bir kayıptır. Var oluşumuz insan olmamız dolayısıyla hem seküler dünyaya hem de kutsal dünyaya aitse her iki alanda da kendi serüvenlerini yaşayan kadınlar olarak ikamet etmenin yollarını eleştirel bir biçimde açmak için uğraşmak feminist sorgulamanın görevidir.” Yani sadece seküler bir alanda, Kemalist modernleşme anlayışının karşımıza koyduğu gibi çalışarak, eğitim alarak tek tip bir kurtuluş olmadığını, aynı zamanda kutsalın alanında da var oluşun mümkün olabileceğini ima ediyordu.

Bu anlayış dediğim gibi feminist hareket içerisinde çok ciddi kırılmaya işaret ediyor. “Kadınların okuma ve kendilerini gerçekleştirme taleplerinde İslam’ın içindeki aydınlanma, yeniden dile geliyor, üstelik bu aydınlanma kutsalın kadın bakış açısıyla yeniden okunmasına yol açıyordu. Feminist bilinç aydınlanmanın sınırlarını ondan yalnızca pozitif bilimlerle, inanç arasındaki çatışmayı anlayacak kadar daraltmadığında, başörtüsü de karanlığa dönmenin, aklın ilerlemesine karşı bir yaşam biçiminin sembolü olmaktan çıkacaktır.” Yani hakikaten çok derin mesajlar içeren bir anlayış bu. Tam da bir yönüyle post modern, bir yönüyle 3. kadın hareketine ilişkin bir anlayışı barındıran kadınların farklı var oluşuna zemin hazırlıyor.

Dolayısıyla bu feminizm içindeki çok ciddi bir dönüşümü ifade ediyor. 1980’lerde, Kemalist modernleşmenin etkisinde çok belirgin bir şekilde kalan feminist kadınlar, bu tarihlerde başka var oluşların da olabileceğini dolayısıyla başka kadınların da olabileceğini, başka kadınların başka nedenlerden dolayı sorunlarının olabileceğini, kadınların sadece kadın olmadığını aynı zamanda başka bir şey daha olduğunu ve ezilmenin de bunlarla bağlantılı olabileceğini kavramaya başladılar.

Feminist kadın hareketi ne anlam ifade ediyor? Aşağı yukarı otuz senelik geçmişi olan Feminizm için ana hatlarıyla şunu söyleyebiliriz. Kadın 1930’larda Cumhuriyet döneminde, idealleştirilen kamusal alanın bir ajanı olarak formüle ediliyor. Ve kendisine o anlamda bir rol, bir misyon yükleniyor. Tek tip ideolojik bir kamusal alan vardı ve kadın bu ideolojik kamusal alanın politik bir aktörüydü. Bugün itibariyle, feminist kadın hareketiyle beraber kamusal alanın çoğulcu bir karakter kazandığını ve bu anlamda Kemalist tek tip kadın kimliğinin de kadın hareketiyle birlikte parçalandığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla rejimle bütünleşen, rejime hizmet eden bir kadın kimliğinden, icabında kendi tercihinin peşinde olan kadın kimliğine doğru gidişat söz konusu oldu. Bunun da toplumsal hayatta bir karşılığının olduğunu söylememiz mümkün. Yani 1990’dan itibaren baktığımızda kadınlar siyasi hayatta, toplumsal hayatta çok daha aktif bir görünürlük kazandı.

Yasal mevzuat üzerinde, hakikaten çok belirgin bir etkileri oldu. Anayasanın 10. maddesi kadınla erkek arasındaki eşitliği düzenleyen madde, eşitliği pekiştirici şekilde revize edildi. Ceza kanununda kadınların aleyhine olan bir takım maddeler vardı, onlar feminist kadın hareketinde önemli eylem nedenlerinden biriydi. Yani hayat kadınlarına ceza indirimini ön gören düzenleme vardı, o eşitlendi. Medeni kanunda genel olarak aile reisi olan erkekti, 2001 senesinden itibaren medeni kanun yeniden yazıldı. On nokta da kadının lehine düzenleme yapıldı. Genel olarak bu değişiklikler önceki medeni kanunla mukayese edilmeyecek kadar daha eşitlikçidir. Bazı feministler bunu da yetersiz buluyor.

Öteden beri her belediye bünyesinde bir sığınma evi açılması talebi vardı. 2005 belediye kanununda yapılan düzenlemeyle, nüfusu 50 binin üzerinde olan belediyelere imkânları nispetinde şiddete maruz kalmış kadınlar için sığınma evi açma mecburiyeti getirildi ama pratikte çok yok maalesef. Yani bilebildiğim kadarıyla 2008’de beş taneydi. Sanıyorum, sayıları bütün Türkiye’de o kadar artmadı.

Hazırlayan: Hatice Polat

Not: Bu metin Prof. Dr. Ömer Çaha’nın 13 Kasım 2010 tarihinde Hazar Derneğinde gerçekleştirdiği “1980 Sonrası Kadın Hareketi” başlıklı sunumunun tarafımızca yapılan özetidir. İzinsiz alıntılanması ve yayınlanması yasaktır.

Önceki Yazı

İslami Kadın Hareketi: Özel Yaşam Alanından Kamusal Alana Müslüman Kadın

Sonraki Yazı

Modern Siyaset Düşüncesinde Kadın ve Sivil Toplum

Bunlar da ilginizi çekebilir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir