Modern Siyaset Düşüncesinde Kadın ve Sivil Toplum

Hazırlayan: Yorum yapılmamış Paylaş:

OSMANLIDAN GÜNÜMÜZE KADIN HAREKETİ
-I-

Prof. Dr. Ömer Çaha / 16 Ekim 2010

Kadın erkek eşitsizliği modern zamanların ortaya çıkardı bir sorundur

Bugün, ana hatlarıyla batıda kadın hareketi nasıl ortaya çıktı, bunu sağlayan tarihi koşullar nasıldır, bu hareketin söylemleri nelerdir konuları üzerinde duracağız.

Türkiye’de sanki batıda hiç kadın sorunu yoktu, kadınlar hep eşit ve özgürdü, bizde ise kadınlar karanlık çağı yaşıyordu gibi bir düşünce var. Sanıldığı gibi Cumhuriyet Dönemi’nde kadın çarşaftan çıkıp bir anda Cumhuriyet kadını olmadı. Bu Osmanlı’dan başlayan uzun bir süreçti. Yani aslında kamusal alanda kadın ve erkeğin eşit olması yüz- yüz elli yıllık bir olgudur. Bu da modernliğin ortaya çıkardığı kamusal alanla ilgili bir sorundur.

Ortaçağa baktığımızda, kamusal alan ile özel alan arasında en azından bu şeklide bir ayrım yoktu, özel ve kamusal alan iç içeydi. Özel alanın merkezi o günlerden bugüne “aile”dir. Ama o günlerde aile, aynı zamanda kamusal alanın da merkezindedir. Yani aileden kopmuş, ayrılmış bir kamusal alan olgusu ne bizde ne batı da henüz yoktu. Ortaçağda evler genel olarak iki katlıydı, üst katta yaşanır, alt kat atölye olarak kullanılırdı. Dolayısıyla üretim ve mesleki eğitim aile içinde yapılırdı. Bu nedenle de kadın, kamusal alan olgusunda ikinci planda değildi.

17- 18.yy.’a gelindiğinde Kapitalizm ile birlikte ortaya fabrikaya dayalı bir üretim çıktı. Fabrikaların ortaya çıkması, aileler ile toplumsal hayat arasına bir duvar ördü. Fabrika öncelikle üretimi evden aldı ve ev ekonomik üretim merkezi olmaktan çıktı. Yeniden üretim denilen bir alana dönüştü. Yani fabrikalarda üretilen yünlerin alınıp hırka, kazak örüldüğü ikincil üretim yapılan yerler oldu. Tabi üretimin kamusal alana kaymasıyla beraber bugün artık kazak dahi yapılmaz hale geldi. Sonra çalışmak için ilk olarak erkek fabrikaya çekildi. Fabrikayla birlikte mesleki eğitim ihtiyacı ortaya çıkmaya başladı böylece eğitim de fabrikaya kaydı, okul olgusu da bu şekilde ortaya çıktı.

Ortaçağda ne bizde, ne Avrupa’da mesleki eğitim olgusu vardır. Sadece bürokrat yetiştiren, memur yetiştiren okullar vardır. Mesleki eğitimi insanlar sürecin içinde bizatihi yaşayarak öğrenmekte idiler. Okul olgusunun ortaya çıkmasıyla çocuklar da aileden alınmaya başladı. Çocuk ve erkek gidince evde kalan kadın oldu. 1700’lerin sonu, 1800’lerin başında ortaya çıkan kadın hareketinin temelinde değişen bu yapı vardır. Evden üretimin, eğitimin, erkeğin ve çocuğun gitmesiyle kadın kamusal alandan kopmuş oldu.

İlk olarak 1700’li yıllarda İngiltere’de, kadını kamusal alana girme mücadelesi verirken görüyoruz. Kadınlar “Biz de kamusal alana ait olalım, biz de kamusal alana girelim” diyerek harekete geçtiler. Yapılan bir çalışmaya göre, bu yeni dönemde ailenin 37 işinin kamusal alana devredildiği tespit edilmiş. Eskiden kreş yoktu çocuklara aile içinde bakılırdı, okul yoktu çocuklar evde öğrenirdi, huzurevi ya da kuaför de yoktu vs… Avrupa’da birçok aile için artık ev, mutfak boyutunu bile kaybeder hale geldi. Ailenin işlevini yitirmesiyle beraber, kadın da neredeyse atıl duruma düştü ve ağırlığını, gücünü büyük ölçüde kaybetti.

Kadın özel alana erkek kamusal alana aittir

Avrupa’da, 1700’lerde ortaya çıkan birinci kuşak kadın hareketinin temel mücadelesi, hukuken eşit olma mücadelesidir. 16 ve 17. yy’ da “ulus” ve “ulus devleti” kavramlarıyla birlikte yeni bir devlet anlayışı ortaya çıkmaya başlıyor. Bu yeni devletin nasıl olacağı, kamusal alanının nasıl oluşturulacağı tartışılmaya başlıyor ancak bu tartışmalar yapılırken, önceki özel alan ve kamusal alan şeklindeki ayrım ile kadının özel alana dâhil olduğu erkeğin ise kamusal alana ait olduğu fikri korunuyor.

Bunu en bariz Hegel’ in kitaplarında görüyoruz. Buradaki temel düşünce şudur; kamusal alan dediğimiz şey aynı zamanda insan hayatında gördüğümüz bütün değerlerin kaynağıdır. Tarih burada meydana gelir, devlet burada söz konusudur, hukuk burada formüle edilir, sosyal hayatın merkezi burasıdır, felsefe, bilim hatta din de burada gelişir. Bütün bu değerler kamusal alan işidir ve kamusal alanda gelişir. Bunlar rasyonalitenin, aklın üzerine bina edilmiştir. Tanrı’da aklı kadına değil erkeğe vermiştir. Yani temel ayrım akıl ile duygu arasındadır.

Modern siyaset düşüncesinin temelini atan Jean Jacgues Rousseau, Thomas Hume, Hegel, John Locke gibi düşünürlere göre; kadın duygusal yaratılmıştır, erkek de rasyonel yaratılmıştır. Erkek bu rasyonalitesinden hareketle, kamusal alana kendisini tarihsel olarak taşıyabilmektedir ve burada devleti meydana getirmekte, bilimi ortaya çıkarmakta, felsefeyi geliştirmekte vs… İnsan hayatına ait ne varsa onun eseridir. Kadının doğası kendisini kamusal alana taşımaya müsait değildir. Kadının doğası, onu aile duvarları arasında tutmaya mahkûm etmiştir.

Jean Jacgues Rousseau’ya göre, yüce varlık yani Allah erkeğe sınırsız istekler vermekle birlikte hem kendini hem de kadınları yönetme yeteneği de vermiştir. Aşırı hırslarını iyi yönetebilmesi için erkeği rasyonalite ile donatmış, kadını da ondaki tevazu ve alçak gönüllülükle sınırsız isteklerden uzak tutmuştur. Buradan hareketle kadın sosyal ve siyasal bir aktör olamaz, yani vatandaş olamaz, dolayısıyla kadının rolleri aileyle sınırlı olmak durumundadır.

Hegel; “Kadın Tanrıya hürmet edercesine aileye hizmet etmeli”

Hegel’e göre; “Cinslerden biri, kendini keskin bir öz varlığa, bilgiyi özgürlük iradesine dönüştürme bilincine sahiptir; bu erkektir. Bu bilinç, soyut düşünce ve objektif buluşları ortaya çıkaran bir iradeyi içerir. Diğeri ise, bilgi yerine kendini somut kişiliğin prensipleri ve duygusallığı içinde doğal olarak sahip olduğu birliğin yani ailenin devamına adar. Kendini dış dünyada gerçekleştirme konusunda birincisi güçlü ve aktif, ikincisi zayıf ve pasiftir. Biricik amacı kendini aşmak ve toplumsal yaşamda mücadeleye atılmak olan erkek, birinci kategoriye girer. Hiçbir zaman kendini devlet düşüncesini benimsetecek bir öze sahip olmayan soyut öğrenme kapasitesinden yoksun, bununla birlikte pazara dönük emeği olmayan bu çerçevede çalışma ruhu taşımayan kadın ise ikinci kategoride yer alır. Erkek derin sezgilerinden süzülen bir beceri ve özgün etik prensiplerle, aile birliğini temsil etme yeteneğine ayrıca bu yalın toplumsal birliği aşarak toplumda kendini gerçekleştirme bilincine sahiptir. Kadın ise aile yaşamıyla bütünleşen bir yazgıya ve Tanrıya hürmet edercesine aileye hizmet etmeyi öngören bir iradeye sahiptir.” Bu düşünceler bizim geleneğimizdeki kadın erkek anlayışına yabancı düşünceler de değil.

Hegel bunları çok eski olmayan bir tarihte 1821 de yazmış ve şunu söylüyor; tarih aileden devlete doğru bir ilerleme süreci içindedir. Hegel’in Aristo’dan tevarüs etmiş doğrusal bir tarih anlayışı var. Buna göre her şey, kendi tarih akışı içinde mükemmele doğru gider. Günümüzdeki ilericilik gericilik tartışmalarının temelinde de bu görüş vardır. Burada her açıdan insanlığın bir mükemmelliğe doğru gittiği inancı vardır. Buradan hareket eden “Hegel’e göre tarihin, insanlığın yüzü devlete dönüktür ve bu devlet aşkın bir devlettir. Her şeyi aşan her şeyi kuşatan, her şeyin üzerinde yer alan bir devlettir. Tarihte üç tane durak vardır: Birinci durak aile, ikinci durak sivil toplum ve üçüncü durak devlettir. Tarih buraya geldiğinde de tarihin sonuna gelinmiş olur”, der.

Hegel’e göre tarih devletle biter, devletin ötesinde bir şey yoktur. Ama bu devlet, aşkın bir devlettir. Hegel insanlık hayatını aileyle başlatır. Çünkü tarihin gücü, tarihin ruhu, bu ailedeki aktörleri harekete geçirerek devlete ulaştırır. İşte bu aktör erkektir. Erkek doğası gereği ailenin duvarlarını zorlayarak ailenin dışına çıkar, gelir sivil toplumu oluşturur. Onun için sivil toplum erkekler tarafından oluşturulan bir alandır. Sivil toplum bu anlamda, erkeksi bir toplumdur, burada kadının yeri yoktur. Gene Hegel’e göre; sivil toplumda çatışmalar ortaya çıkar, insanlar birbirini boğazlamaya başlar, çünkü ihtiyaç farklılaşması söz konusudur. O bakımdan tarih burayla yetinmez bizi devlete götürür.

Devlet, her şeyi aşan aşkın bir güçtür, ölümlü ama “kadiri mutlak” bir tanrı olarak nitelendirilir. “Kadiri mutlak” hem İncil’de hem Kur’an’da Allah’a ait bir sıfattır. Ol der olur, öl der ölür. Ama bu düşünce biçiminde devleti her şeye mutlak olarak muktedir kılmışlardır öyle ki, asar- keser, toplumun dinini değiştirir, gelenekleri görenekleriyle oynar. Devlet bir bireyi yeniden yaratma gücüne bile sahiptir.
Tekrar kadına geri dönersek kadın, tarihin dışında, tarihi olmayan bir aktördür. Tarih içinde bütün politik değerleri ortaya koyan erkektir.

Aristo; “Kadının kapasitesi vatandaş olmaya müsait değil”

Vatandaşlık, modern siyaset düşüncesinin geliştirdiği bir kavramdır. Vatandaşlık tam da bu siyaset düşüncesi içinde gelişmiştir. Vatandaşlık aile dışında kalan politik alanı ilgilendiren bir şeydir ve erkekler için geçerlidir, kadının vatandaş olma hakkı yoktur.
Antik Yunan’a baktığımızda Aristo, “Kadın eksik yaratılmıştır, onun kapasitesi vatandaş olmaya müsait değildir.” der. Yani kadın ve erkek eşit değildir. Bir vatandaşlar var, bir de vatandaş olmayan sınıflar var; köleler, işçiler, zanaatkârlar, üreticiler gibi kadının da vatandaş olma hakkı yoktur. Böylece kadın politik toplumun dışında tutulmuştur. Bugün modern ulus devlet kavramı Hegel’in düşünceleri üzerine inşa edilmiştir.

Kilise; “Kadının eğitim alması ilahi iradeye meydan okumadır”

Şimdi konuya bir de dini boyuttan bakalım. Ortaçağ boyunca kadının eğitimi aile ve kilisenin kontrolündeydi. Bu eğitim çoğunlukla dini eğitimdi. 18. yy’da fabrikalar ve eğitim kurumları ortaya çıkınca, kadınların kamusal alanda eğitim alma tartışmaları başladı. Avrupa’da kilise, kadının örgün eğitim kurumlarından eğitim almasını ilahi iradeye meydan okuma olarak görmüş ve bunun için mücadele etmiştir. Bu nedenle bazı ülkelerde kadının örgün kurumlarından eğitim almaya başlaması, Osmanlı’dan daha geç olmuştur. Örneğin bu tarih Osmanlı’da 1842, Fransa’da 1857’dir. Osmanlı da bu duruma karşı çıkan kilise benzeri tepki ne medrese, ne ulema kaynaklı olarak gelmiştir.

Peki, 19. yy’a kadar dini ve siyasi düşünceye göre kamusal alanda olmaması gereken kadın daha sonra kamusal alana nasıl dâhil oldu?

Bu tamamen modernleşmeye, yani kapitalizmin dinamiklerine bağlıdır. Çünkü kapitalizm, kamusal alanda oluşturduğu bu yeni modelde kadın emeğine ihtiyaç duymuştur ve kadının kamusal alana çıkması için de elinden geleni yapmaya çalışmıştır. Ancak tabiî ki kadın erkek eşitliği hemen olmamıştır.
Kadınların politik eşitliği seçme seçilme hakkıyla başladı. Bizde kadına oy hakkı 1934 tarihlerde verilmiş ve kadınlar bu oy hakkı üzerinden Cumhuriyete borçlandırılmıştır. Söylem de şudur; “Türkiye kadına çok erken tarihlerde seçme ve seçilme hakkı vererek Avrupa’ya örnek oluşturmuştur”.

Hâlbuki 1918’de, Avrupa’da birkaç ülke hariç diğer ülkelerin hepsi bizden önce kadına oy hakkı vermişti. İlk olarak kadına seçme hakkı, 1788’de ABD’de verilmişti. Ama işin enteresan tarafı; Müslüman olan ülkelerden Kırgızistan 1918, halkının büyük bir kısmı Müslüman olan Arnavutluk 1920, Azerbaycan 1921, Kazakistan 1924, Tacikistan 1924, Türkmenistan 1927 hepsi Müslüman olan bu ülkeler de kadınlara oy hakkını bizden önce vermiştir. Bu durum o söylemin doğru olmadığını çok çarpıcı bir şekilde önümüze koyuyor. Yani Avrupa’ya baktığımızda kadına eşitlik hakkının tanınmasının altında yatan temel sebep, ortaya çıkmış olan yeni ekonomik durum, yeni ekonomik imkân ve yeni toplumdur.

Birinci dalga kadın hareketinin temel söylemi “eşitlik”tir.

Avrupa’da Kadın hareketi ne tür bir söylemle ortaya çıkmıştır? Feminizmin tarihini İngiltere’de orta sınıf kadınlarının çalışma talepleriyle ortaya çıktığı 1700’lere kadar geri götürürler fakat oy hakkı mücadelesiyle başlayan süreç ancak 1800’li yıllarda yaygın bir harekete dönüşmüştür. Hareketin 1960’lara kadar gelişen kısmına “Birinci dalga kadın hareketi” deniyor. Burada temel talep “eşitlik” tir. Avrupa da kadınlar kamusal hayata yani iş dünyasına girdiğinde, ilk etapta erkekle eşit maaş alamadılar. Bugün, hala bazı sektörlerde bu durum devam etmektedir. Ama İskandinav ülkelerinde durum kadınlar lehine gelişmekte; mesela kadınların 4 yıl doğum izni var. Doğum izninden işe geri döndüğünde işe alınmada önceliği var vs…

Birinci dalga kadın hareketinin temel söylemi eşitlik olduğu için, bunlara aynı zamanda eşitlikçi feminizm de deniyor. Bunlar sadece hukuksal anlamda değil iş hayatında, eğitimde, aile yaşamında, sosyal rollerde eşitlik talep ediyorlar ve bunun önündeki engellerin kaldırılmasını istiyorlar. Kent hayatının kadın yaşamını kolaylaştırıcı kadının kamusal ve sosyal hayata katılımını sağlayıcı şekilde yeniden dizayn edilmesini talep ediyorlar.

1960’tan itibaren “İkinci dalga kadın hareketi” gelişmeye başlamıştır. Bu ikinci dalganın gelişmesine neden olan sosyal olgu, 68 öğrenci hareketleridir. 68 öğrenci hareketinin iki temel sebebi var: bir tanesi Amerikan Vietnam savaşıdır. ABD’nin modern teknolojinin getirdiği bütün yeni savaş tekniklerini Vietnam üzerinde denemesi, ABD’li ve Avrupalı öğrencilerin üzerinde şok etkisi yapmıştır ve ABD’nin Vietnam kuşatmasına karşı öğrencilerin kitle eylemleri başlamıştır.

İkinci neden ise Sovyetlerin Avrupa’daki işgalidir. Orda da meşhur Prag Baharı var. 1968’in Nisan ayında Çekoslovakya’da, yüz binlerce insan meydanlarda Sovyet işgalini protesto eder. Sovyetlerin Çekoslovakya’dan gitmesini ister ve demokrasiyi savunur. Buna karşılık, Sovyet tankları meydanın bir ucundan girer ve öbür ucundan çıkar ve on binlerce insan bu tankların altında can verir. Bu durum Avrupa’da inanılmaz bir şok etkisi yaratır. Avrupa gençliği o tarihlere kadar sol karakter taşırken, Prag Baharı Sovyet sosyalizmini bitirmiştir.

Ondan sonra Avrupa da başlayan yeni arayışların sonucunda, bir takım sosyal hareketler ortaya çıkmaya başladı, Feminizm de onlardan biridir. Hattı zatında 1960’lara kadar olan birinci dalga kadın hareketi çokta güçlü bir kadın hareketi olarak bilinmez ve protest tarzda siyaseti sarsan bir harekete dönüşmez. Bu türden bir hareket 68 kuşağından çıkar. Türkiye’nin 68 kuşağının sembol olmuş isimleri var; Deniz Gezmiş, Mahir Çayan gibi… Dünyadaki 68 kuşağı Sovyet sosyalizminden kaçarken, bizdekiler Sovyet sosyalizminin gelmesi için mücadele veriyor. Aralarında böyle bir fark var.

İkinci dalga kadın hareketinin temel söylemi farklılıktır
Bir kere şunu söyleyelim, ikinci dalga feminizm içinde bir sürü farklı yaklaşım var. Bugün 10-15 çeşit feminist yaklaşımın var olduğu kabul ediliyor. Sosyalist feminizm, Marksist feminizm, radikal feminizm, varoluşçu feminizm, post yapısalcı feminizm, post-modern feminizm gibi. Şimdilerde de eko feminizm de denilen çevreci feminizm gelişiyor vs… Marksist ve sosyalist feministler eşitlik vurgusu nedeniyle biraz daha birinci dalga feminizme yakın olmakla birlikte, bunların hepsinin ortak bir söylemi var. Bunların içinde özellikle radikal ve post modern feministler ikinci dalga kadın hareketinin temelini oluştururlar. Bunların temel talebi eşitlik değil, “farklılık” tır.

Bunlar birinci dalga kadın hareketinin temel düşüncesini köklü biçimde eleştirirler. Ve derler ki, eşitlik kadınlar için bir tuzaktır çünkü eşitlik istemiyle bir erkeği referans alıyoruz ve erkek gibi olmaya çalışıyoruz. Hâlbuki biz kadınız ve bizim kadınlığımızla, farlılığımızla övünmemiz lazım. Kadınlık negatif bir durum, kaçınılması gereken bir şey değil, tam tersine insanlık için pozitif bir değerdir. Eşitlik denildiğinde kamusal alana gelip tam da erkek gibi olma durumu vardır. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun meşhur Ankara romanında, Cumhuriyet döneminin yeni kadınını simgeleyen Selma karakteri de bunun bir örneğidir. Selma erkek gibi bir kadındır. Çok sert bakışlı, haşin yürüyüşü olan, pasta, dikiş gibi kadınsı işlerden nefret eden, kadınların kendi aralarında düzenledikleri partileri kokuşmuşluk olarak gören, bunları aşağılayan, en fazla subaylarla arkadaşlık yapan, silah kullanan, ata binen, kendini dünya görüşü ve ideolojisine feda etmiş olan ideal bir Cumhuriyet kadınıdır. Makyaj yapmayan, topuklu giyinmeyen, pantolon giyen, gerektiğinde askerle birlikte cepheye koşabilen bir kadındır. O tamamen kendi doğasından soyutlanmış ve askerleşmiş bir kadın tipidir.

İkinci dalga içinde yer alan kadınlar, eşitlikçi feministleri tam da bu yüzden erkeği taklit ederek kadını erkekleştirdikleri için eleştirirler. Ve derler ki, “İnsanlığın kadınsı değerlere ihtiyacı var. Bir kere kadın doğum yaptığı için hayat veren bir varlıktır, erkek bundan anlamaz. Erkeğin doğasında şiddet vardır, üstünlük kurma vardır, iktidar hırsı vardır, yönetme arzusu vardır, ihtirasları sınırsızdır kadında bunlar yoktur. Kadın hayat verdiği için şefkatle, merhametle, öz veriyle, kendini feda etme güdüsüyle ve değerleriyle donatılmıştır. Dolayısıyla bizim bu kadınsı değerlere sahip çıkmamız, korumamız ve insanlığa kazandırmamız lazım”.

Ve buradan hareketle kadın kimliği, kadın bakış açısı denilen bir söylem geliştirirler; “Bizim erkekleşmeden dünyaya bu kadın açısıyla bakmamız lazım. Çünkü bu bakış daha insani bir bakıştır, daha yumuşak ve daha sevgi dolu, daha empatiye açık bir bakıştır. Bu bizi savaştan, üstün olma güdüsünden, kolonyalizmden, tahakküm etme durumundan, sömürgecilikten vs. erkeksi değerlerden bizi kurtaracak bir bakış açısıdır”. Kadın kimliğinin de bunun üzerine bina edilmesi gerektiğini savunurlar.

Şimdilerde bu anlayış Fransız feminizmi diye ayrı bir akım olarak gelişiyor. Bu, Fransa’da post-modernist ekolün etkisi altında gelişen yeni bir feminist yaklaşımdır. Bizim kültür dediğimiz şey daha çok dil üzerinden, söylem üzerinden gelişen bir olgudur. Atasözleri, deyimler, masallar, anlatımlar, şarkılar, destanlar, bunların hepsi aslında bizi sosyalleştiriyor, bize bir bilinç ve bir bakış kazandırıyor. Bir karakter kazandırıyor, bir kültür kazandırıyor, derler.

Ve bu yüzden de dil üzerinde çok önemli çalışmaları var. Dil üzerinden hareketle, insan hayatında bir semiyotik bir de sembolik denen iki dünya olduğunu söylerler. Buna göre, her insan semiyotik dünyaya doğar. Doğan her insan toplumla kültürle bütünleşme sürecine gelinceye kadar semiyotik dünyada yaşar. Kadınsı bir dünya olan semiyotik dünyanın ana aktörü de kadındır. Erkek de, kız çocuk da bu semiyotik dünyada daha çok anneye bağlıdır, kendilerini anneleriyle özdeşleştirirler. Fakat ne zamanki dil söz konusu olmaya başlar, çocuklarda dil gelişir ve dil üzerinden sosyalleşme başlar o zaman bir kültür duvarı ortaya çıkar.

Erkek çocuklar bu kültür duvarına gelince, dil üzerinden babasıyla özdeşlik kurmaya başlar ve böylece sembolik dünyaya adım atar böylece kültürle bütünleşir. Kültür erkeksidir ve ana aktörü de erkektir. Kız çocuk ise bu duvara gelir burada bilim ve kültür duvarına çarparak geri döner ve semiyotik dünyada kalır. Bir üst basamak olan sembolik/ kültür dünyasına geçemez. Bu aynı zamanda ezilen/ ezilme dünyadır. Sembolik dünya aynı zamanda buna ilişkinde bir söylem de geliştirmiştir. Bütün hakaretler, bütün küfürler, bütün aşağılamalar bu semiyotik dünyayla dolayısıyla kadınla ilişkili söylemlerdir. O yüzden Fransız feministler “Biz kadınsı bir dil, kadınsı bir literatür geliştirmeden kadını kurtaramayız. Kadınsı destanlar, kadınsı kahramanlıklar, söylemler, atasözleri, deyimler vs. olmadan olmaz.” derler.

Türkiye’de de 1980’lerde feminizm hareket geliştiği günlerde çıkan “Somut Gazetesi”nde kadın aleyhine olan atasözleri ve deyimleri derlemişler, inanılmaz kadın aleyhtarı deyim ve atasözleri olduğunu göstermişlerdi.Radikal feministler, farklılığı savunurken bunda aşırıya kaçan gruplar da olmuştur. Mesela Amerika’nın radikal feministleri diyorlar ki “Erkeklerle bağımızı tamamen koparalım. Bunun yolu da erkek kadın evliliğini tamamen ortadan kaldırmaktır”. Bunlar marjinal grup olarak kalmıştır.

Ben Kadın Değil Miyim?

“Üçüncü dalga kadın hareketi” yeni bir harekettir. Türkiye’deki çoğu feminist bunu bilmez ve hatta kendilerine bir tehdit olarak da görebilirler. Bizdeki feminist kadın hareketi, aslında tam da bu üçüncü dalganın eleştirdiği anlayışa sahiptir. Türkiye’deki baskın feminist söylemde tek tip kadın kurtuluşu anlayışı vardır. Nasıl olur bu kurtuluş? Kadın gelenekten kurtulursa, başını açarsa, eğitim görürse, gece hayatına karışabilirse, dans edebilirse, dinsel unsurlardan uzaklaşırsa; yani tüm geleneksel, toplumsal ve dinsel baskılardan uzaklaşırsa kadın kurtulur.

Üçüncü dalga kadın hareketi?

1980’lerden sonra, Amerika’da zenci bir kadının yazdığı “Ben Kadın Değil Miyim?” adlı kitaptan sonra başladı. Bu kitaptan sonra feministler arasında bir tartışma başladı. Bu kadın kitabında, şunu söylüyordu; “Ben zenci bir kadın olarak, beyaz batılı kadın tarafından erkeksi bir kadın gibi telakki ediliyor ve onlar tarafından bir kadın olarak algılanmıyorum. Birinci ve ikinci kadın hareketleri beyaz batılı kadının geliştirdiği kadın hareketleridir. Beyaz batılı kadının yaklaşımı oryantalisttir”. Batılı kadın, doğudaki kadının kurtuluşunu kendisi gibi yani batılı kadın gibi olmakta görür. Mesela Müslüman kadının kurtuluşunu başörtüden kurtulması olarak görür. Peki, batılı kadının kendisi kurtulmuş mudur? Buna itiraz eden bir sürü de veri var. Mesela; Almanya’da kadına karşı işlenen şiddet Türk kadınının uğradığı şiddetten çok da geride değil.

Üçüncü dalga kadın hareketi ne diyor?

Bir kere kadınlar, kadınlar tarafından eziliyor diyor. Bunun en tipik örneği Türkiye’dedir. Türkiye’de dindar kadını en çok Kemalist kadın eziyor. Kemalist kadınlar başörtülü kadınların eğitim hakkı, çalışma hakkı, kamusal aktör olma hakkını tanımıyor.

Üçüncü dalgaya göre, kadın sadece kadın değildir ve dünyada sadece kadın ve erkek gibi iki yalın kategori yoktur. Buna modernleşmenin en büyük unsuru olan “özcülük” diyorlar. Yani belli evrensel değerler var ve bu değerleri herkesin kabul etmesi gerekir. Peki, hangi değerler evrenseldir diye baktığımızda batılı değerlere evrensellik atfedildiğini görürüz. Bu değerler insan aklından neşet etmiştir, rasyonalitenin ortaya çıkardığı değerlerdir ve batı dünyasında ortaya çıkmıştır. Dünyanın geriye kalan toplumları kendi kültürlerini, kendi inançlarını, gelenek ve göreneklerini bırakarak bu değerleri taklit edecektir. “Özcülüğün” bize söylediği şey budur. Burada rölativizm yoktur, farklı kültürler yoktur, çok hakikatlilik söz konusu değildir, çoğulculuk söz konusu değildir vs. Yani bize, “Tek bir öz var, o öze gel” diyorlar.

Üçüncü dalga hareketi içindeki kadınlar da bu özcü yaklaşıma karşı çıkıyor ve diyorlar ki; “Bir tek kadın yoktur, bir sürü kadınlar vardır ve kadın sadece kadın olduğu için ezilmiyor. Kadın başka unsurlara ilave olarak da eziliyor.” Türkiye’deki başörtü kadının ezilme biçimi buna bir örnektir. O sadece kadın olarak değil, Müslüman kadın olarak eziliyor. Yine emekçi sınıfına mensup olan bir kadın, emekçi kadın olarak da eziliyor. Zenci olan bir kadın ayrıca zenci kadın olduğu için de eziliyor. Kürt kadın hareketi de buna başka bir örnektir. Onlar, sadece kadın olarak erkekler tarafından değil, Kürt kadın olarak özellikle de Türk kadınlar tarafından ezildiklerini ifade ediyorlar.

Kadınlar için tek bir kurtuluş reçetesi yoktur

Dolayısıyla bu üçüncü dalga hareketi; bir, tek başına yalın bir kadınlık olgusu yoktur. İki, Kadınlar farklı bağlamlar içinde ve farklı nedenlerden dolayı ezilir, dolayısıyla da kadınların tek tip kurtuluş reçetesi yoktur. (Bu düşünceleri yüzünden de ikinci dalga kadın hareketi tarafından çok ciddi eleştiriye uğrarlar.) Üç, her kadının kendine özgü bir varoluş biçimi olabilir. Bu da son derece doğal ve meşrudur, derler.

İşte Nilüfer Göle’nin de “Modern Mahrem” kitabında söylediği budur. Türkiye’deki modernleşme, kadını bütün dinsel ve geleneksel değerlerden arındırarak kamusal alana davet ediyor. Müslüman kadınların Cumhuriyetin kurumlarıyla uzun zaman tanışmamış olmasının nedeni budur. Burada İmam Hatip Okulları, kız çocuklarının eğitime dahil olmasında çok önemli bir köprü vazifesi görmüşlerdir.

Nilüfer Göle kitabında diyor ki, “Müslüman kadın kamusal alana mahrem haliyle yani başörtüsüyle gelmek istiyor. Bu aslında onun kendisini var etme biçimidir. Böylece hem kendi mahrem alanını koruyor hem de kamusal alanda sosyal aktör olma haline geliyor.”Kısaca, bir kadının her türlü seçimi bir diğeri kadar meşrudur, bir diğeri kadar doğrudur, bir diğeri kadar anlaşılması gerekir. Bir kadının dindarlığı seçmesi onun kendinden, değerlerinden, özünden ödün verdiği anlamına gelmez, bu onun meşru bir seçimidir.

İslam Feminizmi Deklarasyonu; Kur’an erkek egemenliğini meşru görmez

Müslüman feministlerin yaklaşımının bir boyutu bununla ilgilidir. Diğer boyutu geleneksel İslami rolleri sorgulamakla ilgilidir. Yani “Tarih içinde bizim İslam adına edindiğimiz roller İslam’dan ziyade bu tarihsel, sosyolojik koşulların eseridir” derler.

İslami feminizmin bu yaklaşımı yurt dışında çok ilgi görmektedir. Barselona’da İslam feminizmi kongresi yapıldı ve sonucunda bir deklarasyon yayınlandı. Bu deklarasyon da şöyle bir madde vardır; “İslami feminizm, baskın cinsiyetçi okumalara karşı gelişen bir realitedir. İslami feminizm, Kur’an ayetleri ve Kur’an’ın erkek egemenliğini meşru görmediği yolundaki güçlü inanca dayanmaktadır. Yani Kur’an-ı Kerim’in kadını ikinci planda bırakan, erkeği üstün gören bir anlayışı yoktur. Kur’an’ın kadın-erkek arasında hakkaniyetli, adaletli bir anlayışa dayalı yaklaşımı vardır. Ve Kur’an insan onuru açısından da bir eşitliği ön görmektedir.”

Kongrenin son iki maddesi de şöyle; “Feminizmin tekil ve etnosentrik bir söylevden ibaret olduğunu daha fazla kabul edemeyiz. Artık farklı feminizmlerden söz etmek kaçınılmaz hale gelmiştir. Feminizm daha fazla kucaklayıcı olmalı ve kadınların yerel ve ulus ötesi şartlarındaki arayışlarının meşruiyetini kabul etmelidir. Değişik kadın hareketleri farklılığına ve özel doğasına saygı duymalıdır.”

Ana hatlarıyla söylenen budur. Yani kadının, ikincil kadın olmaya ilave olarak, onu ezen onun ezilmesine yol açan, ikincil neden neyse onun üstesinden gelmek suretiyle de kadınlar kendi kurtuluşlarını sağlayabilirler, kendilerini gerçekleştirebilirler. Bu da doğru olan bir şeydir. Feminist hareketin bunu kabul etmesi lazımdır.

Klasik feministler, Nilüfer Göle’yi kabul etmediler, ona inanılmaz bir şekilde karşı çıktılar. Özellikle de Kemalist kadınlar… Çünkü Nilüfer Göle onlara başka türlü de kadın olunabileceğini söylüyordu. Bizim Kemalist kadınlar ise başka türlü kadın olunamayacağı şeklinde formatlanmışlardı.

Sonuç olarak;
Tüm feminist hareketler içinde gelişen söylemlerden üç tanesinin önemli olduğunu görüyoruz. Bunlardan bir tanesi “Eşitlik”tir. Eşitlik kadının erkekle aynı sosyal ortamı paylaşmasının zeminini oluşturan bir yaklaşım olmuştur. İkincisi “farklılık” söylemidir. Bunun da çeşitliliğe zemin açan bir boyutu var. Üçüncüsü ise “otonomi” yani kadınların kendilerini devlete bağlı kılmaksızın kendi ayakları üzerinde durabilmek, kendi varlıklarını o anlam temeli üzerinde var edebilmektir.

Yüz sene geriye giderek baktığımızda; Hegel, Roussoau, Thomas gibi modern siyaset düşüncesinin ortaya koyduğu o erkeksi sivil toplumundan ve de erkeklerin sivil toplumundan, içinde kadınların da değerleriyle birlikte yer aldığı bir sivil topluma geldiğimizi görüyoruz. Böylece; kadınların da kamuya girmeye başlamasıyla, tek tipleştirici bir kamusal anlayıştan renklilik ve çeşitliliğin var olduğu yeni bir sivil topluma geçilmiş oldu.

Hazırlayan: Ayla Kerimoğlu

Not: Bu metin, Prof. Dr. Ömer Çaha’nın 16 Ekim 2010 tarihinde, Hazar Derneğinde verdiği “Batı’da Kadın Hareketi Nasıl Ortaya Çıktı” başlıklı sunumunun tarafımızca yapılan özetidir. Kaynak göstermeden alıntılanması ve yayınlanması yasaktır.

 

 

 

 

 

 

Önceki Yazı

1980 Sonrası Kadın Hareketi: : Kemalist Kadın Kimliğinden Kopuşların Seküler Temeli

Sonraki Yazı

Kadın Gündemi Tartışmaları: Toplumsal Cinsiyet Rolleri Açısından Türkiye’de Erkeklik İnşası

Bunlar da ilginizi çekebilir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir