Prof. Dr. Zekeriya Kurşun
30.12.2017
Ortadoğu coğrafyasındaki birçok bölge, yaklaşık 19-20. yy.’ın başına kadar Osmanlı’nın yarı federal, bağımsız ya da doğrudan İstanbul’dan idare edilen bölgeleriydi. Tarihi belgelerde bugün İstanbul’a göre İzmit neyse o gün İstanbul’a göre Yemen’de odur deniyordu. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki gazetelere bakarsanız bu gerçeği orada da görürsünüz. 1950’de Türkiye NATO’ya girdi. Bu tarihten sonra, özellikle de Türkiye’nin dış politikasını bütünüyle NATO yapmaya başladıktan sonra, bu isimler tamamen hafızamızdan silinmeye başlandı.
Ben kendi kişisel tecrübemden örnek vereyim size. Üniversiteyi bitirdiğim yıllarda akademik olarak bu coğrafyayla ilgileniyordum ama kimseden iltifat görmüyordum, tam aksine bunlarla ilgilenmem hoş görülmüyordu. Beyazıt Devlet Kitaplığı’nda eski gazeteleri tarıyorken 1947 yılına ait Demokrat Çaykara diye bir gazete buldum. Çaykara halen bin nüfuslu bir yer. Gazetenin yazarı olan Numan Sabit, Sudan’la ilgili bir değerlendirme yazısı yazmış. Onu görünce şaşırdım. O dönem ben Afrika’yı, Ortadoğu’yu falan okuyorum ama en az okuduğum yer Sudan’dı. İlginç olan o tarihlerde Çaykaralı bir gazeteci bölgesinde okunabilecek diye düşünerek Sudanla ilgili yazabiliyor. Çok şaşırdım, demek ki oradaki insanlar için bu bilinebilecek, ilgilenebilecek bir haberdi. Aslında zaten İkinci Dünya Savaşından önce buralarla ilgili bizim bir birikimimiz, bir hafızamız var. 1. Dünya Savaşı’ndan önce de zaten orada varız. Bu iki dünya savaşı arasında bu hafıza yıprandı ve bugüne gelindi. Neredeyse 2010’lu yıllara kadar bölgeyle ilgili yaptığımız çalışmalar bile çoğu kez dikkate alınmadı ama şimdi bu çalışmalar yavaş yavaş anlam ifade etmeye başladı.
Şimdi bu yerler hafızamızdan nasıl silindi ona bakalım. Yemen 4 saatlik uçuş mesafesinde, yani o kadar yakın. Daha dün akrabalarımızdan birçok kişinin asker olarak gittiği yer ama bugün hakkında bir şey bilmiyoruz. Trablusgarp, Bingazi 3’e bölünmüş bir durumda ama bölgeye baktığınızda yüzde otuzu halen Türk ve ciddi bir Türk sevgisi var. Trablusgarp’ta Türk Çarşısı diye bilinen bir yer var. Turgut Reis’in mezarı orada, birçok Osmanlı eseri var. Trablusgarp’ı İtalyanlar işgal edince ilk kaçtıkları yer İzmir’di. Bugün İzmir’de Libyalıların kurduğu Eşrefpaşa semti var. Yani o kadar bizim ama bugün bu bilgilerden izler bile yok hafızalarımızda.
Mısırla ilgili de hatıralarımız var. Musul, Bağdat en önemli merkezlerimizdendi; buralarda şehitliklerimiz var. Kudüs’ü biliyorsunuz zaten. Halep, Suriye, Beyrut hem Türkmenlerin hem pek çok farklı unsurların Çerkezlerin, Kafkasların, Arapların, Kürtlerin birlikte yaşadığı yer. Buraları, buralara ait olan hatıralarımızı unuttuk. Aklımızda biraz Hicaz var fakat o da Mekke, Medine’yle sınırlı, başka da bir bilgimiz yok. Mekke ve Medine’de de maalesef büyük ölçüde tarih yok edilmiş. Kâbe’yi koruyan Osmanlı Kalesi yıkılmış, yerine Zemzem Towers dediğimiz kule dikilmiş. Hâlbuki Osmanlı zamanında Kabe’yi gölgeleyecek hiçbir binaya izin verilmemişti. Bunları da hatıramıza koymamız gerekiyor. Bu açılardan baktığınızda aslında çok iç içe olan gruplar hakkında bizim fikirlerimizin kayıp olduğunu görürsünüz.
Ortadoğu coğrafyasında yaşanan çatışma ve kargaşa karşında bunların hepsi Arap, ya da hepimiz Müslümanız ama neden anlaşamıyoruz sorusu ortaya çıkıyor. Biraz önce anlattığımız o geçmişteki büyük hatıraya, hafızaya rağmen bu anlaşmazlığın kaynağı nedir? Bu problemin de kaynağında çok açık bir şekilde emperyalizmin bölgeye sirayet etmesi var. Müslümanlar Hindistan’la ticaret yapıyor ve servet biriktiriyorlardı. Bu pastadan pay almak isteyen Avrupalının Hindistan’a gidebilmesi için büyük ölçüde bu coğrafyadan geçmesi gerekiyordu. Yani hedef aslında Hindistan’dı. Hindistan güzergâhı üzerinde bulunan Kudüs, Mekke ve Medine’ye de tahribatta bulunarak bu yolu kolaylaştırmaya çalışıyorlardı. Portekizliler yıllarca Cidde Kızıldeniz’e, Mekke’ye, Medine’ye girip orayı tahrip etmeye çalıştılar. Haçlılar Kudüs’ü ele geçirip bir kontluk kurdular. Buna rağmen 1480’li yıllara kadar Hindistan’a ulaşamadılar.
Amerika’ya ulaşan Macellan Hindistan’a ulaştım zannıyla oradaki yerlilere İndia adını verdi. Bugün hala öyle söylenir. O tarihte Amerika onlar için aranan bir yer değil, aslında Hindistan’ı arıyorlar. Eskiden “Serveti Hindistan, haşmeti devleti Âli Osmanlı temsil ediyor.” denirdi. Pusulanın mucidi Ahmet bin Macit’in eserlerinden Hindistan’ı öğreniyorlar. Hindistan’a gittikten sonra orada bir Portekiz sömürgesi kuruyorlar. Bu sefer Avrupalılar Hindistan üzerinden kendi aralarında ciddi rekabete girişiyorlar.
Yeniçağlara gelindiğinde, Sanayi Devrimi’nden sonra yeni pazar arayışları dolayısıyla Akdeniz ticareti çok önemli hale gelmiştir. İngilizlerle Fransızlar ciddi rekabet halindedirler. İngilizler, Fransızları 1750 yılında Hindistan’dan çıkardıktan sonra Fransızlar sürekli intikam almak istemişlerdir. Bunun yolu Osmanlı’nın elinde olan Mısır’dan geçtiği için o dönem herkes Osmanlı ile iyi geçinmeye çalışmaktadır.
1789 Fransız İhtilalinden sonra Fransa’da büyük bir katliam meydana geldi. Bizde Fransız İhtilali bir hak mücadelesi olarak takdirle anlatılır. Evet, bir tarafı öyledir ama diğer taraftan milyonlarca insanın hayatına mal olmuş bir ihtilaldir bu. Fransız İhtilali’nin insanlığa hediye ettiği birçok şey vardı ama en önemlisi nedir biliyor musunuz? Giyotindir. İnsanlar giyotini icat etmeden önce işkenceyle öldürülüyorlardı. O kadar çok insan öldürülüyordu ki, bunu hızlı ve acısız yapmak için giyotin icat edildi.
Fransız ihtilalinin karmaşası karşında başarılı olmak zorunda olan bir hükümet vardı. Şark orduları komutanı olan Napolyon, Fransa’nın bu karmaşadan çıkması için İngilizlerin Hindistan’dan çıkması gerektiğini öne sürer. Bunun da tek yolu vardır. Önce Mısır’ı ele geçirip oradan Hindistan’a gitmek. Herkes karşı çıkıyor, Osmanlıyla anlaşmalar var, korkunç bir plan! Osmanlıyla nasıl başımızı derde sokarız tartışmaları yapılıyor. Napolyon’un yakın arkadaşı hükümeti ikna ediyor ve İngilizler bunu haber alıp Osmanlıya bildiriyor. Osmanlıya istihbarat geldiği zaman üçüncü Selim Fransa’daki elçiye mektup yazıyor. Gelen cevapta Fransa ve Osmanlı’nın müttefik iki devlet olduğu, Napolyon’un Mısır’a değil, İtalya’ya bir sefer düzenlediği yazıyor. Aynı zamanlarda Mısır’dan gelen başka bir mektupta ise Kaptanıderya; çok büyük bir tehditle karşı karşıya olduklarını Fransız askerilerinin İskenderiye’ye çıktığını, yakında Kahire’ye doğru yol almalarının mümkün olduğunu yazmış. Bu durumda siz padişah olsanız ne yaparsınız? Üçüncü Selim halim selim, sanatkâr bir adamdır. En kızdığı zaman ne yapar diye düşünün. Paris’ten gelen mektubun arkasına şunu yazmış, “amma eşek herifmiş ya hu” kendi elçisi için bunu yazıyor. Aslında üçüncü Selim bunu yazmak suretiyle ibretlik bir vakayı bugüne bırakmış oldu. Yazışma geleneğinde olmayan bir şekilde, çaresizlikle böyle yazıyor. Bu kavram geçmişte ve şimdi de hariciyecilerin önemli bir bölümü için kullanılabilir. İngiltere’den amiral Nelson komutanlığında bir donanma Mısır’a doğru Fransa donanmasını takip ediyor. İngilizler gecikince Fransız askerleri karaya çıkmış oluyor ama yine de İngilizler Fransız donanmasını batırıyor. Ondan sonra doğal olarak İngiliz Osmanlı ittifakı başlıyor. Tarihinde ilk defa Osmanlı eşit şartlarda bir Avrupalı devletle ikili ittifak yapıyor. Bu durumdan endişelenen Rusya’da ittifaka katılıyor, böylece üçlü ittifak oluşturuluyor. Osmanlı devletinin çöküşünü hızlandıran da bu ittifaklarıdır. Napolyon bir gece Mısır’dan kaçıyor. Nelson’un aldığı başarı ise İngilizleri bizim siyasetimize bulaştırmış oluyor. Nelson’a üçüncü Selim hediyeler gönderiyor, Nelson ölümüne kadar bu hediyeleri hiç yanından ayırmıyor. Hediyelerinden bir tanesi hilal nişanı dediğimiz bir nişan, bir tanesi de şapkasının üzerine taktığı bir çelenktir. Öldüğünde de İngiliz bayrağının üzerine bunlar koyulmuştur. O tarihlerde bile Osmanlıya ne kadar önem verildiğini gösteren bir örnektir bu.
Bütün işgaller bu şekilde devam ediyor; Mesela Cezayir ve Tunus çok ufak bir alacak verecek meseleleri yüzünden işgal edilmiştir. Şu anda Cezayir’de, Tunus’ta ciddi bir Fransız etkisi olmasına rağmen Fransızlar sevilmez. Aynı şekilde Mısır’da ciddi bir İngiliz etkisi olmasına rağmen yine İngilizlerin onlara yaşattıkları yüzünden sevilmezler. Sudan hakeza öyle! Son zamanlarda bu ülkelerde Türkiye’ye karşı gelişen ilginin sebebi Türkiye’yi çok sevdiklerinden değil, diğerlerini sevmediklerindendir. Bunu yanlış değerlendirmemek lazım.
Bütün bu işgallerden sonra Osmanlı devletinin haritası 1830lu yıllara geldiğimizde küçülmüştür. Birinci Dünya Savaşı’na girdikten sonra İngilizler Kızıldeniz’den gelerek Basra Körfezi’ne doğru ilerliyorlar. 1916’ya kadar ancak Kutül Ammare’ye gelebiliyorlar. Yani İngilizlerin Hindistan’dan çıkıp Kutül Ammare’ye gelişleri tam 316 sene sürüyor. Kutül Ammare’de büyük bir yenilgi alan İngilizler yine durmuyor ve Bağdat’ı işgal ediyorlar. Bundan sonra zaten artık Kudüs’ün yolu da açılmış oluyor; Kudüs, Filistin, Suriye işgal edilmiş oluyor. Geriye bugünkü Türkiye coğrafyası kalıyor.
Bu coğrafyada yaşanan çatışmalar büyük ölçüde psikolojik boyutu da olan suni etnik sorunlar nedeniyle ortaya çıkarılmıştır. Örneğin milliyetçilik hareketleri böyledir: Nüfusun çoğunluğunun Arap olması ve Arapça konuşmasına rağmen Arap kültüründe Arap ve sonradan Araplaşmış olmak üzere iki ayrıma gidilmiştir. Bu bölgelerde Avrupalıların etkisiyle kurulan devletlerde kendi iddialarını sürdürebilmek için kavmiye dediğimiz lokal milliyetçilik sürekli pompalanmıştır. Düşünün Suriye, Lübnan ve Ürdün’ün toplamı küçük bir bölgedir ve burada birbirlerinin akrabası olan insanlar yaşar. Ama üç devletin de birbirinin üzerinde iddiaları vardır. Suriye milliyetçiliği, Lübnan milliyetçiliği, Ürdün’de bir kraliyet durumu vardır. Biliyorsunuz Ürdün’ün Kralı, Osmanlı devletine isyan etmiş peygamber torunu olan Şeyh Hüseyin’in torunudur. Sabıkası büyük olan bir Peygamber torunu.
İlk defa 1952’de Mısır’da Amerika ve Sovyetler Birliği arasında rekabeti oluşturmak için “Panarabizm” denen bir Arap milliyetçiliği de oraya çıkarılmış ve kısmen de etkili olmuştur. Ancak tehlikeyi gören Avrupa, Cezayir’de büyük bir kıyım yapmıştır. Cezayir’in demografisini değiştirmek için her gün satın aldıkları adamlara öldürttükleri Cezayirli başına mükâfat ödemişlerdir. Bu durum 50’li yıllardan 1962’ye kadar devam etmiştir. Çok da eski değil yani. Fakat bu süreçlerin sonunda Avrupalılar bölgeyi kontrol etmenin çok maliyetli olduğunu fark edip, kendileriyle uyumlu çalışacak yeni milli liderler yaratmışlardır.
Ve böylece onlar bu yeni coğrafyasının kurucusu oldular. 1972’de İngiltere kontrolsüz emirliklerden 9 tanesini bir araya getirerek yeni bir devlet oluşturmak istedi fakat ancak 7 tanesini birleştirebildi ve Birleşik Arap Emirlikleri böyle oluştu. Burası hala tamamen İngiliz himayesinde olan bir yerdir. Bu birleşmeye Katar ve Bahreyn Adası itiraz ettiği için Birleşik Arap Emirlikleri Katar’ı hiç sevmez. Buradaki kral, sultan, emir gibi yöneticilerin tamamı -Suudi Arabistan kısmen hariç- İngiltere Stanford Kraliyet Akademisinden mezundurlar. 11 Eylül’den sonra Amerika Suudi Arabistan’ın Hicaz vakıflarının paralarını bloke etti. 2006’lardan itibaren Suudilerin tepkileri ortaya çıkınca Amerika, bu paraları size bir şartla verebiliriz, buraya öğrenci yollayın, bu paraları onların eğitimi için harcayalım dedi. Bu durum 2015’te Kral Selman iktidar olana kadar devam etti. Sonra yaşanan kriz sonucu Amerika bu bursları kapattı. Asıl problem ise ABD’de eğitim alan 200-250 bin insan geri döndükleri zaman yaşanacak.
Ortadoğu coğrafyasında çatışmayı körükleyen birinci sorun milliyetçilikti. Çatışmayı körükleyen ikinci husus Batılı devletlerin bölgeden ayrılırken bıraktıkları sınır sorunlarıyla ilgilidir. Bu sorun hemen her bölge için geçerlidir. Suudi Arabistan’la Yemen arasında, Suudi Arabistan’la Birleşik Arap Emirlikleri arasında sınır kavgası vardır. Suudi Arabistan’la Ürdün arasında yine sınır kavgası vardır. Bu sınır sorunları da sürekli bir çatışma nedenidir.
Üçüncü çatışma alanı ise kaynaklardır ve aslında bütün çatışmaların temel nedeni budur. Kaynakların müşterek kullanımı mümkün değildir. Körfez ülkelerinden yukarı Suriye’ye doğru çıkıldıkça petrol azalmaktadır. Devletlerin birbirlerine bakışını da, siyasetini de etkiliyor bu durum. Örneğin Suriye’de ortaya çıkan bir sıkıntıda Suudi Arabistan bir vekil grup bulup sisteme karşı çarpıştırılmıştır. Yemen’de de durum çok farklı değildir. Yemenliler kendi petrollerini işletememişlerdir. Suudiler tarafından petrol bölgelerine yüz yıllığına el konmuştur. Yüz yıl dolduktan sonra da Yemen yok edilmelidir ki ortaya sorun çıkmasın. 1914’ten itibaren çeşitli periyodik aralıklarla bu kaynaklar üzerinde dünyanın güçlü ülkeleri işletme imtiyazı almıştır. Günümüzde bu imtiyazların yenilenme zamanı yaklaşmıştır. Bölgede güçlü hükümetler varsa, pazarlık yapmak zorlaşır. Bu yüzden Batılı güçler, karşılarında bugün Irak’ta olduğu gibi zayıf hükümetler istemektedirler. Politikalarını ve eylemlerini buna göre şekillendirmektedirler. Dolayısıyla kaynaklar da bir başka çatışma alanını oluşturmaktadır.
Zamanla bölgede hepimiz Arap’ız ya da Müslümanız bir araya gelelim diye düşünen insanlar ve bölgede birlik ve beraberliği teşvik eden yaklaşımlar ortaya çıktı. Bu ideale inanan insanları nasıl ayıracaksınız? İşte Mezhep çatışması burada devreye giriyor. Dediler ki, evet sen Arap’sın ama bu adam Şii Arap, Sünni Arap. Evet, hepiniz Müslümansınız ama bakın İran, Şii Müslüman. Dolayısıyla mezhepler de bir başka çatışma alanı oldu. Çoğunluk Arap olmakla beraber, Şii-Sünni, Vahhabi-Selefi gibi bir sürü ayrım karşımıza çıkmaktadır. Selefilik bu coğrafyada en büyük tehlike olmaya başlamıştır. Sünni mezhepler arasında da büyük bir ayırım vardır. Bunların dışında Türkistan’dan Anadolu’ya, Anadolu’dan da Afrika’ya uzanan bir tasavvuf çizgisi vardır. Selefilere göre tarikata mensup olanların hepsi kâfirdir ve bunlarla mücadele meşrudur. Bu sebeple de ortaya DAEŞ gibi örgütler çıkıyor ve bu bir çatışma alanına dönüşüyor. Medine’ye gittiğinizde Peygamberin kabrinin önünde biraz fazla durmanız Vahhabi anlayışa göre şirktir. Ama bizde saygısızlık olarak görülen bazı davranışlar da onlar için normaldir. Şimdi bu örnekleri çoğalttığınızda bir çatışma alanı ortaya çıkıyor ve bu siyasete de yansıyor. Dolayısıyla ittifaklar kolay oluşamıyor.
Bütün bunlara baktığımızda aslında şunu görüyoruz; bizim kendi bataklığımız da var. Her şeyi Batı’dan bilemeyiz. Kendi bataklığımızda büyüyen bir problem bu, bunun önünü almak zorundayız. Türkiye’de özellikle Selefiler çok artmaya başladı. Bunlarla bilgi temelli mücadele etmek gerekir. Selefi anlayışı benimseyen çocuklarımız kolaylıkla anne- babasını kâfirlikle suçlayabilir, bir gün karşınıza çıkıp “sen Müslüman değilsin,” diyebilir. Bu tehlikeli bir durum, buna çok dikkat etmek gerek. Ortadoğu’da Araplar arası yapılan ayrımcılık gibi, Türkiye’de de Türklerle Kürtler, Türklerle Aleviler düşman yapılmak istendi, ama olmadı. Bu defa Selefilik üzerinden bu yapılmaya çalışılıyor.
Bu coğrafyamızın en büyük çatışma alanlarından bir tanesi de Filistin ve Kudüs meselesidir. Filistin ve Kudüs meselesi bu coğrafyanın üzerinde ittifak ettiği ender alanlardan biridir. Çünkü bütün gizli siyasetlerine rağmen Arap Dünyası ve İslam Dünyası Filistin meselesinde ittifak halinde idi. İlk defa 90’lı yıllardan başlayarak belki bu Oslo görüşmeleri ile birlikte bu son hadiselere gelinceye kadar bu birliktelik gevşemişti. Eğer Türkiye İslam İşbirliği Teşkilatının dönem başkanı olmasaydı birlik dağılmaya gidiyordu. Bu açıdan belki de son yüzyılın en önemli başarısıdır bu. Bütün İslam İşbirliği Teşkilatı üyeleri istemeden de olsa hem burada, hem de Birleşmiş Milletlerde ittifakla hareket etmişlerdir. Kudüs meselesi dünya çapında bir çatışma alanı olduğu için çok daha önemlidir. Çünkü hem Yahudiler, hem Müslümanlar, hem de Hristiyanları ilgilendirir. Diğer çatışma alanları dış etkiye açık lokal meselelerdir. Bunlar üzerinden manipülasyonlar ve siyasi oyunlar yapılabiliyor. Alevi-Sünni, Kürt -Türk yahut da Şii-Sünni gibi bir takım çatışmalar oluşturulabiliyor. Ancak Kudüs sorunu Dünya güçleri tarafından uluslararası siyaseti yönlendirmek için ne kadar ihtiyaç duyuluyorsa o kadar kullanılıyor. Trump’la birlikte yeni bir durum ortaya çıktı. Uluslararası sistem, silah endüstrisi büyük bir tıkanıklıkla karşı karşıya gelmişti ve bunu bir şekilde aşması gerekiyordu. Silah lobilerinin isteğiyle bir hareketlenme oldu. Bu hareketlenme İslam Dünyasını bir araya getirdi ve ortak bir karar alınmasına neden oldu. O açıdan son cümlelerimi ümitle bitirmiş olayım. Bu defa çatışma vesilesiyle aslında ümitvar olmamızı gereken bir sürece girdik.
Tabi ki bunu sizinle başaracağız. Siz ne kadar çok bu işe sahip çıkarsanız İslam Dünyası da bundan istifade edecek. Kimse ömrüyle sınırlı bir dava için koşturmasın. Yaşarken alacağımız karşılıklar mutlaka olacaktır ama asıl karşılık belki bizden sonra ortaya çıkacaktır. O yüzden kesinlikle ümitsiz olmamak gerekir.
Hazırlayan: Zeynep Sena