Hazar Küba Gezisi

Hazırlayan: Yorum yapılmamış Paylaş:

21-26 Nisan 2018

Hemen her sene, “Her kültürden bir ülke” konseptiyle farklı coğrafyaları görmek, bölgesel tarih ve kültürleri tanımak ve anlamak için yaptığımız kültür gezileri için, bu defa seçtiğimiz ülke Küba.

Haydi! Küba’ya gidiyoruz, dediğimizde ilk tepkiler şaşkınlık ve alaycı bir edayla geldi.

Ne işiniz var Küba’da?

Evet, Küba ülkemizin tatil destinasyonlarında öyle çok da alışıldık bir ülke değil. Aslında hakkında çok şey bildiğimiz bir ülke de değil. Bizim de gündemimize girene kadar sosyalist bir ada ülkesi olmasının dışında hakkında pek bir şey bilmediğimizi itiraf etmemiz lazım. Küba’ya dair daha çok merak ettiğimiz şey, son kalan örneklerden biri olarak sosyalist bir ülkede hayatın nasıl yaşandığı, insanların durumu, memnuniyeti ya da memnuniyetsizliğinin ne oranda olduğu, kısaca hayatın ritminin Küba’da nasıl attığıydı.

Bir ada devleti olarak, güzel bir coğrafyaya sahip olacağını tahmin etmek hiç de zor olmasa da tarihinin bizim için ne kadar ilginç ve ibretlik olacağı şüpheliydi.

Acaba Küba’da kimler yaşıyor, hangi ırk ve dinden insanlar vardı? Mesela, Müslümanlar var mıydı? Hıristiyanlar ya da Yahudiler ülke nüfusunun ne kadarını temsil ediyordu? Yoksa hepsi ateist miydi? Gidilecek görülecek yerleri nerelerdi? Türkleri ne kadar tanıyorlardı? İslamofobik unsurlar bu ülke insanını da esir almış mıydı, gibi bir sürü soru vardı zihnimizde. Bu sorular ışığında gezi yazıları okudukça, daha önce gördüğümüz ülkelere kıyasla farklılıkları daha fazla öne çıkmaya başlamıştı bile. Ama beni asıl heyecanlandıran, Küba’da yeni filizlenmeye başlayan İslam’ın varlığı idi. Sayıları çok az da olsa, yeni yeni Müslüman olan Kübalı insanların varlığından söz ediliyordu. Onlarla irtibata geçmek ve sohbet etmek için dayanılmaz bir arzu duymaya başladığımda, gezi benim için farklı anlamlar kazanmaya başlamıştı bile.

Tur yetkililerine Küba İslam Birliği temsilcileriyle de görüşmek istediğimizi bildirmiş olsam da gidene kadar onlarla irtibat kurmamız mümkün olmadı. Ama araştırmalarımda Havana’da bir mescit olduğunu ve bu mescit etrafında toplandıklarını öğrenmiştim.

Gökte Ararken Yerde Bulmak

Küba havaalanına inip, bavullarımızı beklemeye başladığımız sırada, önümüzde duran orta yaşlı Kübalı bir beyefendinin kolileri dikkatimizi çekti. O da ne! Üzerinde Küba İslam Birliği Merkezi yazıyordu. Heyecanla yanına gidip konuşmaya çalıştık. Çok az İngilizce biliyor olsa da karşımızdakinin bizim İstanbul’dan bu yana aradığımız, Küba İslam Birliği Başkanı Yahya Pedro olduğunu hayretler içinde öğrendik. Kübalı Müslüman kardeşlerimizle görüşme arzumuz duaya dönüşmüş, Küba’ya iner inmez Rabbim onu karşımıza çıkarmıştı. Daha da ilginç olanı, o da Türkiye’den bizimle aynı uçakla gelmişti. Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın düzenlediği bir toplantıya katılmış, Başkanlığın verdiği koli koli İspanyolca dini kitaplarla geri dönmüştü. Buradaki Müslümanların en önemli sorunlarından birinin dini bilgiye ulaşmak olduğu düşünülürse, bu kitapların kıymeti daha iyi anlaşılabilir. Üstelik İŞID gibi radikal anlayışlardan değil de Türkiye’den mutedil dini bilgileri almalarının önemi hiç yadsınacak gibi değil.

Hemen kendisinden iletişim bilgilerini aldık. Görüşme talebimizi ifade ettikten sonra, özellikle de kadınlarla görüşmek istediğimizi de söylemeyi ihmal etmedik. Sonra, hiç tanımadığımız bir diyarda, dünyanın bir ucunda bizi görmenin mutluluğuyla Rabbine hamd eden bu yaşlı adamın yanından sevinçle ayrıldık.

Küba’da İlk Gün

Rehberimiz, Fidel Castro’nun devrimci arkadaşlarından birinin oğluydu. Devrim sonrası  babasının büyük elçilik görevi yaptığı esnada, Türkiye’de 5 yıl kalmış olması dolayısıyla  mükemmel Türkçe konuşuyordu. Türk kültürüne aşina olan rehberimiz, Türkleri de çok seviyordu.

Havaalanından çıkıp şehre vardığımızda hemen gezmeye başladık. Havana sokaklarında bir şehir turu attık önce. Şehri öyle uzaktan görebileceğimiz, yüksekçe bir yerde Havana’nın meşhur taze meyvelerinden hazırlanan kokteyllerden biri olan Pinia colada içtik. Burada her şeyin içinde alkol var. O yüzden rehberimiz içeceklerimize içki konmaması için azami derecede dikkat etti. İlk fotoğraflarımızı da burada çekildik.

Ardından bizi Atatürk büstünün olduğu parka götürdü. Bu parkta başka liderlerin de büstleri var. Bu bize önce ilginç gelse de kurtuluş mücadelesi vermiş bir lidere duyulan sevgiyi ve empatiyi anlayabiliyoruz ve tabi hemen orada da bir fotoğraf çekiliyoruz. Ardından Havana’nın sokaklarında dolaştık. Derken yol bizi Havana’nın tek olan mescidine götürdü ancak tadilat nedeniyle kapalı olduğunu öğrenip çok üzüldük. Yine de içerisini görme imkânımız oldu. Mescit mihraba kadar ortadan sağ ve sol olacak şekilde iki parçaya ayrılmış. Kadınlar sağda erkekler solda cemaate katılıyor, yani önlü arkalı bir düzen yok. Bu uygulama gruptaki kadınların hoşuna gitmiyor değil.

Oradan daha ayrılmadan, sokaklarda dans eden şarkı söyleyen insanların varlığına şahit oluyoruz. Bu duruma biraz şaşırsak da bu durum daha sonraki günlerimizin rutini haline geliyor. Küba sokakları şarkı söyleyip dans eden küçük gruplarla dolu. İnsanların fakirliği, hatta sefaletiyle ters orantılı bir biçimde eğlence ve dans var hayatın merkezinde.

Düzenli ve temiz sokakları, rengârenk tarihi evleri, geniş caddeleri, dar sokakları ve meydanlarıyla sakin bir şehir Havana. Şehirde ilk dikkatimizi çeken şey, 60 model Amerikan arabaları ki şehrin neredeyse simgesi haline gelmişler. Turistlerin ilgisini çeken bu arabalar parlak cilalarına rağmen içten içe dökülüyor. O kadar ki araçların aynı renge boyanmış bantlarla tutturulmuş kaportalı olanları bile var.

Küba yolculuğumuz 13 saat sürdüğü için, artık dinlenmek için Havana’nın 1930’da inşa edilmiş, en meşhur ve tarihi oteli olan National Otel’e geçiyoruz Bu otelde kimler kalmamış ki! Otele giderken rehberimiz Fidel’in, belki de odalarınızda sizden önce bir devlet başkanı, bir artist ya da aktör kalmıştır diye anlattığı otel, şehrin en güzel yerinde, okyanusa nazır muhteşem manzarası olan bir bina. Otel, lobisine girer girmez tarihi havasıyla kucaklıyor bizi. Öyle yorgunuz ki, belki de bizi kucaklasın ve şefkatle uyutsun istiyoruz. Otele yerleşip biraz dinlendikten sonra yemeğe gidiyoruz Bu ilk yemeğimiz ve çok heyecanlıyız. Kübalılar ne yer acaba!

Ertesi gün sabah otelin önünde bir sürpriz bizi karşıladı. Sıra sıra, renk renk dün gördüğümüz Amerikan arabalarıyla şehir turuna çıkacağız. Herkes kendi zevkine uygun model ve renkteki arabayı seçiyor ve şehri bu üstü açık arabalarla temaşa etmek üzere yola çıkıyoruz. Bir ara araçlardan birinin kapısı açılıyor ve bir arkadaşımız düşmekten son anda kurtuluyor. Dedim ya bu arabaların dışı cilalı, içi dökülüyor diye…

Kent ormanına varıyoruz. Zira Küba’da daha önce görmediğimiz çok ilginç ağaç türleri var. Mesela, içlerinden biri verdiği dal yere inip yeniden kök salıp beden haline gelen daha önce hiç görmediğimiz bir ağaç türü. Bir sürü, yere doğru uzanmış ve kök salmış bedenini onlarca kişinin ancak kucaklayacağı kadar genişlemiş ağaçlar bunlar. Tabi hemen bu ağaçları da eşe dosta göstermek için fotoğraflıyoruz.

Sonra devrim meydanına geliyoruz. Çhe’nin binanın duvarına çizilmiş resminin önünde hatıra fotoğrafı çekiliyoruz. Ardından ilginç hediyelik eşyaların satıldığı alış veriş merkezine gidip yakınlarımıza ahşap el oymacılığının güzel ürünlerinden takılar ve biblolar aldık.

Devrim müzesinde rehberimiz bir tarihe tanıklık etmiş olmanın heyecanıyla anlatıyor Küba tarihini. Küba tarihinde kadınların önemine ve devrimde aldıkları role dikkat çekiyor. Hemen her yerde devrimlerde kadın çok önemli bir figür olsa da devrimin ardından evlerine geri gönderilmesi de pek değişen bir gerçek değil galiba. Küba’da da devrim sonrası yönetimde kadınlardan söz edilmemesi aynı gerçeğin farklı bir coğrafyadaki yansıması gibi.

Pek çoğumuz İspanyol mimar Gaudi’yi tanırız. Mimariye ilginç yorumlar getirmiş nevi şahsına münhasır biridir. Görür görmez “hah işte bu” diyeceğiniz kadar belirgindir mimari tarzı. İşte onun bir öğrencisinin dizayn ettiği mahalleye ve mimarın evine gidiyoruz. İleri yaştaki mimarını göremesek de ilginç evini geziyor ve fotoğraflar çektiriyoruz.

Havana çok sıcak bir ülke. Öyle olunca, kadınlar genellikle mini etek ya da mini şortla birlikte askılı bluzları tercih ediyor. Diğer taraftan bizim ekibin yarısı başörtülü kadınlardan oluşuyor.  Havana sokaklarında bizden başka örtülü de görmedik. Buna rağmen hiç kimsenin bizi yadırgadığına, merakla baktığına şahit olmadık. Yalnız ilk gün otele giderken rehberimiz Fidel’in sıcaktan rahatsız olduğumuzu düşünerek bize “Daha rahat kıyafetler giyin, burada kimse size bakmaz.” demesi hariçJ Oysa şimdi sokaklarda yürüyoruz ve ilk kez 30’lu yaşlarda bir bey bize tebessüm ederek dikkatli dikkatli bakıyor. Bir süre sonra dayanamayıp yanımıza geliyor. Yeni Müslüman olmuş bu Kübalı bizi kendi ülkesinde görmekten duyduğu memnuniyeti dile getiriyor. Allah Allah! Buraya gelirken nasıl Müslüman halkla buluşabiliriz diye derinden endişe etmiş olmama rağmen, şaşılacak şekilde onlar bir bir karşımıza çıkıyor, Rabbim bizi bir şekilde buluşturuyordu. Çook uzun zamandır görüşmeyi bekleyen dostlar gibi sevinçle bir kaç kelimeyle anlaşmaya, sanki hasret gidermeye çalışıyoruz. Neredeyse ayrılmak istemiyoruz ama buna programımız müsaade etmiyor. O yüzden ona da hemen bu akşam kaldığımız otelde Yahya Petro ve ekibiyle buluşacağımızı, kendisini de beklediğimizi söyledik. Öyle mutlu oldu ki! Birlikte fotoğraf çekilip buluşmak üzere ayrıldık.

Kübalı Müslümanlarla Buluşuyoruz…

Otele geldiğimizde heyecan ve merakla misafirlerimizi beklemeye başladık.

Önce sokakta karşılaştığımız bey, bir arkadaşıyla geldi. Onların İngilizceleri yetersiz bizim ise İspanyolcamız olmayınca anlaşmak pek mümkün olmadı. Ardından gelen çiftin İngilizce biliyor olmasına çok sevindik ama asıl sürpriz kadının biraz Türkçe de biliyor olmasıydı. Biz henüz şaşkınlığımızı üzerimizden atamamıştık ki, Türkçeyi Türkiye’de öğrenmiş olduklarını öğrendik. Meğer ilahiyat eğitimi almak için eşiyle Türkiye’ye gelmiş ve bir yıl kalmışlardı. Onlarla nasıl Müslüman oldukları üzerine konuşurken Yahya Petro ve ekibi otele geldi. Yahya Bey İslam Birliği Kadınlar Kolu Başkanı ve yardımcılarıyla gelmişti. Kadınların ikisi doktor, biri mühendisti. Bu bizi biraz şaşırtsa da Küba’da kadınların okuma oranının erkeklerden fazla olduğunu öğrenmiş olduğumuzdan çok da garipsemedik. Sonra bize kadınlar için yaptıkları hizmetlerden söz ettiler.

Rehberimiz bizi gezdirirken, Küba’nın bir günah ülkesi olduğunu söylemişti sık sık. Her türlü günah vardır burada, demişti. Şimdi, bu günah ülkesinde nasıl Müslüman olmuşlardı, diye merak ediyorduk. Mesela etraftan tepki görmüşler miydi? Buna “hayır” diye cevap verdiler. Kimse bize karışmıyor. Peki, nasıl bir zorlukla karşı karşıyasınız? Bize çok basit gelen şeyler onların zorluklarıymış meğer. Çünkü Müslüman bir kadın demek, tesettür demek. Ama bu ülkede, böyle bir kültür de bu kadınlar ne giyinecek, nasıl giyinecek?

İşte bu yüzden küçük bir atölye kurmuşlar. Ancak üç dikiş makinesi alabilmişler. Kumaş alıp İslami usullere uygun kıyafet diktiriyorlarmış. Hem böylece kadınlara da gelir oluyormuş ama yetmiyor dediler. Kadın olunca bu durumla empati kurmamız hiç de zor olmadı. Ekipteki arkadaşlar hemen el altından aramızda para toplayıp, ihtiyaç olan miktarı fazlasıyla kendilerine takdim ettik. Çok memnun oldular. Böylece hiç tanımadığımız ama kardeş olduğumuz bu kadınların bir sorununa çare olmuştuk, hamdolsun.

Neden Müslüman oldunuz, diye sorduğumuzda genelde önceki inançlarında tatmin olmadıkları için İslam’ı benimsediklerine şahit olduk. Hemen hepsi yeni Müslümandı ve yüzlerinde derin bir huzurun ve gururun izleri vardı. En az onlar da bizim kadar heyecanlıydılar. Kültürleri farklı, ırkları farklı, anlayışları ve yaşantıları farklı birbirlerini hiç tanımayan bu iki grup insan, birbirine karşı nasıl da birden deruni bir dostluk ve kardeşlik hissiyle dolmuştu böyle… Bu bir mucize değil de nedir! Tek tek konuşamasak da gönüllerimiz birbirine değmişti çoktan. Belki de konuşabilsek söyleyebileceğimizden çok daha fazlasını aktarmıştık gözlerimizle birbirimize.

Peki, İslam’ı nereden öğrenip yaşıyorlardı. Henüz bir mezhep anlayışları yoktu. Tabiri caiz ise ilk Müslümanlar gibi Kur’an’dan ne anladıysalar onu yapmaya çalışıyorlardı. Bir de Türkiye’den ellerine ulaşan kitaplar vardı. Havana’daki mescidi inşa eden Suudiler olduğu için, muhtemeldir ki onlardan da dini bilgi almaya açıktılar.

Kısaca burada ümmi bir Müslüman topluluk var. Bu günah şehrinde Müslüman olmaya çalışan insanlar onlar. Her türlü zorluğa, yokluğa rağmen var olma mücadelesi veren cesur insanlar. İmanlarının gücü ve dualarından başka hiç bir destekçileri de yok. Onlar yokluğun içinde bilgi kırıntılarına tutunarak, İslam’ı öğrenmeye ve yaşamaya çalışıyorlar. Bunu da şikayet etmeden, talepkâr olmadan, vakur bir edayla, onurlu bir duruşla  yapıyorlar. Bu hale şahit olduğumuz için artık bizler de sorumluyuz. Onları tanımanın mutluluğu ile bu sorumluluk duygusunun ağırlığını eşit şekilde hissederek, onlar için götürdüğümüz hediyeleri dağıttık. Çikolatalar, eşarplar, çocuklar için kırtasiye malzemeleri, kuru yemişler vs. Ayrıca mescit için topladığımız yardımı da kendilerine takdim ettik. İletişim adreslerimizi alarak sevgiyle kucaklaştık. Otelin kapısı önünde bir ara Tayyip Beyi sordular bize. İmam Yahya “Ona sarılmak istiyorum.” derken ne kadar da samimiydi. Türkiye de olup ona oy vermek isterdim, dedi son kez, sonra ayrıldık. İçimizde yüreğimizde onları taşıyarak döndük ülkemize. Artık orada kardeşlerimiz var bizim…

Cienfuegos ve Trinidad

Küba’daki üçüncü günümüzde BM’lerin dünya mirası listesine aldığı Cienfuegos’a geçtik. Burada muhteşem bir yapı olan eski Tiyatro Binası, Colegio De San Lorenzo, Jose Marti Parkı, Malecon Bulvarı ve Valle Sarayını görüyoruz. Cienfuegos’un temiz düzenli sokaklarında meydanlarında yürüyoruz. Parkta gördüğümüz 15 yaşlarındaki gelinlikli kızın yanına yaklaştığımızda onun genç kızlığa adım atma töreni için fotoğraf çekildiğini öğreniyoruz. Burada erkeklerin sünnet olması gibi kızların da genç kızlığa adım atmasının kutlanması adettenmiş. Bu güzel genç kızımızla da fotoğraf çektirip, oradan Trinidad’a doğru yola çıkıyoruz.

Kolonyal dönem mimarisinin en iyi korunduğu şehirlerden birisi olan Trinidad, küçük bir yerleşim yeri. Taş sokakları, küçük sıralı rengârenk boyanmış evleri, bakımsız da olsa oldukça estetik görünüyor. Sokak aralarında dolaşıp, şirin bir kafede artık alıştığımız meyve kokteylini içip dinleniyoruz. Bazı arkadaşlarımız şehrin sakinleriyle beden diliyle anlaşmayı başarıyor ve onlara küçük hediyeler veriyor. Bu hediyelere halkın sevinci görülmeye değer!

Santa Clara ve Che’nin Anıt Mezarı

Sabah kahvaltımızı yaptıktan sonra otelimizden ayrılıyor ve Küba Devriminin ve tüm dünyadaki devrimci ruhun efsane ismi Che Guevara ile özdeşleşen Santa Clara şehrine doğru yola çıkıyoruz. Buradaki en önemli durak noktamız, Che’nin ve devrim şehitlerinin anıt mezarı ve müzesi. Che Guevera, Arjantinli bir genç ve idealist bir doktor. Küba devrimi için Fidel Castro ile omuz omuza mücadele eden bir halk kahramanı.

Che Guevera, Küba devriminden sonra devrimi diğer ülkelere ihraç etmek isterken, CIA ajanı tarafından 39 yaşındayken öldürülüyor. Yıllar sonra, Castro’nun çabalarıyla naaşı ülkeye geri getirilip devrimin kazanılmasında kilit rol oynayan Santa Clara şehrine defnediliyor. Kendi heykellerinin yapılmasına izin vermeyen, hatta bir anıt mezarı da olmayan Castro, bu çok sevdiği genç arkadaşı ve diğer devrimciler için ilginç ve etkileyici bir anıt mezar ve müze yaptırıyor.

Ortada Çhe nin büyükçe heykeliyle bölümlenen bu anıt mezarın karşı tarafı müze. Anıt mezara büyük bir saygıyla giriliyor. İçeride konuşmak ya da fotoğraf çekmek yasak. Sessizce ziyaret gerçekleştirilip karşı odadaki müzeye geçiliyor.

Anıt mezar ilginç detaylara sahip. Mezarlık aslında bir duvara üst üste konmuş küçük sandıklar şeklinde tasarlanmış. Ölen kişilerin kemikleri bir süre sonra bu küçük tabutlara konup bir duvar şekline getirilmiş. Ölen kişilerin resimlerinin bulunduğu bir duvar görünümünde olan anıt mezarlık loş ışıklar ve etnik bir müzikle mistik bir havaya büründürülmüş. Küba halkının çok sevdiği devrim kahramanlarını manevi bir duygu eşliğinde ziyaret edip, saygıyla huzurda durmaları sevginin bir nişanesi olarak hafızalarımızda yer ediyor.

Bir Küçük Köy Okulu

Santa Clara’dan ayrılırken, Rehberimiz Fidel’e “Bir ilkokul görebilir miyiz?” diye sorduk.

Detaya girildikçe sosyalist sistemlerde devletin her şeyi kuşatan elleri, her yerde olan gözleri ve her şeyi kontrol eden sistemiyle karşı karşıya geliyor insan. Sistemin dışına çıkacak söz ve davranışlara karşı halkın endişesi ve suskunluğu hatta çaresizliği yansıyor yüzlerine ve eylemlerine. Weber’in modern dünyayı resmetmek için kavramsallaştırdığı Demir Kafes metaforu buraya da çok uygun. Zira Küba’da öyle rastgele okul ziyareti yapmak, idarecinin izniyle de olsa çocuklara harçlık, hediye vs. vermek yasak. Ancak Fidel, yine de bizi gözden uzak, yolumuz üzerindeki bir dağ köyünün okuluna gizlice götürebileceğini söyledi. Bu gizlilikte otobüsteki resmi görevli ve şoförümüz suç ortağımız olacaktı.

Okul küçük kagir bir kulübe gibiydi. Yaklaşık 16 kişinin okuduğu okul tek derslikli olduğundan, bütün sınıflar aynı derslikte eğitim görüyormuş. Sınıfa girdiğimizde çocukların meraklı bakışları karşıladı bizi. Dünyanın en güzel anlaşma dili olan sevgi diliyle anlaştık çocuklarla. Ekibimiz elinde çocukların mutlu olacağı ne varsa, onlara ikram etti. Çocuklar aldığı şekerlemeleri tek tek ilgiyle inceledi, sevinçle birbirine gösterdi. Çocuk her yerde çocuk işte! Mutlu olduğunda gözleri pırıl pırıl parlar ya işte öyle! Bizim için küçük, onlar için büyük hediyeleri alırken minnetle ve sevgiyle baktılar bize.  Belki bir daha hiç tadamayacakları bu farklı şekerlemeleri çok kıymetli şeylermiş gibi itinayla dizdiler önlerinde. İkram ettiğimiz çikolataları hevesle aldılar ve yediler. Yedikçe yüzlerine daha büyük bir tebessüm yayıldı. Bu gülümsemenin bizdeki değeri ölçülemeyecek kadar fazla. Büyük bir huzur içinde hatıralarımıza eklediğimiz fotoğraflarla buradan da ayrıldık.

Küba’da Sosyal Hayat

Fidel Castro ve arkadaşlarının devrimi gerçekleştirdiği 1959’dan bu yana sosyalizmle yönetilen Küba’da açlık yok, evsizlik yok, sağlık hizmetlerine ve eğitime erişememek yok, işsizlik yok. Devlet bütün imkânları eşit paylaştırdığından başkasına imrenmek, başkasının malına göz koymak da yok. En üst bürokratın da en aşağıda çalışan memurun da maaşı aynı. “Bende olan onlarda da var, gelse ne alacak?” düşüncesiyle halk hırsızlardan korkmadan kapıları açık uyuyabiliyor. Bu bir güvenlik alanı inşa ediyor olsa da devletin halkı yoksullukta eşitlediği gözden kaçmıyor.  Zor görevlere talip olan devlet görevlileri, bakanlar, bürokratlar  halk kahramanı olarak görülüyor. Fidel bu sistemin en önemli eksikliğinin halkın çalışma azmini yok etmesi olduğunu düşünüyor. O yüzden kimse işini doğru yapmıyor diyor. Fazla çalışmak için halkın bir motivasyonu yok. Ne kadar çalışırsa çalışsın alacağı maaş değişmiyor. O yüzden işler çok yavaş ilerliyor.  Dolayısıyla kimse zor bir işe talip olmuyor. Mesela devrim kahramanlarından birinin oğlu olan Fidel’e bakanlık teklif edilmiş ama ailemi geçindirmek zorundayım diye kabul etmemiş.
Bu ülkede bakan bile yoksulsa kimler ekonomik refaha sahip diye soruyoruz.

Küba Sosyalizmi Nereye Kadar

Sovyetler yıkılana kadar ortak bir sosyalist çatı altında buluşan devletler önce büyük bir refah yaşamış ama bu çok kısa sürmüş. Sovyetlerin yıkılışıyla, birliğin çökmesi bu ülkelere ekonomik kriz olarak yansımış. Zaten ABD ile ilişkileri kötü olan Küba’ya ambargo uygulandığından, halk zor zamanlar yaşamış. Öyle olunca Fidel Castro sınırlı da olsa özel teşebbüse küçük imkânlar tanımaya, sosyalist değerlerden ödün vermeye başlamış. Ülkenin gelir kaynakları; puro ve kahve üretimi, yeraltı kaynağı nikel ve sağlık turizmi. Ekonomik sıkıntılar, daha fazla turist için daha fazla özel teşebbüs imkanını zorunlu kılmış. Öyle olunca yeni iş alanları oluşmaya başlamış, turizm sektöründe çalışan rehberler ve taksi şoförlerinin zenginleşmesi böylece başlamış. Biri bize ülkenin en zengin kesimleri arasında, turist rehberleri ve taksi şoförlerini saysa inanmazdık ama rehbere ve aracı kullanan şoföre verdiğimiz bahşişin bir aylık gelirlerinden fazla olduğunu fark ettiğimizde, Fidel’in ne demek istediğini anlamış olduk. Bunun yanında, turistlere küçük şeyler de satan rehberler, ülke ortalamasına göre oldukça zengin sayılır. Yine evlerin turistlere kiraya verilmesine izin verilmesi, bazı ev sahiplerinin de görece zenginleşmesi demek. Küçük sayıda da olsa özel restoran hizmeti verilmesine izin verilmesi de öyle. Yani turizm, devletin özenle korumaya çalıştığı eşitliği delmiş ve yeni bir üst sınıfın oluşumuna imkan verecek şekilde gelişmeye başlamış. Turizmin sosyalizmde açtığı gedik ülkeye giren internet ağıyla da genişleyecek gibi duruyor. Önceleri yaşamsal ihtiyaçlarını giderince mutlu olan halk, 54 yıldır süren ambargodan ve yokluktan bunalmış şekilde, TV’lerde izlediği ihtişamlı hayatların dünyasında umutsuz hayaller kurmaya başlamış bile.

Küba günümüzde bir yol ayrımına doğru gidişinin belli belirsiz işaretlerini veriyor. Ülkenin bu gidişattaki seçiminin ne olacağı şimdilik belirsiz olsa da halkının özgürlük mücadelesi için kanlarıyla bu toprakları sulamış devrim kahramanlarının hatıralarının, tarihi vesikalara dönüşeceğini ön görmek hiç de zor olmasa gerek.

Kapitalist sistemle yıllarca mücadele eden önceki Kübalılar ülkelerini vahşi kapitalizmin esaretinden kurtarmış olsalar da ekonomik krizle boğuşan yeni nesillerin küresel kapitalizmin tuzağına düşmesi çok muhtemel görünüyor. UNESCO’nun bozulmamış yapısıyla dünya mirası listesine aldığı Küba’daki bu otantik şehirler, bu bakir coğrafya birilerinin iştahını oldukça kabartmış olmalı.  Vahşi kapitalizmden bugüne kadar korunmayı başarmış olan Küba’yı çok geçmeden şimdi görmenin tam zamanı…

Küba hakkında kısa bilgiler

·      Küba’nın başkenti Havana’dır. Küba’nın alanı 110.860 km2 olmakla beraber, nüfusu da yaklaşık olarak 11.48 miyondur. Küba’nın dini Hristiyanlıktır. Küba halkının %51 melez, %37 beyaz, zenci, %1 Çinli.

·      Kübalıların kökenleri İspanya ve Afrika’ya dayanıyor, zamanla melez bir ırk oluşmuş.

·      Küba’da iki tür para kullanılıyor. Biri halkın kullandığı peso, diğeriyse turistlerin kullandığı CUC. Halkın kendi arasında kullandığı parayı turistlere vermek yasak. Turistlerin kullandığı para euroyla neredeyse eşit. Aslında çok ucuz olan ülke bu yüzden turistler için pahalı bir ülke haline geliyor.

·      Küba’da zaman çok yavaş akıyor. “Küba Timing” diye bir kavram bile oluşmuş. Hizmet sektöründe işler oldukça yavaş ilerliyor.

·      Küba’da yiyebileceğiniz yemekler; dana ve domuz biftek, tavuk ızgara, balık. Her yemeğin yanında mutlaka siyah fasulye var. Haşlanmış patates ya da kızarmış muz, salata yerine de doğranmış lahana.

Önceki Yazı

Çatışma Alanı Olarak Ortadoğu

Sonraki Yazı

Osmanlı’nın İzleri: Taraklı ve Göynük

Bunlar da ilginizi çekebilir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir