12 Kasım 2016
Hazar Derneği’nde 12 Kasım 2016 Cumartesi günü “Modern Edebiyatta Hz. Peygamber” başlıklı konuşmasıyla Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dekanı Sayın Prof. Dr. M. Fatih Andı’yı ağırladık.
Konuşmasını Türk edebiyatının iki önemli türü olan şiir ve roman etrafında şekillendiren Prof. Andı, öncelikle modern öncesi klasik edebiyat dönemiyle Modern Türk şiirinin Hz. Peygamber algısındaki karşılaştırmalar üzerine önemli tespitlerde bulundu:
İslami edebiyat geleneği içerisinde Peygamber Efendimiz’in hayatı, hayatının farklı olay veya dönemleri, şahsiyetinin ve vasıflarının çeşitli yönleri, mevlid, gazavatname, miraciye, fezâilname, Şefaatname, şemâil-i şerif, na’t gibi türlerle edebiyata konu edilmiştir. Klasik dönem edebiyatımızda da manzum ve mensur bu türlerde yazılmış pek çok eser mevcuttur. Bütün bu eserlerde ortak bir payda olarak Hz. Peygamber’i övme ana kimliği oluşturur. Överken, onun ahlaki yüceliği, insani hasletleri ve mucizeleri ön planda tutulur. Daha sonraki eserlerde ise şair bir yol ayrımındadır. Bu övgüleri takiben eserde ya Hz.Peygamber’den şefaat ya da Hz.Peygamber aşkı temanın iki ana izleğini oluşturur. Halk edebiyatında koşma, semai ve ilahilerle halk şairlerinde de benzer bir algı söz konusudur.
Prof. Dr. Andı, modern Türk şiirinin ise bir damarıyla da “Peygamber’ini seven bir şiir” olduğunu vurguladı. M. Akif, A. Nihat Asya, N. Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu gibi modern Türk şiirindeki Hz. Peygamber imgesinin önemli kurucu isimleri üzerinde durdu:
Modern dönemin Peygamber konulu şiirlerinin en önemlileri, Türk şiirinin bugün geldiği çizgiyi kavramış bu modern şiir çerçevesinde Hz.Peygamber’i anlatan şairlerin eserleridir. Bu şairler, bugünün entelektüel ortamına bir şeyler söylemiş, temsil gücü kazanmış şairlerdir. Hangi dünyada nasıl bir edebiyatın içerisinden konuştuğunun idrakinde olan, döneminin inanç, sanat, kültür sosyalitesini kavramış bir şairin yazdığı modern şiir, bizim için önemlidir. Asıl projektörlerimizi bunlar üzerinde odaklamamız gerekiyor. Türk edebiyatında bu temsil gücü kazanan şairlerde, klasik Türk şiirinin na’tlerinin şefaat ve Hz. Peygamber aşkının dışına çıkıldığı gibi bunlarla birlikte başka bir üçüncü yol izlenildiğini görürüz. Burada yaşanılan çağdan şikayet eden şair modern hayatın trajedisinden kurtulmak için O’na yalvarır, Hz. Peygamber’in hayatını bir sığınma, bir liman olarak görür. Modern Türk şiirinde bir kırılma noktası olan Mehmet Akif’in “Pek Hazin Bir Mevlid Gecesi’nde, Arif Nihat Asya’nın “Naat’ında Hz. Peygamber, içine düşülen olumsuz şartlar karşısında bir kurtarıcı olarak görülür ve Hz.Peygamber’in vahyettiği dinin ilkeleri bağlamında O’nun çağa davet çağrısı kendisini gösterir. Klasik şiirde bu davet söz konusu değilken modern şiirde ise ana kırılma noktasıdır. İkinci bir farklılaşma, klasik şairde Hz.Peygamber’i sadece bir nebi olarak anlatma cehdine karşılık, modern şiirde Necip Fazıl’da karşılığını bulan Hz. Peygamber’in bugünün toplumsal hayatında bir önder, bir lider, bir aile reisi, dünya hayatını onun etrafında şekillendirdiğimiz bir öncü olarak yaşanılan hayatın içine alınmasıdır. Bir diğer ve en önemli farklılaşma noktası ise, Hz. Peygamber’i bir medeniyet inşacısı olarak görme çabasıdır ki bunun en bariz örneğini Seza Karakoç’ta görürüz. Cahit Zarifoğlu’na gelince “Menziller” şiirinde zarif telmihlerle, çağrışımlarla üstü kapalı bir dile Hz. Peygamber’in hayatına atıflar da bulunur.
Modern zamanlarda tablo zamanla değişti, mesele çetrefil hale geldi. Hz. Peygamber’in hayatının konu edildiği siyer kitapları, edebî nitelikli manzum ve mensur siyer verimleri, tüketim kültürü ürünü, popüler mahiyetteki siyer verimleri, modern dönemlere geldiğimizde hem bu tablonun rengi değiştirdi hem de “algı sorunu” çerçevesinde meseleyi biraz daha zorlaştırdı. Bir diğer taraftan tüketim kültürünün popüler bir etkinliği olan kutlu doğum haftalarında da Hz. Peygamber konulu popüler şiirler, yazılar, kitaplar vs. çeşitli ürünler ortaya çıktı. Bunlar Hz. Peygamber’i sıradanlaştırdığı gibi tüketim kültürünün de bir parçası haline getirmektedir.
Andı’nın konuşmasında ortaya koyduğu ve nirengi noktasını oluşturan en önemli sorunsal ise modern dönemde bütün bu örnekler eşliğinde Hz. Peygamber’in hayatının hangi teknikle ve hangi edebi türlerle ele alınabileceği meselesi idi. Modern edebiyatta, bugün siyer kategorisinde değerlendireceğimiz edebi eserlerde modern edebiyat türlerinin hangilerini tercih edeceğiz? Böylesi bir tercih imkanı veya mecburiyeti var mıdır? Mesela Hz. Peygamber’in hayatı bir tiyatroya konu olabilir mi? Postmodern anlatılar siyeri konu edinebilir mi veya edinmeli mi? Hz. Peygamber’in hayatı roman şeklinde yazılabilir mi? gibi sorulara cevap vermek için Fatih Andı, öncelikle bizim romanla olan bağlantımıza değinmek gerektiğini söylemiştir.
“Roman Batı’da modernitenin oluşma sürecinde ortaya çıkan burjuvazinin ürünüdür.”
Romana gelince, geleneksel edebiyatların gözde türü şiir, modern edebiyatların gözde türü ise romandır. Bunun da birden fazla sebebi vardır. Roman metalaştırmaya uygun bir türdür, üretim tüketim ilişkisi içinde parayla alınıp satılmaya müsaittir. Roman Batı’da modernitenin oluşma sürecinde ortaya çıkan burjuvazinin ürünüdür. Roman, muhtevası itibariyle modern dünya algısıyla örtüşür. Dolayısıyla bir toplumda modernizm ne kadar başat bir öge olmaya başlamışsa romandan da o derece iyi örnekler verilir. İyi roman yazmak o romanı üreten dünya algısına teslim olmak demektir. Bu da teslimiyetçi bir tavırdır. Roman, modern hayatın kodlarını hayat tasavvurunu işleyen bir türdür. İyi roman yazılması gelenek açısından sakıncalı bir durumdur. Çünkü bu bir modernleşme göstergesidir. Aslında romana dair dikkatlerimiz aslında modern hayat ve edebiyat ilişkisine dair dikkatlerimizdir.
Öyleyse, Hz. Peygamber bu edebi türün içinde nasıl işlenecekti? Mademki roman modern hayatın kaynadığı bir platformdu; o halde bu edebiyat ürününde Hz. Peygamber’i ne kadar anlatamasak bizim için o kadar iyidir hatta geleneksel hayatımızı da anlatmamalıyız” dedikten sonra roman türünün kutsalı anlatma ve geleneği ele alma noktasında sakıncalı bir yerde durduğunu ve “Romanda Hz. Peygamber anlatılmalı mı? sorusuna neden “hayır” dediğini ve çekincelerini roman türünün yapısal özelliklerini ele alarak çeşitli argümanlarla etraflıca ortaya koydu:
“Roman her şeyden önce diğer edebi türler gibi bir görme biçimi dayatır.” Roman tiyatro gibi görselleştirici bir türdür. Bunu da tasvirle yapar. Gerçek hayatın yanına paralel bir dünya kurar, bunu da kurmaca dünyayla yapar, bu romancının hayal ettiği, tasavvur ettiği bir dünyadır ve romancının hassasiyetine, algısına, dünya görüşüne dayanır. Sinema, heykel, resim neyse edebiyatta da roman odur, görselleştirme açısından ya da yazarın algısı etrafında bir hayatı somutlaştırma çabası açısından.
“Romandaki görselleştirme yoksullaştırmadır.” Herhangi bir şeyi görselleştirmekle aslında yoksullaşmış olursunuz, çünkü görsellik köreltir. Görselleştirme, bizim muhayyilemizi sınırlayarak somut bir olguya getirerek dayar bizi. Biz farkında olalım olmayalım artık kendi muhayyilemizde o görüntünün oluşturduğu şartlanmanın tesiri ile bir Peygamber imajı oluşur. Oysa o görüntü olana kadar her birimizin zihninde, gönlünde, muhayyilesinde bir Peygamber idraki vardır. Biz bir siyer eserini de okuruz. Ancak siyer eseri kurmaca bir eser değildir. Her bir siyerin elbette bir planı vardır. Hz. Peygamber’in hayatına dair belgeleri, bilgiyi, rivayetleri kendince bir plan dahilinde aktararak anlatır. Anlatmak ayrı bir şeydir, aktarmak başka bir şeydir. Roman bu aktarma işlemini kurmaca bir dünyanın içinde yapmaktadır. Burada ben neden kendimi bir yazarın kendi tasavvuruna teslim edeyim?
“Romanın kurmaca dünyasında Hz. Peygamber nerede ve nasıl yer alacak? Hz.Peygamber’in reel varlığını, yaşadığı hayatı, bir romancının kendi kurmaca kabiliyetine teslim edemeyiz.” Romanın dünyası “kurmaca” bir dünyadır. Kurmaca olmazsa roman olmaz. Her bir kurmaca (fiction), romancının “ibda” kabiliyetine bağlı olarak gerçekleşir, kendi hayal gücüyle oluşur. Romancı, romanın dünyasını kendi idrak ve yaşama tecrübeleriyle yeniden inşa edecektir. Sonra o kurmaca dünyanın içine gerçek ve kutsal bir şahsiyet olan Hz. Peygamber’i yerleştirecek ve metnin zembereğini kuracaktır. Sonra da O’nu kendi idrak ve donanımıyla sınırlandırarak yeniden inşa edilmiş bir kahraman haline getirecektir. Geleneksel tahkiyeli ürünlerden farklı olarak roman, var olanı aktarma ya da yalnızca anlatma değil, yorumlayarak yeniden yaratma esasına dayanır. Bu olmazsa roman olmaz. Dolayısıyla roman yazmışsanız romanın kurgusal dünyası içerisinde kendi Peygamber tasavvurunuza göre kendi Peygamberinizi de yaratmış olursunuz.
“Romanda tasvir olmadan olmaz. Her tasvir bir görselleştirme çabasıdır.” Bu türün iyi örneği romancının kendi tasavvurundan çıkan tasvirlere dayanır. Türünün iyi bir örneğinin verilmek istenildiği Hz. Peygamber’i anlatan romanlarda bu tasvir nasıl bir işlev görecektir? Hz. Peygamber hangi verilerle tasvir edilecektir? Bunu yaparken Hz. Ali’den rivayet edilen hilye-i şerif olarak yazılagelen Peygamber tasviri ve hadisler Hz. Peygamber’i tasvir ederken yeterli olacak mıdır? Buradaki Peygamber anlatımları romanın tasvirci gözlüğüne nasıl uyarlanabilir?
Burada romancı Hz. Peygamber’i sahih rivayetlerin dışında kendi tasavvurunda, kendi muhayyel dünyasında tasvir ettiği takdirde Onu kurmaca bir kahramana dönüştürecektir. Ya da standart olarak hilyelerden yola çıkarak hadis rivayetlerine göre anlatırsa romanın bir tekniğini feda edecek ve roman niteliğini kaybedecek, kötü bir roman olacaktır. Bu durumda basmakalıp, kötü bir romanda Peygamber’i anlatmak da Hz. Peygamber’e haksızlıktır.
“Asr-ı Saadet’i inşa eden Hz. Peygamber’in hayatının trajik bir zemine taşınamaz.”
Romanın olmazsa olmazlarından trajedi, gerilim, çatışma romanın yürümesi için önemli unsurlardır. Özellikle trajedi romancı için bir imkandır. Roman teorisi kaynaklarında romanın zembereğini kuran ana öğe trajedidir. Trajedi bir insanın en derinden hissettiği bir olgudur ve insanın varlık dünyasında mutlak olarak yalnız, çaresiz olduğu noktada başlar. Ancak Müslümandaki kader inancıyla çelişir. Dolayısıyla bir Müslümanın hayatında trajedi olamaz. Müslüman olmak sizi bir emniyet supabı gibi trajediye saplanıp kalmaktan kurtarır. “Allah var gam yok” sözü de bunu ifade eder. Burada Hz. Peygamber’i nasıl bir trajik kahraman olarak anlatacağız? Oysaki Kur’an-ı Kerim’de: “Sizin arkadaşınız (Peygamber) ne saptı ne de aldandı. Kendi heva ve hevesinden konuşmadı… Gözü kaymadı, isyan da etmedi.” (Necm Suresi,2,3, ve 17.) diye bahsedilmektedir. Dolayısıyla hayatında trajedi olmayan bir peygamberi nasıl romanlaştıracağız? Ben yaptım oldu diyeceksiniz ve kötü bir roman yazacaksınız. Bu kötü romana neden Hz. Peygamber’i alet edeceksiniz? Bunu yapmaya hakkınız yok.
“Diyaloglar romanda Hz. Peygamber’i anlatmada nasıl bir işlev görecek?”
Romanda bir başka önemli öge ise diyaloglardır. Romanda diyaloglar hem olayların yürümesine katkıda bulunur hem de kahraman oluşturmada önemli işlevler üstlenir. Bu noktada, roman teorisinin önemli sorunlarından biriyle karşılaşıyoruz. Bilhassa tarihi romanlarda reel tarihi şahsiyetlerin nasıl konuşturulacağı…Hangi üslupla? Veya bize gelen, gerçekten söylenmiş sözleri romana nasıl aktaracağız? Yapının içine nasıl yedireceğiz? Bir romanda tarihi şahsiyetleri baştan sona, yalnızca, gerçekten söylemiş olduğunu bildiğimiz cümlelerle konuşturamayacağımıza göre, diyaloglara, anlattığımız konu, olay ve durumlara uygun olarak yeni cümleler eklememiz gerekecektir. Peki, bu tarihi ve reel şahsiyet Hz. Peygamber olunca? Bir roman kahramanı olarak Hz. Peygamber’in neler söyleyeceği, nasıl söyleyeceği romancı için başlı başına bir problem teşkil edecektir. Ya kahraman Peygamber’i romanın kurgusu ve olayların akışı içerisinde setbestçe konuşturacaksınız ki bu takdirde Hz. Peygamber’e söylemediklerini söyleteceksiniz ve kitleler o sözleri Hz. Peygamber söylemiş gibi algılayacak, okuduğu romanı delil gösterecektir. Oysaki Hz. Peygamber’in “Kim söylememiş olduğum bir sözü bana isnad ederek, yalan söylerse Cehennem’deki yerini hazırlasın.” hadis-i şerifi Müslüman hassasiyetiyle konuya yaklaşmamız doğrultusunda bir sınırdır. Ya da Hz. Peygamber romanda sadece hadis-i şerifleri ile var olacaktır, diyalog diye ilgili hadisler peş peşe sıralanacaktır. O zaman da metin nasıl bir roman olacaktır?
Fatih Andı konuşmasını günümüz romanlarından örnekler vererek şu tespitlere bitirdi: “Her bir metin okuduğumuzda bizi yeniden inşa eder. Althusser’in “masum okuma yoktur” hükmü eşliğinde kurmaca bir okuma etrafında okuyucu edilgendir. İnsan okuduklarının özüdür. Kendine has dili ve kurgusu olan romanda yazar, her okuyucunun zihninde kendi kurduğu dünya üzerinden Hz. Peygamber’in şahsiyetini, hayatını yeniden tasarlar. Bu Hz. Peygamber’i ya fantastik bir kahraman olarak ya da sıradan bir şahsiyet olarak romana yerleştirir. Dolayısıyla romanda Hz. Peygamber anlatmak sakıncalıdır. Hz. Peygamber’in hayatını öğrenmek bizim için bir ibadetse eğer modern araçlarla O’nu anlatmamalıyım.”