İmam-ı Gazzali’de Ahlak ve Eğitim

Hazırlayan: Yorum yapılmamış Paylaş:
AHLAK
İslâm Ahlâk Düşüncesindeki Yeri
Yaygın kabule göre Gazzâlî İslâm’ın en büyük ahlâk düşünürüdür. Fransız müsteşrik Baron Carra de Vaux, Doğu’da felsefede İbn Sînâ’nın, ahlâkta Gazzâlî’nin aşılamadığını belirtir.  Onun ahlâk düşüncesinde ulaştığı yetkinlik, sahip olduğu geniş ve derin kültürün, bilhassa felsefe, kelâm, fıkıh ve tasavvuf alanlarındaki birikimin ürünüdür. Gazzâlî’nin çok yönlü ilmî kişiliğinin en verimli ve etkili sonuçlarından biri, ahlâk problemlerini ve genel olarak İslâm toplumunun ahlâkî açmazlarını çok iyi görmesi ve bunlara çözümler üreten zengin bir ahlâk düşüncesi ortaya koymayı başarmasıdır. Ba başarıyı en iyi yansıtan eseri İhyâü ‘ulûmi’d-dîn’dir. Adından da anlaşılacağı üzere bu eser ahlâkın yanında tasavvuf, kelâm ve fıkıh konularını da kapsamakta ve bu ilimlere yeni yorumlar getirmektedir. Bundan başka, bir fıkıh usûlü kitabı olan el-Müstasfâ min ‘ilmi’l-usûl hukuk felsefesiyle yakın ilişkisi bulunan ahlâkın formel yönüne dair önemli bilgiler ihtiva etmektedir. Ayrıca Mîzânü’l-‘amel başta olmak üzere el-Makşadü’l-esnâ fî şerhi esmâ’i’llâhi’l-hüsnâ, Cevâhiru’l-Kur’ân, el-Erba‘în fî usûli’d-dîn, Kimyâ-yı Sa’‘âdet, Mişkâtü’l-envâr gibi tasavvuf ağırlıklı eserleriyle Tehâfütü’l-felâsife ve Mi‘yâru’l-‘ilm gibi felsefe ve mantık, el-İktisâd ü’l-i‘tikâd ve İlcâmü’l-‘avâm ‘an ‘ilmi’l-kelâm gibi kelâm kitapları, hatta Bâtınîliğe karşı yazılan eserler de yer yer ahlâk konularını ele almaktadır.
İslâm ilim ve düşünce tarihinde gelişen nassa dayalı gelenekçi ahlâkla felsefî ve tasavvufî ahlâkı birbirine yaklaştıran, hatta birleştiren Gazzâlî, pek çok araştırmacıya göre bu amaç için çalışanlar içinde en başarılı olanıdır.  Bu amaca uygun olarak Gazzâlî, bilhassa İhyâu ulûmi’d-dîn”in her bölümünde önce konuyla ilgili âyet ve hadisleri verir ve bazen bunları yorumlar; daha sonra Ehl-i sünnet akidesine bağlı mutasavvıflardan ve diğer İslâm âlimlerinden nakiller yapar. Öte yandan Gazzâlî ruh, akıl, mutluluk, siyaset ve özellikle fazilet nazariyesinde, şer’î ölçülere bağlı kalma çabası göstererek Eflâtun, Aristo, Yeni Eflâtunculuk ve o dönemde artık iyice sistemleşmiş bulunan eklektik İslâm felsefesinden faydalanır; felsefenin vardığı bazı sonuçları âyet ve hadislerle delillendirir. Bu noktada -adını anmamakla birlikte çok yakın benzerliklerden anlaşıldığı kadarıyla- Râgıb el-İsfahânî’nin ez-Zerî‘a ilâ mekârimi’ş-şerî‘a adlı eserinden de istifade ettiği kesindir. Ancak Râgıb tasavvufa mesafeli dururken, hatta kendi dönemindeki tasavvufî zihniyeti eleştirirken  Gazzâlî de –yer yer tasavvuf adına serginelen yanlış düşünce ve uygulamaları yer yer eleştirmekle birlikte- onun gözünde esas itibariyle tasavvuf bilgide ve ebedi kurtuluşa ulaşmada en güvenilir yoldur. Bu sebeple Gazzâlî “nur üstüne nur” dediği  din ve akıl ilkelerine bağlı kalma gayreti göstererek tasavvuf ahlâkına da büyük değer verir. Çünkü ahlâkta asıl olan, şeriatın öğretilerini sadece şeklen icra etmek değildir; en yüksek ahlâkî ideal olan mârifetullah yalnızca arınmış kalplerde yer bulur.
Ayrıca İhyâ’da ele aldığı her konuda, özellikle de kötü huyların giderilmesi ve erdemlerin kazanılmasının bilgi (ilim) ve uygulama (amel) boyutları üzerinde önemle duran Gazzâlî, ahlâkî gelişmede bilginin önemini ortaya koymakla birlikte, Grek felsefesinden gelen “bütün kötülüklerin bilgisizlikten geldiği yönündeki ilkesel görüşe katılmamıştır. Nitekim İhyâ’da açıkça şöyle der: “Akıl (bilgi) sermayedir, temeldir… Ancak güzel ahlâk da gereklidir. Nice akıllı insan vardır ki her şeyi mahiyeti ne ise o şekilde bilir; fakat öfke, haz tutkusu, cimrilik, korkaklık gibi olumsuz eğilimlerine yenildiğinde duygularına boyun eğer ve bildiklerinin aksine davranır.”  
 
Ahlâkî Varlık Olarak İnsan
Gazzâlî kelâm, fıkıh, tasavvuf ve felsefe konularını işlerken dahi –ilgili yerlerde gösterdiğimiz üzere- nefsin arındırılması ve erdemlerin geliştirmesi gibi ahlâk konularına dikkat çeker. Bu bağlamda önemli olan bir konu da insanın değeri ve mahiyeti meselesidir. Gazzâlî’nin “Allah göklerin ve yerin nurudur”  mealindeki âyeti İşrâkî bir anlayışla yorumladığı bilinmektedir. Bu çerçevede insanın “rahmanın suretinde” yaratıldığını bildiren hadisi de geniş ölçüde değerlendirmiştir.  Çünkü bu hadis, insanın bütün yaratılmışlar içindeki seçkin konumuna işaret eder. Yüce Allah insan oğluna bilme ve inanma şeklinde iki temel nitelik vermekle onu diğer canlılardan daha şerefli ve seçkin kılmıştır.  Bilginin en üstünü ve diğer bilgi çeşitlerinin nihaî hedefi mârifetullahtır. İnsanın bu ideale ulaşabilmesi için önce kendini tanıması, ardından da sürekli gelişen bir ahlâkî arınmaya girişmesi gerekir. Kendini tanıma meselesi Sokrat’tan beri bütün filozofların ağırlık verdiği bir husustur. Fakat Gazzâlî konunun önemini âyet ve hadislerle de teyit eder. Nitekim “Gerek dış dünyada gerekse kendi varlıklarında delillerimizi onlara göstereceğiz”  mealindeki âyetle insanın yaratılışına dair daha başka âyetler, Hz. Peygamber’e isnat edilen, “Kendini tanıyan rabbini de tanır” anlamındaki hadis  kendini tanımanın (ma’rifetü’n-nefs) önemini açıkça göstermektedir. İnsanın kendini tanıması demek bedenî varlığının ötesinde ruhunu, ruhun ahlâkî ve aşkın niteliklerini tanıması demektir. Çünkü insan ruhî yönüyle tabiatın sıradanlığını aşan yüksek bir değerdir. Nitekim Allah Kur’an’da  bedeni tabiata, ruhu ise kendi zâtına nisbet ederek insanın bu aşkın yönüne dikkat çekmiştir.  
Gazzâlî, insanın mahiyetinin ne olduğunu daha iyi ortaya koymak için ruh teriminin anlamını ve bunun kalp, nefis ve akıl terimleriyle ilişkisini incelediği İhyâ’ü ‘ulûmi’d-dîn’in “Acâibü’l-kalb” bölümünde  bu dört kavramın psikolojik, ahlâkî ve epistemolojik bakımdan aynı anlama geldiğini ileri sürmüştür. Nitekim zaman zaman ruh yerine öteki kavramları da kullandığı görülür.  Gazzâlî’nin insanın varlık yapısını incelerken üzerinde durduğu en önemli nokta onun bu ruhî ve manevî cephesidir. Çünkü ilâhî hitaba mazhar olan, yükümlü ve sorumlu tutulan, akıl ve bilgi sahibi olan, duyular üstü âlem hakkında idrak ve tefekkür gücü taşıyan,  varlığını bu dünyanın ötesinde de sürdürecek olan insan, bütün bu ayrıcalıkları ruhî bir varlık olmasına borçludur. 
Gazzâlî, “Allah Âdem’i kendi suretinde yarattı”  mealindeki hadis münasebetiyle insanın evrendeki seçkinliğini sık sık vurgulamakla birlikte onu tanrılık seviyesine çıkaran müfrit görüşleri de eleştirir.  Bu eleştirileriyle Gazzâlî panteizmin her çeşidine karşı çıkmıştır. Bunun ahlâk bakımından önemi, panteist anlayışın doğurduğu ahlâk anarşisi, yükümlülüğün inkârı veya İslâmî deyimiyle ibâhîliğin reddedilmiş olmasıdır. 
Gazzâlî ruhla birlikte bedeni de insanın varlık yapısının bir parçası saymış ve hayatın seyri içinde bedene değer verilmesi gerektiğini vurgulamış; hatta Gazzâlî, insanın bedenî yanının ahlâkî hayattaki rolü üzerinde de durmuştur. Buna göre insan bu dünyaya imtihan için gönderilmiştir ve şüphesiz bu imtihanın konusu da esas itibariyle ruhtur. Fakat eğer ruh bedenden soyutlanmış olarak bulunsaydı ondan kötülük doğmazdı. Halbuki imtihan yani ahlâkî hayat, iyi ve kötü çatışmasının bulunduğu yerde vardır. Şu halde genel olarak ahlâkî hayat insanın ruh-beden varlığı olmasının bir sonucudur.  
Gazzâlî, İslâm felsefe ve tasavvufunda benimsenen ve aslında Eflâtun’a dayanan, ayrıca Kur’an’ın öğretisiyle de bağdaşan çizgiyi izleyerek ruhun Allah’tan geldiğini ve yine O’na döneceğini düşünmektedir. Ancak Kindî, Fârâbî ve İbn Sînâ ile mutasavvıfların büyük çoğunluğundan farklı olarak eserlerinde bedene ve bedenî imkânlara daha çok önem verir ve bu yönüyle İbn Miskeveyh’i hatırlatır. Nitekim İbn Miskeveyh gibi Gazzâlî de yalnız ruh hayatına yönelerek bedeni ve onun ihtiyaçlarını ihmal etmeyi doğru bulmamıştır. Zira ruhun Allah’a doğru giden yolculuğunda beden onun taşıyıcısı, servet vb. imkânlar da bedenin zorunlu ihtiyaçlarıdır. Ayrıca bedenin hukuk ve sağlıkla ilgili ihtiyaçlarını karşılayan fıkıh ve tıp gibi ilimler bu bakımdan değerli ve vazgeçilmezdir.  
Böylece insanı ruhu ve bedeniyle saygın bir varlık olarak gören Gazzâlî, insanlar arası ilişkilerde bu değere saygı duyulmasını ister. Bir hadiste “İki dost birbirini yıkayıp temizleyen iki el gibidir”  buyurmuştur. Gazzâlî bu hadisi açıklarken mal yardımı yapma örneği üzerinden insanların birbirine bakışını üç derecede görür. “En aşağı derecesi, senin diğerini kulun ya da hizmetçin gibi görerek malının fazlasından onun ihtiyacını karlamandır… İkinci derece onu kendi seviyende görüp onun kendi malından pay sahibi kılmandır… Üçüncü ve en yüksek mertebe ise onu kendinden daha saygın görüp, onun ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarına öncelemendir. Bu gerçek dostların mertebesi ve sevginin en ileri derecesidir.” 
 
İnsanın Özgürlüğü
İnsanın ahlâk varlığı oluşu, onun özgürlüğü ilkesine dayanır; yani özgürlük varsa ahlâkın da varlığından söz edilebilir. Bu sebeple düşünce tarihinin en ciddi metafizik problemlerinden biri olan irade ve hürriyet konusuyla Gazzâlî de geniş ölçüde ilgilenmiştir. Daha önceki İslâm filozofları genel olarak iradeyi, “nefsin bir fiile belli bir amaç için ve şuurlu olarak ilgi veya arzu duyması” şeklinde açıklamış ve ahlâkî fiillerin iradeli davranışlar olduğunu kabul etmişlerse de irade problemini tartışmaya girmemişlerdir. İslâm düşüncesinde irade ve hürriyet konusu daha çok kelâm ilminde kulların fiilleri problemine bağlı olarak ve Allah-kul münasebeti açısından tartışılmıştır.
Gazzâlî iradeyi “maksada uygun bulunan şeyin belirlenmesi” veya “bir şeyi benzerinden ayırt etme yeteneği” şeklinde tanımlamıştır.  Bu iki tanımdan, iradî faaliyetlerin ideal bir beğenme ile seçilip yapılan eylemler olduğu anlamı çıkar. Gazzâlî iradenin seçme (ihtiyar) niteliği üzerinde önemle durmaktadır. Zira seçme imkânının bulunduğu her durumda irade de vardır. Öte yandan bir fiilin gerçekten “bizim fiilimiz” olması için o fiilin bizden doğmuş olması yetmez; bunun yanında onu kendi irademizle yapmış olmamız gerekir. Ayrıca irade teriminden “bilinenin istenmesi” anlaşılır. Şu halde irade zorunlu olarak bilgiyi de içerir.  Bu açıklamalara göre Gazzâlî tam anlamıyla iradeli bir fiili seçimli, bilinçli ve amaçlı bir eylem olarak görmüştür. İnsan için bu üç unsuru birlikte taşıyan bir irade hürriyetinden söz edilebilir mi? İşte Gazzâlî’nin diğer bütün İslâm düşünürlerinden daha çok önem verdiği temel soru budur.
Daha önce Gazzâlî’nin bir ölçüde bağımsız bir düşünür olmakla birlikte geniş ölçüde Eş‘ariyye mezhebini benimsediğini, dolayısıyla bütün Eş‘arîler gibi insanın iradesi konusunda ifrat ve tefritten sakındığını, yani bir yandan kadere inanmakla Mu‘tezile’den, diğer yandan kulun iradesini tanıyarak Cebriyye’den ayrıldığını belirtmiştik. Allah kulların fiillerinin yaratıcısıdır. Ancak bu yaratma, insanın kendi gücü ile fiillerini kazanmış olduğu düşüncesini imkânsız kılmaz. Çünkü prensip olarak kulda kudret ve seçme hürriyeti denilen nitelikleri de Allah yaratmıştır. Kul bu güç ve hürriyet sayesinde kendi fiillerini seçer ve yapar. Böylece fiil kulun kesbi olur. Gazzâlî, “Sizi de sizin yaptıklarınızı da Allah yarattı”  mealindeki âyeti hatırlattıktan sonra insanın hem yapma hem de terketme hürriyetinin bulunduğunu ve bunun, her şeyin Allah’ın yaratmasıyla gerçekleştiği inancına ters düşmediğini, gerçekte seçme hürriyetini de Allah’ın yarattığını, insanın kendisi için yaratılmış olan bu hürlükte zorunluluğa bağlı bulunduğunu belirtir. Ancak insanın hürlüğünü zorunlulukla izah eden ve tamamen çağdaş antropolojinin de vardığı bir sonuç olan bu açıklama bir tesbit olup aklî kanıt değeri taşımaz. Bunun farkında olan Gazzâlî Allah’ın ilim, kudret ve iradesinin mutlaklığı inancını sarsmadan irade hürriyetini aklî kanıtlara bağlamak için çok ince tahlillere girişmesine ve büyük çaba sarfetmesine rağmen,  irade hürriyeti konusundaki farklı görüşleri körlerin el yordamıyla tanımaya çalıştıkları fil hakkındaki tanımlarına benzetmiş ve bu şekilde problemin spekülatif tartışmalarla çözüme bağlanmasının imkânsız olduğunu belirtmiştir. 
Gazzâlî antropolojik bir gerçek olarak kabul ettiği iradeyi şöyle tanımlar: “İnsan, aklı ile bir işin sonucunu ve ondaki iyilik yönünü kavrayınca bu iyiliği isteme ve onun sebeplerini hazırlama yönünde kendisinde bir şevk duyar ki bu iradedir.”  Bu ise Fârâbî’nin irade hakkındaki görüşüyle aynıdır. Ancak Gazzâlî bu düşünceyi geliştirerek ahlâkî iradeyi, tabiatın isteğiyle çatışan aklın talebi şeklinde anlamıştır. Ayrıca Gazzâlî, ahlâkî hayat için yalnızca akıl sahibi olmanın yetmeyeceği görüşündedir. “Eğer Allah, işlerimizin sonuçlarını bilmemizi sağlayan aklı yaratmakla birlikte aklın gerekliliğine hükmettiği bu sonuçların temini yönünde organları harekete geçiren âmili (iradeyi) yaratmamış olsaydı bu durumda aklın hükmü kesinlikle sonuçsuz kalırdı.” Bu sebeple insanın ahlâkî hayatta akıl yeteneğinden faydalanması, ancak hayvanî iradeden ayrı olarak Allah’ın insan için yaratmış olduğu ve sonuçlan kestirebilen aklın hizmetindeki bir başka irade sayesinde mümkün olur.  
Aklın tariflerinden birinde Gazzâlî bu yeteneği, faaliyetlerin sonuçlarını önceden kestirme yeteneği olmasının yanında, “duygusal isteklere karşı bir direnme gücü” şeklinde anlamakta,  Aristocu anlayışa uyarak bilgi yeteneği olan akla “teorik akıl”, eylem yeteneği olan akla da “pratik akıl” adını vermekte, ayrıca iradeyle ilgili açıklamaları pratik akıl için de tekrar etmekte ve böylece -daha sonra Kant’ın yaptığı gibi- irade ile pratik aklı aynı şey saymaktadır. İnsandaki bu amelî akıl yahut irade hayvanî iradeden tamamen farklıdır. Bu sebeple Gazzâlî hareketlerini sırf nefsânî arzuların, bedenî isteklerin teminine yönelten insanın hayvanlar düzeyini aşamayacağını düşünür. Sırf insana özgü hayat, pratik aklı yani iradeyi teorik aklın buyruğuna sokmakla gerçekleşir.  Ancak böyle bir ahlâkî yetkinliğe ulaşmak için sıkı bir irade eğitimine ihtiyaç vardır ve diğer mutasavvıflar gibi Gazzâlî’ye göre de bu eğitimin adı riyazet ve mücâhededir. Böylece bir bakıma ahlâkî hayat insanın kendi nefsine karşı bir mücadeleden ibarettir. Fazilet statik değildir; hayat uzadıkça fazilet de daha çok gelişir ve mükemmelleşir. Şu halde hayat, daha geniş ve daha mükemmel faziletlere ulaşmanın mücadele alanıdır.  Tutkularıyla savaşıp nefsini onların baskısından kurtaran, böylece meleklerin ahlâkıyla bezenen kişinin kalbi “mukarreb meleklerin makamına dönüşür.”  Şu da var ki insan hiçbir zaman kötülüğe karşı güvence içinde değildir. Bundan dolayı kendisine, “Şeytan uyur mu?” diye soranlara Hasan-ı Basrî, “Şeytan uyusaydı biz de istirahate çekilirdik” demiştir.  Şehvet, gazap, hırs, tamah gibi beşerî istek ve tutkular iradeyi zayıflatan, fıtratında bulunan akla rağmen insanı kötülüğe iten âmillerdir. İnsanın asıl irade özgürlüğü bu olumsuz etkenlerin baskısından kurtulmakla gerçekleşir.  
 
Ahlâkta Yükümlülüğün Önemi ve Kaynağı
Gazzâlî, özellikle bir fakih ve kelâmcı düşünür olarak diğer filozof ahlâkçılara nisbetle yükümlülük konusuna daha çok önem vermiş, bu sebeple İslâm literatüründe genellikle İbâhiyye diye anılan ve bir bakıma amoralist denebilecek akımları şiddetle eleştirmiştir. Bu grupların başında Bâtınîler gelir. Gazzâlî’nin bildirdiğine göre Bâtınîler, “Yükümlülüklerin bâtınî anlamlarını kavrayanlar için artık şer’î bağlar çözülür ve amelî yükümlülükler düşer” görüşünden hareketle bütün temel dinî ve ahlâkî yükümlülükleri, hatta âhireti, cennet ve cehennemi te’vil yoluyla inkâr etmişlerdir.  Bu iddiaları, yanlışlığı apaçık ortada birer hezeyan ve tanrıtanımaz Senevîler ve Mecûsîler’den alınmış birer inkarcılık örneği sayan Gazzâlî bunları aklî delillerle eleştirip reddetmiştir. 
Gazzâlî’nin eleştirdiği bir başka zümre de müfrit sûfîlerdir. İbâhiyye yolunu tutarak “şeriat örtüsünü dürmek ve hükümleri ortadan kaldırmak suretiyle” haram ve helâli bir tutmaya kalkışan bu kesim içinden bazıları, ahlâkî arınmanın üstesinden gelinemeyecek bir çaba olduğunu, bazıları da bütün yükümlülüklerin temel amacı olan mârifettullaha ulaşınca artık vasıta ve vesile olan ibadet ve ahlâka gerek kalmayacağını öne sürmüşlerdir.  Gazzâlî, dinde hoşgörünün işlendiği Faysalü’t-tefrika’da (s. 60) bu sözde sûfîlerin İbâhî-Bâtmîler’den daha tehlikeli olduklarını, çünkü sûfîlik kisvesi altında dini içten yıkmaya çalıştıklarını belirtir,
Gazzâlî’nin ahlâkî yükümlülük karşısında tehlikeli gördüğü bir başka akım da Cebriyye’dir. Bu mezhep her ne kadar yükümlülüğü inkâr etmek gibi bir amaç gütmemişse de Gazzâlî, mutlak cebir anlayışının ahlâkî yükümlülük ve sorumluluğu ortadan kaldırabilecek sonuçlar doğurmasından kaygılanmaktadır. Çünkü Cebriyye’nin zorunluluk düşüncesinin benimsenmesi durumunda insanların birbirlerine her türlü haksızlığı yapmaları ve buna mazeret olarak da böyle davranmalarının kaderin gereği olduğunu öne sürmeleri kaçınılmazdır.  
Aklın yükümlü kılma ve değerleri tesbit etme yetkisinin bulunup bulunmadığı konusunda Mu‘tezile ile Ehl-i sünnet arasında süregelen tartışmada Gazzâlî Ehl-i sünnet’in görüşünü savunmuştur. Onun konuyla ilgili eserleri dikkatle incelenecek olursa aklın yükümlülük kaynağı olamayacağı görüşünü şu iki sebebe bağladığı görülür: 
a) Değerleri mutlaklaştırma zorunluluğu. Eğer ahlâkî değerler insan üstü bir otoriteye bağlanmazsa bunlar mutlak olma niteliğini kaybeder. Zira genellikle egoist tabiata sahip olan insanlar, kendilerinin ve başkalarının eylemlerini öncelikle kendi yararları açısından değerlendirirler. Bu durumda yararlar izafî ve sübjektif olduğundan değerler de izâfîleşir.  
b) Otorite zorunluluğu. Yükümlülüklerin arkasında insan üstü bir otoritenin kabul edilmemesi durumunda bir otorite boşluğu ve hüküm anarşisinin doğması kaçınılmazdır. Eğer hüküm yetkisi aşkın bir otoritede görülmezse ilke olarak insanların biri ötekinden daha üstün olmadığından her insan bir başkasına, onun da kendisine tevcih edebileceği görevler yüklemeye kalkar. Şu halde hükmü geçerli kılma yetkisi, halk (yaratma) ve emir kendisine ait olan Allah’a özgüdür. Peygamber, devlet, ebeveyn gibi öteki otoriteler görev yüklerlerse de bunlara daha üst otorite olanAllah’ın buyruğundan dolayı itaat edilir.  
Gazzâlî, şüphesiz aklın bir görev ve yükümlülük bilincine sahip olmakla birlikte bu bilince kendiliğinden değil dışarıdan (vahiy yoluyla) uyarılarak vardığı görüşündedir. Şu halde vazifeyi yükleyen Allah’tır; peygamber haberci, akıl ise görevi kavrama ve tanıma melekesidir.  Şu var ki insanın bir yığın duygusal istek ve tutkular karşısında ahlâkî görevlerini bularak bunlara yönelmesi ve yerine getirmesi aklın irşadına bağlıdır ve genel olarak mecnunlarla mümeyyiz olmayan çocukların yükümlü tutulmama-sının sebebi de böyle bir irşaddan yoksun olmalarıdır.  
Bütün Ehl-i sünnet âlimleri gibi Gazzâlî’nin ahlâk anlayışının da antiütilitarist (menfaat gözetmeyen) olduğu söylenebilir. Zira Gazzâlî ilke olarak dünyevî faydaları ahlâkın amacı kabul etmez; bunun yanında âhiret nimetleri de ahlâkî yaşayışın zorunlu sonucu değil Allah’ın lutfu olacaktır. Buna karşılık Gazzâlî laik ahlâkın faydacılıktan kurtulamayacağını, dine dayalı ahlâkta ise amacın değil buyruğun temel olduğunu düşünmüştür.   Bununla birlikte daha sonra Kant’ın içine düştüğü açmazın, yani tamamıyla normatif bir ahlâkın doğuracağı güçlüğün de farkındadır ve bu açmazı fıkıh usulündeki azîmet-ruhsat formülüyle çözmeye çalışmıştır. Buna göre ahlâkta buyrukların ya da kuralların çatışması mümkündür. Onun verdiği örnekle, bir müslümanın bir zalimden kaçarak bize sığındığını ve onu arayan zalimin bizden bu kişiyi görüp görmediğimizi sorduğunu kabul edelim. Bu durumda bir biriyle çatışan iki görevden, yalan söylememe ve mazlumu koruma görevlerinden birini seçmek zorundayız. Gazzâlî bu görev çatışmasını, “Zararlı iki fiilden daha az zararlı olanını yapmak vacip ve tâat olur” şeklindeki usûl-i fıkhın bir ilkesiyle çözmüştür.  Ancak bu zararlardan hangisinin daha az yahut daha çok olduğunun tam ve objektif bir ölçüsü yoktur. Gazzâlî de bunu bildiği için “ruhsat” formülünün istismar edilebileceğinden kaygılıdır: “Ruhsat sınırını aşan, zaruretten ötürü değil kendi keyif ve arzusuna göre aşmış olur. Ne yazık ki insanoğlu bu âlemde kaldığı sürece kötü arzularının kendisini etkilemesinden emin olamaz. Refah ve bolluk tutkusu, nefsin çeşitli ihtirasları ya da tenbellik insanı dine aykırı davranmaya iter. Bu eğilimler, onları taşıyan kimsenin kötü ahlâkla kirlendiğini gösterir.”  Şu halde ruhsat konusunda ölçüyü aşmama ve isabetli karar verebilme ancak gelişmiş vicdanların yapabileceği bir iştir.  
 
Ahlâkî Değerler, Değerlerin Kaynağı
İslâm filozofları genellikle iyi ve kötü karşılığı olarak kullandıkları hayır ve şerri, Aristo etkisiyle daha çok ahlâkî amaçların yahut ahlâkî fiillerin doğurduğu sonuçların nitelikleri olarak düşünmüşler ve bu yüzden çoğunlukla hayırla mutluluğu, şerle mutsuzluğu aynı anlamda kullanmışlardır. Şüphesiz bu kullanım Gazzâlî’de de vardır. Ancak Gazzâlî bazen hayır ve şer, çok zaman da “hüsün” ve “kubuh” terimleriyle ifade ettiği bu değerleri eylemlerin nitelikleri olmaları açısından da önemle ele almıştır.
Gazzâlî Mu‘tezile’nin, “Ahlâkî değerler fiillerin ontik nitelikleridir ve akıl bu değerleri dinin desteği olmadan kavrama gücüne sahiptir” şeklinde özetlenebilecek olan tezlerini reddederek dinden bağımsız bir ahlâkın egoizm, faydacılık ve sonuçta izafîlikten kurtulamayacağını savunmuştur. Gazzâlî, ahlâkî değerlerin fiillerin değişmez nitelikleri olup olmadığını yalan örneğinde incelemektedir. Yalan kendiliğinden kötü olsaydı bu niteliğinin durumlara göre değişmemesi gerekirdi. Halbuki bir zalime karşı bir peygamberin hayatını korumak gibi bazı zorunluluklar karşısında yalan söylemek bir hayır ve görev olabilir.  Gazzâlî, insanın ahlâkî yargılarının analizini yaparken bu yargıları insanın egoist ve pragmatik eğilimlerine bağlamış,  daha sonra özellikle İngiliz ahlâkçılarının, ahlâkı egoist duyguların hazırladığı altürist bir olay şeklinde görmelerinden yaklaşık yedi yüzyıl önce bu düşünceleri savunmuştur. Şu var ki eğer Gazzâlî bu noktada kalsaydı şüphecilik ve egoizmden kurtulamayacaktı. Aslında kendisi, yukarıdaki görüşleriyle sadece dine dayanmayan bir ahlâkın güçlüklerini göstermek istemiştir.
Ona göre iyilik ve kötülük fiilin kendisinde değil yöneldiği gayededir. Bu gaye dünyevî olamaz; çünkü insanların dünyevî gayeleri muhteliftir ve onlar bu gayelere ahlâk dışı yollardan da ulaşabilmektedirler. Şu halde ahlâkın gayesi uhrevî olmalıdır. Fakat bu gayenin tecrübe ile bilinmesi imkânsızdır. Çünkü ölüm ötesi ancak nübüvvet nuru ile bilinir.  Bununla birlikte Allah insanları ödüllendirmek zorunda olmadığından ahlâkın temeli buyruktur ve fiillerin iyilik veya kötülük vasfı buyruk ya da yasaktan sonra gerçekleşir.  Böylece Gazzâlî, bütün pragmatik eğilimli laik ahlâk anlayışlarının içine düştüğü güçlükten kurtulmuş bulunmaktadır. Çünkü ona göre kaynağı vahiy olmayan bir ahlâkta mutlak hayır ve mutlak şerden söz edilemez. Şüphesiz Gazzâlî bu ifadeleriyle felsefî ahlâk teorilerini toptan inkâr etmiyor. Ancak bu teorileri de temelde dinden doğmuş görmekte, peygamberlerle tasavvuf ehlinin sözlerini kendi kitaplarında toplayan filozofların görüşlerini sırf onlar söyledi diye reddetmek yerine Kitap ve Sünnet’e uygun olup olmadığı ölçüsüne göre değerlendirmek gerektiğine işaret etmektedir.  
 
Fazilet ve Rezilet
Gazzâlî, gerek faziletin tarifi gerekse dört temel fazilet konusunda geleneksel anlayışı sürdürmüştür. Ancak temel faziletler, ahlâk eğitiminin imkânı ve metotları gibi konularda filozoflardan farklı olarak âyet ve hadislere, İslâm büyüklerinin görüşlerine başvurmak suretiyle tamamen İslâmî bir üslûp kullanmış ve böylece okuyucusunda dinî şuuru canlı tutmak istemiştir. Diğer bir önemli nokta da sırf ahlâkî sayılabilecek faziletler yanında hem ahlâkî hem de dinî ve tasavvufî olan erdemlere de önceki bütün ahlâkçı ve mutasavvıflardan daha geniş yer vermiş olmasıdır.
İhyâü ‘ulûmi’d-dîn’in III. cildinin tamamına yakın kısmı ahlâkî reziletlere dairdir ve bu sebeple Gazzâlî eserinin bu cildine “Rub‘u’l-mühlikât” adını vermiştir. Burada kalp ve kalbin olağan üstü durumlarını (acâibü’l-kalb), nitelik ve kabiliyetlerini inceleyen ve insana kendi iç dünyasını genel olarak tanıma fırsatı veren giriş mahiyetindeki bir bölümden sonra nefsin eğitilmesi ve ahlâkın güzelleştirilmesi konularına geçilir. Ahlâkla ilgili çeşitli tarif ve açıklamalardan, bazı temel fazilet ve reziletlerin belirtilmesinden sonra insanın kendi kusurlarını tanıması konusuna yer verilir. Gazzâlî’nin bu konudaki görüşleri, tamamen Ebû Bekir er-Râzî ile İbn Miskeveyh’in görüşlerini hatırlatmaktadır.  Bundan sonra kalbin hastalıkları olan reziletler geniş bir şekilde tahlil edilir. Bunlar yeme içme ve cinsî tutku, sözlü kötülükler, öfke, kin ve kıskançlık, cimrilik ve mal tutkusu, makam tutkusu ve riya, kibir, böbürlenme, kuruntu gibi reziletlerdir.
Eserin IV. cildi ise tasavvufî-ahlâkî erdemlere ayrılmıştır. Gazzâlî’nin “Rub‘u’l-münciyât” adını verdiği bu ciltteki erdemler tövbe, sabır-şükür, havf-recâ, fakr-zühd, tevhid-tevekkül, muhabbet-şevk-üns-rızâ, niyet-ihlâs-sıdk, murakabe-muhasebe, tefekkür, ölüm şuuru ve ölümden sonrasını düşünme şeklinde on ana başlık altında incelenmiştir.
Bu konular ilk defa Gazzâlî tarafından ele alınmış değildir. Ona gelinceye kadar Kur’ân-ı Kerîm ve hadis külliyatından başlamak üzere zengin bir ahlâk literatürü oluşmuştu; Gazzâlî de bu literatürden geniş bir şekilde faydalanmıştır. Ancak ne Gazzâlî’den önce ne de sonra hiçbir İslâm ahlâkçısı bu konuları onun kadar geniş bir vukuf ve dirayetle inceleyebilmiştir. Carra de Vaux’nun da belirttiği gibi Şark’ta ahlâk felsefesinde Gazzâlî aşılamamıştır.  
Reziletleri ele alırken Gazzâlî önceki anlayışa uyarak bunları bir tür ruhî hastalık, ahlâkı da manevî tababet olarak düşünmüş,  son derece başarılı pedagojik tahliller yaparak bu hastalıkların psikolojik ve sosyal sebeplerini ve iyileştirme yollarını göstermiştir. Onun bu tahlilleri yaparken kullandığı üslûp tam bir sehl-i mümtenidir. Gazzâlî, gerek psikolojik tahlilleriyle gerekse muhteşem üslûbu ve ilmî dirayetiyle her seviyedeki okuyucunun ruh dünyasına âdeta bir projeksiyon çevirmekte, onu bir iç gözleme itmekte, ruhunu bütün yönleriyle tanımasını ve ahlâkî şuurunun bütün canlılığıyla harekete geçmesini sağlamaktadır.İhyâ bu bakımdan İslâm ahlâk literatüründe erişilememiş bir zirvedir.
Gazzâlî, insanlarla ilgili olan ve onlar için bir değer ifade eden bedenî, psikolojik, maddî, manevî, ferdî, ailevî ve toplumsal alanlardaki bütün imkân ve durumları gözden geçirir. Bu konular işlenirken odak noktası insandır; onun niyeti, amacı, tasarıları, dinî ve ahlâkî şuurudur. Bu sebeple yergi ve övgü, korku ve ümit, evlilik ve bekârlık, zenginlik ve yoksulluk, harcama ve tutumluluk, uzlet ve ülfet gibi karşıt durumlar, imkân veya imkânsızlıklar ne iyi ne de kötüdür. Bunları iyi veya kötü kılan arkalarındaki niyet ve iradedir. İhyâü ‘ulûmi’d-dîn’de bozulmuş bir toplumu ıslah etme, tekrar Kur’an ve Sünnet temelleri üzerine oturtma ve ona asıl İslâmî erdemlerini yeniden kazandırma şeklinde kuşatıcı bir hedef güdülmüştür.
 
Ahlâkın Amacı Olarak Mutluluk
Antiütilitarist bir ahlâk anlayışını benimsemek ve ahlâkın formel tarafına büyük önem vermekle birlikte Gazzâlî ahlâkı, daha sonra Kant ahlâkının içine düşeceği katı formalizmden ve muhteva kısırlığından kurtarmaya çalışmıştır. Buna göre, ahlâkî buyruğu öncelikle buyruk olduğu için yerine getiren erdemli insan bu arada fiilin bir amaca yönelik olması gerektiğini, çünkü faili için hiçbir amaç taşımayan fiilin abes olduğunu bildiği için dinî ve ahlâkî ilkelerle bağdaşacak nitelikte bir amaç da güder. Bu sebeple Gazzâlî mutluluk kavramını çeşitli boyutlarıyla ele almış, bu konudaki düşüncesini geliştirirken daima İslâmî ruha sadık kalmak şartıyla tasavvuf ve felsefeden de geniş ölçüde faydalanmıştır. Nitekim her şeyin lezzetinin kendi tabiatına uygun yetkinliğe ulaşmakta olduğunu belirtirken Aristo felsefesinden istifade etmiştir. Ayrıca gerçek yetkinliğin şartlarını, değişmeyen ezelî varlıklar ve kanunlar hakkındaki bilgi, bu bilgiyi elde etme gücü ve tutkulara kul olmama özgürlüğü şeklinde göstermesinde de  yine felsefe kültürünün izleri vardır. Bununla birlikte Gazzâlî, bu kemal anlayışını İslâmî unsurlarla geliştirip zenginleştirmesi yanında, en yüksek mutluluğun mârifetullahta olduğunu belirtmek, bu mârifetle ulaşılan Allah sevgisini ve Allah’a yakın olmayı bütün makamların en son gayesi olarak göstermekle tasavvufa yükselir. Bu arada her türlü maddî, bedenî, psikolojik, sosyal imkân ve şartları bu temel amaca katkıda bulunması nisbetinde önem taşıyan vasıta değerler sayar.  Allah’a yakınlık mertebesine ve dolayısıyla en yüksek mutluluğa bilgi, iyilik, ihsan, lütufkârlık, merhamet ve hakperestlik gibi ilâhî niteliklerden pay almak ve böylece rubûbiyyet ahlakıyla bezenmekle ulaşılabileceğini belirtir.  Gazzâlî’nin mutluluk felsefesini ortaya koyarken ele aldığı fayda, lezzet ve güzellik problemleri hakkındaki görüşleri İslâm ahlâk kültürünün en parlak ürünleri sayılmaya değer niteliktedir. Özellikle güzellik konusu münasebetiyle yaptığı estetik hakkındaki tahlillerinde, Eflâtun’un “güzellik idesi” düşüncesinden de faydalanmakla birlikte İslâm düşünce tarihinin en dikkate değer estetik felsefesini ortaya koymuştur.  
EĞİTİM
Gazzâlî eğitim ve öğretimi hem ilmî gelişim hem de tavavvufî terbiye açısından ele almış; başka bir ifadeyle insanın hem zihnî gelişimi hem de ahlâkî ve ruhî yönden arınıp donanması için eğitim ve öğretimin gerekliliği, yöntemi ve şartları üzerinde önemle durmuştur. 
Gazzâlî’nin düşüncesine göre insan beden boyutuyla yeryüzündeki diğer canlılar sınıfına girer; onu sıradan canlılardan farklı ve üstü kılan şey, -dördü de aynı anlamda olmak üzere-  kalp, ruh, nefs ve akıl terimleriyle ifade edilen ruhsal özü, zihinsel kapasitesidir.  “Kalp emr-i rabbânîdir; onun şehvetin istediği davranışlara yönelmesi özüne aykırı, doğasına sonradan ilişir. Kalbin gıdası hikmet, bilgi ve Allah sevgisidir.” 
İslâm eğitiminde öğrencileri izleyip o dönem şartlarında zihinsel yeteneklerini tesbit ederek buna göre gruplara ayrılmanın ve onlara yeteneklerine uygun bir eğitim vermenin önemi üzerinde durulmuş; bu hem pedagojinin hem de fırsat eşitliğinin gereği olarak görülmüştür.  Aynı yaklaşımı Gazzâlî’de de görüyoruz.   İslâm’ın klasik döneminde ulema evleri aynı zamanda öğretim kurumları olarak kullanılırdı.  Bu geleneğe uyan Gazzâlî de hayatının son dönemlerinde Tûs’a döndüğünde evini okul haline getirmişti. 
Gazzâlî’nin nazarında öğretmenlik çok yüce ve saygın bir görevdir. Çünkü öğretmen insanların zihin ve ruh dünyalarını yöneten, geliştiren kişidir. Yeryüzünün en şerefli varlığı insan türü, insanın en değerli varlığı da onun kalbi, yani aklı ve zihnidir. Öğretmen, işte böylesine değerli olan insanın zihnini yetkinleştirme, ruhunu arıtma işlevi gören kişidir.”  Bu sebeple Gazzâlî öğretmenliği bir yönüyle bir tür ibadet olarak görürken bir yönüyle de Allah’a hilâfet olarak değerlendirir. Allah âlimin zihnine, kendisinin en şerefli sıfatı olan ilimden bir kapı açmıştır. İlim adamı, hazinelerin en değerlisine muhafızlık yapan, üstelik bu hazineden insanlara ihtiyaçları ölçüsünce dağıtan kimsedir; bundan dolayı da rütbelerin en yücesidir.  
Dolayısıyla Gazzâlî, öğretmenliğin üstün bir şeref olmasının yanında sorumluluğun da ağır olduğuna dikkat çekerek  hem “Öğretmenin Görevleri” başlığı altında bu hizmeti yürütenlerin riayet etmeleri gereken eğitim ilkelerini, hem de eğitim ve öğretimin diğer tarafı olan öğrencinin görevlerini maddeler halinde sıralamıştır.
 
Öğretmenin Görevleri
1. Öğretmen her şeyden önce öğrencisini çocuğu gibi bilip ona müşfik davranmalıdır. Nitekim müminlerin öğretmeni olan Peygamberimiz (s.a.) bunu belirtmek için şöyle buyurmuştur: “Çocuğuna göre baba ne ise, size göre ben de öyleyim.” 
2. Hz. Peygamber’e uyarak eğitim çalışmasına mukabil bir ücret, hatta teşekkür şeklinde manevi bir karşılık dahi beklememeli,  böyle bir amaç gütmemeli,  aksine bu şerefli göreve öğrenciler sayesinde mazhar olduğunu bilmelidir. Aslında ilmin, Allah rızasını kazanmanın ötesinde hiçbir amaç için araç yapılmaması gerektiğini düşünen Gazzâlî, prensip itibariyle ilim adamlarının ilmi bir kazanç vasıtası olarak görmelerini yanlış bulur.
3. Gazzâlî’nin dikkat çektiği önemli nokta da öğretmenin, öncelikle bir eğitimci olarak davranması ve öğrencinin ahlâkî gelişimine öncelik vermesi gerektiğidir.  Bu hususta verilecek eğitimde başarı sağlamak için öğretmenin sözleriyle davranışları arasındaki tutarlılığa özen göstermeli sergilemesi, böylece öğrenci için rol model olmalıdır. “Zira ahlâksız (fâsık) âlimin yıktığı yaptığından az olmaz.” 
4. Eğitimde başarılı olmanın önemli bir şartı da eğitim diline özen gösterilmesidir. Bu bakımdan eğitimci öğrencisini ahlâkî olmayan davranışlardan arındırmaya çalışırken sarih ifadeler yerine, dolaylı ve üstü kapalı bir üslûp kullanmalı; kırıcı davranmamalı, aksine mümkün olduğunca şefkatli bir tutum sergilemelidir. Gazzâlî bu metodu, pedagojinin (talim sanatı) en ince kurallarından biri olarak niteliyor.  Çünkü imamımıza göre, sarih ifadeler ve sert tavırlar, eğitimcinin otoritesini sarsacağı gibi, beklenenin aksine, çocuğun ruhunda yasaklara karşı ilgi ve onları yapma cesareti doğmasına yol açar. 
5. Bir ilim dalında öğretmenlik yapan, sadece bu ilimi överek diğer ilimleri yermemelidir. Gazzâlî, kendi zamanındaki âlimlerinin bu sakıncalı tutumlarından örnekler verdikten sonra şöyle devam ediyor: “Bu, öğretmenler için kaçınılması zaruri olan kötü bir huydur. Oysa bir ilim dalını öğreten kimsen, öğrencilerine diğer ilimleri öğrenmeye de teşvik etmelidir. 
6. Gazzâlî’nin dikkat çektiği önemli bir pedagoji ilkesi de öğretmenin, öğrencisinin zekâ (fehm) seviyesini göz önünde bulundurması ve çocuğun aklının kavrayamayacağı konulara girmemesi gerektiğidir. Gazzâlî, öğrencinin dersten bıkıp nefret etmemesi için gözetilmesi gerekli olan bu metodun, Hz. Peygamber tarafından da önemli görüldüğünü ve uygulandığını belirterek onun şu hadisini aktarır: “Biz peygamberler, insanların seviyesine inmek ve onlara, akıllarının kavrayacağı şekilde konuşmakla görevlendirildik.” 
7. Öğretmen tedrisatta basit ve apaçık bilgilerden başlayıp daha karmaşık olanlarına doğru ilerleyen bir program takip etmeli, işin başında tartışmalı konulara girerek tevil ve yorumlardan söz etmemelidir. Zira bunun tersi bir tutum, öğrenciyi temel bilgilerden soğutur; onda, vaktinden önce aklına güvenme ve tartışmalı konulara dalma hevesi uyandırır. “Her insan, Allah’ın kendilerine mükemmel bir akıl verdiğinden emin ve memnundur. İnsanların en aptalı ve aklı en kıt olanı, aklının mükemmelliğinden en çok memnun olanıdır.” 
Bu münasebetle halk eğitimine de temas eden Gazzâlî, özellikle ilim adamları arasında görüşülüp tartışılması gereken konulara halkın iştirakini önleyerek, bunun yerine halka ibadet ve çeşitli meslek ve sanat bilgileri vermek gerektiğine, aksi halde halkın, ağır ilmî konuları kavrayamamak yüzünden şüpheye düşmeleri tehlikesi bulunduğuna; ayrıca insanların kendileri için gerekli olmayan bilgilerle meşgul edilmesi halinde, hayatın devamının şartı olan meslek ve sanatların ihmal edilme tehlikesinin ortaya çıkacağına dikkat çekiyor. 
8. Eğitimci uygulamalı bilgileri öğrettiği gibi yaşamalı, yaşayışı (hali) ile söyledikleri birbiriyle çelişmemelidir. Zira, Gazzâlî’ye göre genellikle insanlar bilgiden ziyade, bilginin yaşanmasına itibar ederler. Şu halde eğitimci, bilgisini geliştirmeye ve yaymaya gösterdiği çabadan daha fazlasını davranışlarını güzelleştirmekte göstermelidir. “İnsanlara iyiliği emredip de kendinizi unutuyor musunuz?”  meâlindeki âyet de bu ilkenin önemine dikkat çekmektedir. Bu konuda Hz. Ali de (r.a) şöyle demiştir: “İki insan beni kahreder. Câhil sofu ile ahlâksız âlim. Çnkü câhil sofuluğu ile, âlim de ahlâksızlığı ile insanları yanıltır.” 
9. Gazzâlî’nin ahlâk eğitiminde tavsiye ettiği metodlardan biri de, modern eğitim psikolojisinde “ferdiyet farkları” denilen, her öğrencinin doğuştan getirdiği nitelikler ile sonradan kazandığı özel yeteneklerin eğitimci tarafından dikkate alınmasıdır. Gazzâlî, modern pedagojinin de önemli ilkesi oaln bu konuda şöyle diyor:
“Tabip bütün hastaları tek tip ilaçla tedaviye kalkışması hâlinde hastasının ölümüne sebep olabilir. Bunun gibi hoca da (üstad) öğrencilerine bir tek eğitim (riyâzet) metodu uygularsa, onları tehlikeye sokar ve ruhen öldürür. Şu halde hoca öğrencisinin ahlâkî kusurları, yaşı, mizacı, bedensel eğitime tahammül derecesi gibi (özel) durumlarını göz önüne almalı ve eğitimi buna göre gerçekleştirmelidir.” 
 
Öğrencinin Görevleri
1. Öğrenci, en başta nefsini erdemsizliklerden ve kötü sıfatlardan temizleme çabası içinde olmalıdır. Çünkü bedenî bir ibadet olan namaz için bedenin temizlenmesi gerektiği gibi ruhî bir ibadet olan ilim için de ruhun arındırılması şarttır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de müşriklerin “neces” olduğu belirtilmiştir.  Belli ki burana mânevi kirler kastedilmiştir. Zira bir müşrik bedenî bakımdan temiz olabilir. Gazzâlî, “İçinde köpek (…) bulunan eve melekler girmez”  anlamındaki hadise, zahirî mânasının yanında, şöyle bir yorum da getirmektedir: “Kalp meleklerin menzili, etki alanı ve karar yeridir. Gazap, şehvet, kin, haset, kibir, kendini beğenme (ucb) vb. sıfatlar azgın köpeklere benzer. Kalp bu köpeklerle (onlara benzeyen zararlı huylarla) dolu iken oraya melekler nasıl girsin? Oysa Allah ilmin ışığını kalbe sadece melekler vasıtasıyla gönderir.” 
Gazzâlî, deneysel olarak nice ahlâksızların da ilim tahsilinde başarılı olduklarını hatırlatan soruya şöyle cevap verir: “Gerçek hiç de öyle değil; zira böyle biri âhiret saadeti sağlayan hakiki ilimden öylesine uzak ki! Çünkü günahların (maâsî) helâk edici, öldürücü birer zehirler olduğunun kişiye zahir olması gerçek ilmin başlangıç bilgilerindendir.”  Bunu anlatmak için Peygamber (s.a), bilgisi artmasına mukabil davranışlarında bir düzelme olmayan kimsenin bu bilgisinin kendisini Allah’tan uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramayacağını ifade etmiştir. 
2. Öğrenci ilmi, diğer bütün dünyevî meşguliyetlere tercih etmeli, gerektiğinde ailesinden ve vatanından ayrılmaktan çekinmemelidir. Zira zihnin başka şeylerle meşguliyeti, ilmî hakikatlerin idrak edilmesine engel olur. 
3. “Kibir çeşitlerinin en kötüsü, ilimden yararlanmak ve gerçeği öğrenmekten alıkoyanıdır.”  Bu sebeple öğrenci ilme saygı duymalı, öğretmene karşı kibirli davranmamalı, aksine öğretmene tam bir teslimiyetle itaat etmelidir. Bilgisiz bir hasta tecrübeli ve şefkatli bir doktorun tavsiyelerini nasıl dikkate alırsa, öğrencinin de öğretmeninin nasihatlerine önem vermesi, onu taklit etmesi, hatta –yanlış olduğunu sansa bile- onun söylediklerini kendisinin doğru bildiğine tercih etmesi gerekir. Keza onun izni olmadıkça soru sormamalı, itirazda bulunmamalıdır. 
4. Teorik ilimler tahsil eden kimse, temel bilgileri edinmeden, gerek dinî, gerekse din dışı ilimlerde muhtelif mezhepler arasındaki tartışmalı ve şüpheli konulara girmemelidir. Aksi halde zihni dağılır ve kavrama güçlüğü çeker; bu durum öğrencinin şevkini kırar.
5. Talebe, her ilim dalı ile  (faydalı ilim dalı ile)  konusu, gayesi ve metodu hakkında malumat edinecek kadar meşgul olmalı; sonra da, yaşı müsait ise, her ilim dalında geniş çalışmalar yapmalıdır. İlimlerin, muhtelif yönlerden birbiriyle ilgisi vardır. Bu sebeple öğrenci hiçbir ilim dalını küçümsemelidir.
6. İlimler zorun bir sıra takip ederler ve biri diğerine ulaşmada araç işlevi görür. Bu sebeple talebe ilimleri tahsil ederken, hepsine birden dalmak yerine, önem derecesine göre belli bir sıra takip etmelidir.
Gazzâlî’nin burada önemle üzerinde durduğu bir husus da öğrencinin, bir ilimde uzmanlık kazanmış kişiler arasındaki görüş ayrılıklarına veya bunlardan bir kısmının, ilmin gerektirdiği şekilde yaşamadıklarına bakıp da, o ilmin boş ve faydasız olduğuna hükmetmemesi gerektiğidir. Gazzâlî, Hz. Ali’nin (r.a) şu sözünü hatırlatıyor: “Hakikati insanlara bakarak tanıma; sen önce hakikati tanı ki hakikat erbabını tanıyabilesin.” 
7. Eğer öğrenim gören kimse, farklı ilimlerde geniş bilgiler edinemeyecek kadar ileri yaşta ise, İmamımıza göre artık bu kimsenin her ilimden bir tadımla yetinmesi ve ömrünün geri kalan kısmını, kurtuluş ve mutluluk vesilesi olan ilme, yani ma’rifetullaha hasretmesi gerekir. 
8. Öğrenci her ilmin hangi faktörlere göre değerli olduğunu bilmelidir. Bu konuda ilimlere iki açıdan bakılır: 1. İlmin kazandıracağı yarar, 2. İlmin dayandığı delillerin sağlamlığı ve güvenilirliği. Meselâ yarar açısından bakıldığında, din ilminin sağlayacağı yarar ebedi hayat ve ahiret kurtuluşu, tıp ilminin kazancı ise fâni hayattır. Buna göre din ilmi daha değerlidir. Keza yarar açısından matematiğe göre tıp, dayandığı delillerin güvenilirliği bakımından da tıbba matematik daha üstündür. Sonuçta Gazzâlî öğrencilere dünya ilimlerine kıyasla daha yararlı olan din ilimlerine yönelmelerini öğütler.  
9. Talebenin ilim tahsilinde dünyevî gayesi, ruhunu faziletle süslemek ve güzelleştirmek, uhrevî gayesi de Allah’a yakınlaşmak olmalı; ilmi ile unvan, makam ve servet edinmeyi, aşağılık kimselerle tartışma yapmayı, akranlarıyla üstünlük yarışına girmeyi hedef almamalıdır. Gazzâlî, bu hususu dikkatten uzak tutmamak ve Allah’ın ismini yüceltmeyi gaye edinmek kaydıyla her türlü ilimle meşguliyetin faydalı ve sevaba değer olduğu düşüncesindedir. 
 
Ahlâk Eğitimi
Öğretimle eğitimin ayrı şeyler olduğu bilinen bir husustur. Öğretim mümkün olduğuna, öğretim sayesinde insan yeni yeni bilgiler edinebildiğine göre, acaba ahlâk eğitiminin de böyle bir başarıya ulaşması mümkün müdür? Yani uygun metodlarla insanı birtakım kötü temayüllerinin etkisinden kurtarmak, onları yeni ve daha müsbet bir ahlâkî formasyona kavuşturmak imkân dahilinde midir? İşte, ahlâkın değişip değişmeyeceği, başka bir deyişle ahlâk eğitiminin mümkün olup olmadığı şeklindeki bu problem, klâsik ahlâk kitaplarımızın belli başlı konularından biri olmuştur. Çok zaman, ahlâkın eğitimle değişebileceğini iddia edenler de, bu görüşe karşı çıkanlar da kendi tezlerini isbat için hem naslara başvurmakta ve hem de aklî deliller getirmektedirler.
Gazzâlî, özellikle İhyâ’nın III. cildi ile Mîzânü’l-amel’de bu iki görüşü savunanların delillerinden bir kısmını vermiş ve kendi tercihini ortaya koymuştur. Buna göre ahlâkın değiştirilemeyeceğini savunanlar şu iki delile dayanmaktadırlar:
1. Beden insanın dış yapısı (sûretü’z-zâhir) olduğu gibi ahlâk da (hulk-huy) onun iç yapısıdır (sâretu’l-bâtn). Zahirî hilkatin değiştirilmesi (tağyir) mümkün değildir. Meselâ kısa boylu insanın boyu uzatılamaz; bunun tersi de imkânsızdır. Çirkini güzelleştirmek de mümkün değildir. İşte bunun gibi insanın iç yapısının, yaratılışıyla sahip olduğu huyların değiştirilmesi, bu huylar kötü ise iyileştirmek için uğraşılması boşuna çabadır. Nitekim Bir hadiste “Allah yaratma işini tamamladı”  buyurmuştur.
2. Böyle düşünenler, ikinci delillerini tecrübeden aldıklarını savunurlar. Buna göre erdemsizliklerin esas kaynağı, şehvet ve gazap denilen insandaki psikolojik motifler olup, güzel ahlâka ulaşmak için bunları yenmek imkânsız, bunun için uğraşmak boşuna çabadır. Şu halde ahlâk mizaç ve tabiatın zaruri bir sonucudur; insanın yaratılıştan sahip olduğu huyları ondan koparıp atmak mümkün değildir; dolaysıyla ahlâkî eğitim de boş bir emek olup hiçbir yarar sağlamaz. 
Ahlâkın eğitimle değiştirilemeyeceği düşüncesine karşı olan Gazzâlî, bir yandan bu düşüncenin teorik olarak yanlışlığını isbata çalışırken, diğer yandan ahlâkın eğitimle düzeltilmesinin imkânını pratik zaruretlerden çıkarmaktadır. Bu konuda ileri sürdüğü delilleri şöyle sıralayabiliriz:
1. Önce, ahlâkın eğitimle değişmeyeceğini savunanlar, bu sonuca sağlam delillerden hareketle varmış değiller. Gerçekte bunların böyle düşünmelerinin asıl sebebi, nefislerini arındırıp ahlâklarını güzelleştirmenin, bunun için uğraşmanın kendilerine ağır gelmesi, fakat bu kusur ve acizliklerini kabule yanaşmamalarıdır. 
2. Ahlâkta eğitimin imkânsızlığını benimsememiz halinde insanların birbirlerine yaptıkları tavsiyelerin, nasihatlerin ve her türlü eğitim faaliyetlerinin tamamı geçersiz kalır; böylece Hz. Peygamber’in “Ahlâkınızı güzelleştiriniz” buyurması da anlamını kaybeder.
3. Hilkat (halk) ile huyu (hulk) aynı sayarak huyun da hilkat gibi değişemeyeceğini sanmanın yanlış olduğunu ifade eden Gazzâlî, gerçekte böyle bir genelleme yapmak yerine, -o günkü tabiat bilimlerinin verileri ışığında- değişime uygun düşüp düşmemek bakımından varlıkları iki kısımda incelemek gerektiğini düşünür:
a) Yapısını değiştirmek tamamen insan iradesinin üstünde olan varlıklar. Gök ve gök cisimleri, hatta insan bedeninin dış ve iç organları ile diğer hayvan türleri, kısaca, kendi varlık türlerinin gerektirdiği yetkinliği bütünüyle kazanmış varlıkları ne kökten ne de bir veya birkaç vasfını değiştirmek mümkün değildir.
b) Varlığında bir eksiklik bulunmakla beraber şartı yerine geldiği, yani uygun ortama kavuştuğu takdirde mükemmelleşmeye elverişli varlıklar. Mükemmelleşmenin bu şartı, bazen insan iradesi (ihtiyar) ile gerçekleşir. Nitekim hurma çekirdeği ne elma ne de hurma ağacıdır; ancak şartları yerine getirildiği takdirde hurma ağacı olacak nitelikte yaratılmıştır. Halbuki aynı çekirdekten terbiye yoluyla bir elma ağacı yetiştirmek imkânsızdır. Hatta biz, hayvanlardan bir kısmının dahi huylarının değiştirilebileceğini, meselâ yaban hayvanlarının ehlileşebileceğini tecrübeyle biliyoruz. İşte erdemsizliklerin menşei olan nefsin şehvet ve gazap güçleri de böyledir. Hurma çekirdeğinden elma ağacı yetiştiremeyeceğimiz gibi bu güçleri de büsbütün yok edemeyiz; ancak bunları ahlâkî çaba ve riyâzetle yumuşatabiliriz. Esasen insanın ahlâkî sorumluluğu da buradadır. 
İlke olarak eğitim konusunda iyimser düşündüğünü böylece ortaya koyan imamımıza göre insanlar, eğitimi çabuk veya geç kabul etmek bakımından farklı durumdadırlar. Bu farklılığın biri psikolojik, diğeri uygulamayla ilgili olmak üzere iki sebebi vardır:
1. Psikolojik sebep: insanın varlık yapısında, ahlâkî davranışlara temel teşkil eden güçlerden, sırasıyla önce bedenî arzular (şehvet), sonra korunma güdüsü (gazap), daha sonra da bu güçlerin kontrolünü ve itidal çizgisinde tutulmasını sağlayan temyiz ve tefekkür gücü faaliyete geçer. Bu psikolojik güçlerin farklı zaman ve şiddette gelişmeleri, farklı karakterlerin ortaya çıkmasına sebep olur. Bu güçlerden ilk ikisinin, özellikle şehvet gücünün çabuk ve hızlı gelişmesine mukabil, tefekkür ve temyiz gücünün daha geç ve yavaş gelişmesi ahlâkî eğitimi güçleştirir. 
2. Uygulamayla ilgili sebep: İnsanın hâiz olduğu huylar, onlara uygun davranışlarda bulunulduğu, güzel ve arzuya şayan olduğuna inanıldığı sürece daha da güçlenir ve bu durum ahlâkın düzeltilmesini zorlaştırır. 
 
Eğitime Uygunluk Farkları
Gazzâlî, insanları, eğitime uygunluğu bakımından dört sınıfta değerlendiriyor:
1. Bazı insanlar hakla bâtılı, doğruyla yanlışı ayırma durumunda olmayabilirler. Bunlar, bütün kanaatlerden (itikad) uzak olarak yaratıldıkları saflığı korurlar. Bunun yanında, bedenî lezzetlere iltifat etmemiş olduklarından, şehevî arzuları da fazla gelişmemiştir.
Bunların ahlâk yönünden eğitimi oldukça kolaydır. Sadece bir eğitimciye, öğretmene, ya da mürşide ve tabii, bir de kendisinde ahlâkî cehde sevkedecek bir etkenin (bâis) yani iradenin bulunmasına ihtiyaç vardır.
2. Bir kısım insanlar da, kötünün kötülüğünü bilmekle beraber, iyi davranışlar yapmaya alışmamış; buna karşılık, iyiyi görmesine rağmen, aşağı arzuların esiri olması yüzünden ahlâka aykırı davranışları alışkanlık haline getirmişlerdir. Bunların eğitimi bir öncekilere nisbetle daha zordur. Çünkü bunlar, hem nefislerindeki kötülüğe karşı zaaflarını ve alışkanlıklarını yok etmek hem de iyilik yapma alışkanlığını kazanmak için çaba göstermek durumundadır. Bu güçlüklere rağmen yine de ciddi bir gayretle bunların ahlâk yönünden terbiyesi imkân dâhilindedir.
3. Bu sınıfı, kötü ahlâkın iyi, doğru ve en güzel ödev olduğuna inanmış kimseler teşkil eder. Hata (dalâl) sebeplerinin artması yüzünden bunların ıslâhı nadiren mümkündür.
4. Nihayet bazı insanlar da daha doğuşuyla birlikte bozuk düşünceye sapmış; fazileti nefsânî arzulara aşırı düşkünlükte (şereh), insanları zarara sokmakta gören bir davranış istikametinde eğitilmiş olan, her türlü ahlâk dışı fiili değerli bulan ve böyle bir yaşayışın kendi şereflerini yükselttiğini sanan kimselerdir. Gazzâlî’ye göre bunların ıslâhı, eğitimin en güç problemidir. “İhtiyarın riyâzeti zor, kurdun terbiyesi ise azaptır” atasözüyle bu güçlük anlatılmak istenmiştir. 
Gazzâlî’ye göre bu sınıflardan ilkinin kusuru sadece câhil ikincisinin kusuru ise câhil ve yanlış yolda (dalâlette) olmalarıdır. Üçüncü sınıftaki insanlar hem câhil hem yanlış yolda hem de fâsık; dördüncü gruptakiler ise câhil, yanlış yolda, fâsık ve şirretlidirler. 
Gazzâlî’nin akıl ve bilgi hakkındaki düşüncelerini incelerken onun bilgiye, daha ziyade pratikteki faydası açısından değer verdiğini görmüştük. Kısaca söyleyecek olursak bilgi iyiye de kötüye de kullanılabilecek bir âlettir. Şüphesiz ilmî hakikatleri lâyık olanlara öğretmekten kaçınmak bir suçtur. Ancak onu lâyık olmayanlara vermek de bilgiye kötülük anlamına gelir. Zira bunlar, bilgi imkânına kavuşunca azılı birer şeytan olup çıkarlar ve Allah’a giden yolda dikilir, insanları bu yoldan alıkoyarlar.
Gazzâlî’nin anlattığına göre “Eski eğitimciler, öğrencilerini bir müddet ahlâk denemesinden geçirir, kötü huylu olduklarını görürlerse kesinlikle öğrenimden uzak tutar, ancak iyi huylu olduğunu anladıklarını okula kaydederlermiş.” 
{jcomments on}
Önceki Yazı

Sivil Kadın: Türkiye’de Kadın ve Sivil Toplum

Sonraki Yazı

İmam-ı Gazali ve Tasavvuf

Bunlar da ilginizi çekebilir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir