Prof. Dr. Ali Köse, Dr. Volkan Ertit
9 Aralık 2017
Volkan Ertit
Öncelikle sekülerleşmeden ne anladığımızı, nasıl ortaya çıktığını tartışmak istiyorum.Sekülerleşme, belli bir toplumda belli bir zaman dilimi içerisinde metafiziğin, dinin, dinimsi yapıların, halk inançlarının, batıl inançların prestijinin ve gücünün göreceli olarak azalması demektir. Ben sekülerleşme budur demiyorum, bu benim tanımım ve çalışmamı bu tanım üzerine inşa ediyorum. Buradaki dinden kasıt Musevilik, Hıristiyanlık, İslam’la birlikte dinimsi yapıları da kapsar. Hâlihazırda bu dünyaya ait olan kutsalla ve dinle herhangi bir bağlantısı olmayan yapıların bazı toplumlar tarafından kutsallaştırılmasıyla ortaya çıkan yapılara dinimsi yapı denir.
Türkiye’de Mustafa Kemal, Çin’de Mao, Kuzey Kore’de Kim Jong-un etrafında oluşan yapılar buna örnek olarak verilebilir. Örneğin; bazı insanlar domatesin içerisinde Allah yazısını görme eğiliminde olurlarken, bazıları da iki dağın arasındaki duruş sebebiyle oluşan gölgede Mustafa Kemal’i görme eğilimindedirler. Buradaki iki güdü de birbirinin aynısıdır ve metafizikten beslenir. Dinimsi yapı derken kastettiğim tam olarak budur. Benim sekülerleşme tanımımın merkezinde;din yok, İslam yok, Kur’an yok, metafizik var. Metafiziğin alanına ne giriyorsa benim alanıma da o giriyor. Ayrıca halk inançları da bu tanım içinde.O yüzden hurafe olarak bildiğimiz amma velâkin fizikle açıklayamadığımız her şey alanımıza giriyor. Bunların da toplumda artması veya azalmasını sekülerleşme tartışmaları içerisinde değerlendirebileceğimizi düşünüyorum.
Sekülerleşme; inançsızlaşma, ateistleşme, dinsizleşme üzerine kurulu değildir. Sekülerleşirken hâlen inanç sahibi olunabilir. Esas hikâye, metafiziğin bir süreç içerisinde toplumsal prestijinin ve gücünün azalmasıdır. Mesela, son 14 sene içerisinde kadın kıyafetinde metafiziğin etkisi ve gücü azalmış fakat metafizik yok olmamıştır.
Sekülerleşmeyi anlatmak için onun ne olmadığını da anlatmak gerekiyor.
1- Sekülerleşme; laiklik, laikleşme falan değildir. Biz sekülerleşmeyi toplumsal dönüşümü ifade etmek için kullanıyoruz.
2- Üzerine basa basa söylüyorum,sekülerleşme dinsizleşme değildir. Mesela sizler, 30 gün boyunca oruç tutarak, 5 vakit namaz kılarak geçmişinize kıyasla daha sekülerleşmiş olabilirsiniz. Bu dinsizlik değildir. Sekülerleşme metafiziğin gücünün azalmasıdır. Dinsizleşme onun sadece bir alanı, bir bölümüdür ancak sekülerleşirken dinsizleşmek zorunda değilsiniz. Özellikle Kemalist ve solcu kesime sekülerleşmeyi anlatırken çok eleştiriyle karşılaşıyorum. Doktora hikâyemde buna bir örnektir: Hollanda’ya doktora müracaatına bulunmadan önce ODTÜ’ye başvurmuştum. ODTÜ’deki bir hanımefendi profesöre konuyu anlattım ve Türkiye’nin sekülerleştiğini düşünüyorum, bu konuyu çalışabilir miyim? dedim. Aynen şu cümleyi kurdu: “Türkiye her geçen gün kış uykusuna yatmış bir hayvan gibi, İranlaşırken sen bunu nasıl savunabilirsin.” dedi ve beni gönderdi. Ve sonra anladım ki ülkenin bir kısmı sekülerleşmeyi aydınlanma, çağdaşlaşma, modernleşme olarak görüyor.
Bence Sekülerleşme paradigmasının üç ayağı var ve ben bu üç ayaktan yola çıkarak şunu iddia ediyorum: Dünyanın herhangi bir yerinde bu üç ayak bir araya geldiği taktirde orada sekülerleşmeyi görme ihtimalimiz vardır. Bu üç ayak;bilimsel gelişmeler, kapitalizm ve kentleşmedir.Bilimsel gelişmeler rasyonel düşüncetarzını yaygınlaştırır. Bilim hayata devam ederken dolaylı olarak metafiziği gündelik hayattan uzaklaştırır. Bir örnek verelim; Amerika’da, Kaliforniya eyaleti ile Nevada eyaletinin tam sınırındaki ölüm vadisinde kiloları yaklaşık 250-350 arasında değişen kayaların kendi kendilerine hareket ettikleri tespit edilmiş.
Eğer bu 400 sene önce diyelim ki Avrupa’da farkedilmiş olsaydıbunu en yakın köydeki kadınların cadı olmasıyla açıklayacaklar vecadıları yakma ya da öldürme gibi bir pozisyon oluşacaktı. Aradan geçti 400 sene, kayalar kendi başına hareket ediyorlar ve hiç kimse kayalardan sorumlu melekten, periden bahsetmiyor. Fiziksel olarak bunun arkasında ne var diye bulmaya çalışıyorlar. Sonunda Kanadalı bilim adamları bunun iklimle ilgili bir şey olduğunu buldular.
Türkiye’den de bir örnek verelim: 1970’lerde, 1980’lerde Türkiye’de hamile kalamayan hanımefendiler Tokat’ın Zile ilçesine giderler, orada Hüseyin Gazi türbesinin yanındaki tarladan yedi tane mercimek büyüklüğünde taş alıp eve gelirlerdi. Bu taşları yastık altına koyupyatarlardı veböylece hamile kalmayı beklerlerdi. An itibariyle hanımlarımız öncelikle modern tıbbın olanaklarını kullanıyor fakat bu onların inançsızlaştığı anlamına gelmiyor. Ancak metafiziğin daha öncedenhayatlarına daha çok dokunduğunu gösteriyor.
İkincisi kapitalizmdir: Kapitalizmin sekülerleştirdiği iddiası için kişisel bir örnek verebilirim. Bir arkadaşım Belçika’ya gidip geldikten sonra domuz eti hassasiyetinden ötürü aç kaldığını anlatırken, iki hafta sonra gelip bana faiz oranlarının uygunluğundan ötürü ev aldığı müjdesini verebiliyor. Ben burada arkadaşımın tutarsızlığını ortaya koymaya çalışmıyorum, çünkü onun ikinci bir şıkkı yok. “Keşke almasaydı”, diyebilirsiniz. Peki öyle mi?Taktığınız başörtüsü, buraya gelirken kullandığınız arabalar, taksiler, burada var olan her şey faizle üretildi. Kapitalist bir toplumda faizden kaçma şansınız yoktur. Köylü toplumlarda, sanayinin olmadığı dönemlerde, faize savaş açabilirsiniz,fakat 2017 yılında Türkiye’de faize savaş açmak çok da anlamlı değil.
Son olarak kentleşme ayağına gelirsek, bir eşcinsel çifti düşünelim. Ben Adana’nın kenar mahallelerinde yaşıyordum. Bir eşcinsel çiftin burada öldürülmemesine imkan vermiyorum. Böyle bir çift eğer öldürülmezlerse bile yanlarındaki dükkandan alışveriş yapamayacaklar, oradaki okula çocuklarını gönderemeyeceklerdir. Fakat aynı iki beyefendi an itibariyle İstanbul’da dolanabilir, bankaya gittiklerinde kredi çekebilir, markete girdiklerinde istediklerini alabilirler. Kent insanların metafizikten uzak, daha rahat yaşamalarına olanak sağlar. Benim paradigmam, bu üçayak bir araya geldiğinde metafiziğin hayattan uzaklaştığıyönündedir.
Seküler toplumlar daha iyi, mutlu, zengin toplumlardır şeklinde bir iddia yoktur. Paradigma bundan bahsetmez, bununla da ilgilenmez. Toplumun bütün kesimleri aynı dönüşümü yaşamayabilir. Bir tarafı buraya giderken, başka bir kısmı öteki tarafa gidiyor olabilir. Esas mesele toplumsal değişimlerde, dönüşümlerde, bu gidiş gelişler esnasında toplumun aldığı yeni şekillerhakkında bir genelleme yapabiliyor muyuz, yapamıyor muyuz? Senkronize yüzme gibi herkesin, her modernleşen toplumun, her kapitalistleşen, kentleşen toplumun aynı şekilde, aynı derecede, aynı noktada sekülerleştiğini iddia etmiyorum.
Beni din sosyologlarından ayıran şey, paradigmamı inanç ya da ibadet üzerine kurmamamdır. Çünkü bunun yeterli olduğunu düşünmüyorum. Anglosakson literatürünün böyle kötü bir tarafı var. Onlar, “Kiliseye gidiyor musun? İsa’ya inanıyor musun? Cennet-cehenneme inanıyor musun?” sorularının cevabına bakıp görmüyor musunuz modern dünyada insanlar kiliseye gidiyorlar, o zaman sekülerleşme yok diyorlar. Bu benim alanıma girmiyor. Bu ülkedeki bütün erkeler yarın Cuma namazına gitmeye başlayabilir. Benim için önemli olan, kalan 6 gün 23 saat boyunca bu adamların ne yaptıklarıdır. Ben bu bölümle ilgileniyorum. Bir kişinin inançlı olup olmaması,sekülerleşme sürecini anlamak için yeterli olmadığı düşüncesindeyim. O yüzden benim tezimde ibadet etme sıklığı ya da oranı yok.
Bahsettiğim paradigma sizin yaşamınızı, dönüşümünüzü açıklayabilir mi, açıklayamaz mı? Türkiye’den örnekler verdikçe kendi kişisel hayatınıza, akrabalarınızın hayatına ve Türkiye’ye bakmanızı ve değerlendirmenizi istiyorum. Öncelikle sekülerleşme konusunda çok basit bir kriter var. İki kuşak kıyaslanıp, hangi kuşağın hayatına metafiziğin daha çok dokunduğuna bakılır. 2797 aile ile yeni yapılmış bir doktora tezi var. Bu tezde ailelerin %84’ü,yeni kuşağın Batılı değerlerden oldukça kötü şekilde etkilendiğini söylüyor. Namus ve bekaret üzerine yapılan bir diğer yüksek lisans çalışmasındaçıkan sonuç ise, yeni kuşağın bir önceki kuşağa kıyasla bekâret konusundabiraz daha özgürlükçü bir pozisyon almış olduğunu gösteriyor.
Kişisel bir gözlemimi de aktarayım. Seküler bir ailedeki hanımefendiye nişanlılık dönemini sordum: “Bir sene nişanlı kaldık. Hiç görüşmüyorduk. Bir kere sinemaya gittik amcam, hanımı, ablası ve ben. Yan yana oturduk ama değmedik birbirimize. Nişanlılık boyunca el ele tutuşulmadı. O zaman baş başa kalınmazdı. Annem babam bırakmazdı, öldürürlerdi beni, helal olmaz nikah olmadan.” dedi. Bakın “Helal olmaz” diyor, helal olmayan şey ne? Cinsel birleşme değil. Yan yana gelemiyorlardı. Ve bu hanımefendi seküler bir aileden geliyor, dindar bir ailenin cümlesi değildi bu. Şimdi sizlerden şöyle bir ricam var. Kemalistlerin iddia ettiği gibi, ODTÜ’lü hocanın iddia ettiği gibi İranlılaştığı,gün geçtikçe muhafazakârlaştığı öne sürülen bir ülke düşünün ki, bu ülke 30- 40 sene böyleyken şimdilerdeki dönüşüm ne yönde. Bu birinci bölümdü.
İkinci bölümde,eşcinsellerin durumuna bakalım. Buda bize muhafazakârlaşma var mı noktasında yardımcı olabilir. Mesela,geçtiğimiz günlerde birçok gazetede “Türkiye’nin ilk eşcinsel evliliği” haberiyeraldı.Ben özellikle “Sözcü” gazetesindeki haberi getirdim size. Çünkü Sözcü,“Türkiye her geçen gün İran oluyor, dindarlaşıyoruz, muhafazakârlaşıyoruz.” manşetleri atan bir gazete. Bu manşeti atan gazetenin ikinci sayfasında,“Türkiye’nin ilk eşcinsel evliliği” haberi var. Şimdi bu ülke İranlaşıyorsa bu ülkenin eşcinselleri nasıl evlilik yapabilir hale gelmiş ve bukonu nasıl kamuoyu ile paylaşılabilmiş? Hiç kimse buradaki çelişkinin, tuhaflığın farkında değil mi?
Üçüncü olarak evlilik öncesi flört ve cinsel yakınlaşma meselesi var. Türkiye’de kadınların ortalama evlenme yaşı 24 iken,ilk cinsellik yaşama yaşı 18’e kadar düşmüş durumda. Şimdi siz söyleyin, muhafazakârlaşma böyle bir şey mi, dindarlaşma dendiğinde algılanan bu mu?
Mistik ve metafizik ögeler üzerine bina edilen Saadettin Teksoy’un programını hatırlıyor olmamız gerekir. 1990’larda, bu herkesin üzerinde konuştuğu programdı. Nedir o? Gaipten gelen taşlar, koyunun üzerinde yazan Allah yazıları… Bizim kuşak bu programları ciddiye alırdı, an itibariyle yeni kuşak bu görüntüleri Youtube’da gülmek ve eğlenmek için kullanıyor. Yeni kuşak bundan 15 sene önce anne babasının ciddiye aldığı şeyleri ciddiye almıyor. Bakın;anlatımımda İslam yok fark ettiyseniz, Kur’an yok, din yok. Metafiziğin nasıl toplumsal arenada zamanla etkisini kaybettiğini anlatıyorum.
Eğer bir toplum muhafazakârlaşıyorsa ya da dindarlaşıyorsa, bunun kıyafetlere yansıması olacağını düşünüyorum. Seküler olan kadınların kıyafetlerinin zamanla daha da seküler hale geldiğini iddia ediyorum. Hatta Türkiye’nin yeni başörtülülerini,28 Şubat sürecinde okullara giremeyen başörtülülerle kıyasladığımızda,yenibaşörtülü hanımlarında modayı daha fazla takip ettiğini ve vücut hatlarını ortaya çıkaracak kesimleri tercih ettiklerini görüyoruz. İşte ben buna sekülerleşme diyorum.
Biraz da erkeklerden bahsedelim.Geçenlerde Biscolata erkekleri,reklam yıldızları olarak AVM’lerde genç kızların çığlıkları arasında yarı çıplak bir şekilde imza dağıttılar. Artık yeni kuşak erkeklerin rol modelleri;adonisli, baklavalı, omuz kaslı erkek tipleri. Eskiden hürriyetin en arka sayfası mayolu bir kadına ayrılırken, şimdi adonisli bir erkeğe ayrılıyor. Yani aynı kadın bedeni gibi erkek bedeni de bu ülkede metalaşmış durumda. Sizce bu dindarlaşmayı, muhafazakârlaşmayı mı gösteriyor?
Doktora tezimi Alevilerin sekülerleşmesi üzerine yaptım. Gördüm ki Alevilik bitiyor. 7 kuşaktır Aleviler, Alevi dedelerini ve Alevi kültürlerini kabul etmiyor, yok sayıyor.Bunun çok ilginç bir örneği,2013 yılında Burdur’da yaşandı. Türkiye tarihinde ilk defa bir Alevi, dedesini adliyeye taşıdı. Alevi dedesi, Ali’nin yeryüzü temsilcisi demektir. Yani böyle bir şey olamaz. Dede, Alevi’yi düşkün ilan etmiş yani aforoz etmiş, cemaatten atmış.Burdurlu Alevi de bunu yargıya taşımış. Hâkim, Dedeye “Sen kimsin,kim oluyorsun da birilerini düşkün ilan ediyorsun?” demiş. Şimdi hep beraber 1970’e, bir alevi köyüne gidelim. Dedeninağzından bir kelime çıktı mı, konu kapanır. Düşkün ilan ederse o köyden gitmek zorundasınız, ailenizle görüşemezsiniz. 2013 yılının Burdur şehrinde,o dedeyi yargıya taşıyan beyefendi bakkala, kasaba gitti alış-veriş yaptı, tam parayı uzatacak,“Pardon biz size bir şey satamayız,çünkü siz düşkünsünüz.”denmiş olabilir mi? Düşkünlük ve Alevilik köye ait kavramlardır. Şehre geldiğiniz zaman şehir hayatı metafizik öğretilerin, kuralların gündelik hayatınıza dokunmasına izin vermiyor. O yüzden Alevi dedeleri prestij kaybetti. Cemevleri boş, yeni kuşak Aleviler, Aleviliği bilmiyor. Aynı süreçten imamlar da etkilendi. 1970’lerde hayatın her noktasına dokunan imamlar, camilerde günde 5 vakit ihtiyaç duyulan devlet memuru oldular.
Bir örnek de medyadan ve şov dünyasından verelim. Cem Yılmaz bir gösterisinde; cennet ve cehennemi tiye alıyor, burayı bronzlaşılan yer olarak karikatürize ediyor. İzleyenlerde kahkahalarla gülüyor. İşte buda sekülerleşmeyi gösteren bir başka örnek.
1973’ün Milliyet’i ile 2014’ün Hürriyet gazetelerinin Temmuz ayının ilk 15 günlerini,evlilik dışı ilişki kaç kere geçiyor diye karşılaştırdım. 1973’te 8 kere, 2014’te 160’ın üzerinde geçiyor ancak başka bir fark daha var. 1973’teki evlilik dışı haberler Hollywood yıldızlarına aitken, 2014’teki haberler ülkenin dizi oyuncuları, futbolcuları, sanatçılarının haberleriydi. 1990’lar da Ferhunde Hanımlar, Çiçek Taksi vs. gibi daha çok aile dizileri varken, sonraki diziler Aşkı Memnu, Avrupa Yakası, Muhteşem Yüzyıl, Fatmagül’ün Suçu Ne, Kavak Yelleri gibi dizlerdi. Siz bana yardımcı olun; öyle bir ülke düşünün ki 1990’larda aile dizilerine sahip, sonra yeni bir parti geliyor, halkı dindarlaştırdığı da söyleniyor ama ondan sonraki diziler, evlilik dışı ilişkileri normalleştiren diziler oluyor. Bu çok açık bir tutarsızlık değil mi?
Sanatçıların evlilik dışı ilişkilerinin basına yansıyan haber ve görüntülerinde,bir mahcubiyet yada bir üzüntü görüyor musunuz? İranlaştığı iddia edilen Türkiye’nin sanatçılarının an itibariyle durumu bu. Neden sanatçılardan bahsediyorum. Çok basit, toplumsal dönüşümler burada başlıyor ve gün geçtikçe nikâhsız birliktelikler, daha sonra çocuk olduktan sonra evlenmeler aynen ABD ve Avrupa’da olduğu gibi burada da yaygınlaşıyor.
Artık ikna etmek istediğiniz kamuoyuna farklı bir dille sesleniyorsunuz. Kürtaj olmamalısın neden bebeğin yaşama hakkı var, namaz niyaz; spor, alkol; sağlığa zararlı, domuz; pisliğini yiyen çirkin bir hayvan, başörtüsü; insan hakları sorunu. Eskiden kürtaj olmamalısın, alkol yok, dendiğinde nedeni; Allah öyle istiyordu. Allah dersin, konu kapanırdı. Bir dindar olarak kamuoyunu ikna etmek için,hangi ara seküler bir dil seçtin? Bu ülke kürtajı İslam üzerinden tartışmadı. Açın bakın medyaya, Tayyip Erdoğan, Diyanet İşleri Başkanı vs. kürtajı bebeğin yaşam hakkından savundu. Halbuki İslam öyle istiyor dersiniz konu kapanır ama genel kitleyi ikna etmek için seküler bir dile ihtiyaç vardı,işte bu da sekülerleşmedir.
İsa’nın yeryüzü temsilcisi Papa, varlığını eşcinsellik karşıtlığı üzerine kurmuştu. Son basın toplantısında Papa “Ben kimim ki eşcinselleri yargılayabileyim” dedi . Neden?Çünkü Papa her geçen gün kitlelerinin Katoliklikten nasıl uzaklaştığının farkında. Yeni dini hareketlere giriliyor ama az. İngiltere’de 300 bin kişi Anglikan kilisesinden çıkıyor ancak 30 bini kişi başka bir dine giriyor. Geriye kalan 270.000 kişi nerede?
Ali Köse
Ahmet Altan Taraf Gazetesindeki“Niye?”başlıklı yazısında şöyle diyordu: “Dünyanın bütün bilgeleri, âlimleri, bilim adamları, filozoflarıyla varlık konusunu tartışıyor olsanız, tam da o sırada salona giren bir çocuk “Dünya niye var?” diye sorsa, o salonu bir sessizlik kaplar ve hiç kimse ne diyeceğini bilemez.” İşte niçin dünya var sorusu olduğu sürece Cenap Şehabettin’in de dediği gibi “Ölüme çare bulunmadıkça din yok olmayacaktır.” Ve bizbu sorunun cevabı için, eninde sonunda dine başvuracağız.
Berger’in kaderi anlatan çok güzel bir sözü var: “İnsanoğlu için yaşanılacak bir kaderi olduğuna inanmaktan daha rahatlatıcı bir duygu yoktur.” der. Biz,bir tarafta dünyadaki bilimsel gelişmeler, bir tarafta da taşıdığımız ruh ve insan oluşumuzla iki uç arasında gidip geliyoruz. İnanç dediğimiz şeyin bize getirdiği destek var ve biz buna muhtacız. Bu muhtaçlık bir gün değerini kaybedecek, bir gün artacaktır. İnsanlık döngüsel bir seyir izliyor, düzlemsel değil. Antony Flu 1950’lerin en meşhur ateistiydi. “Why I’m not a Christian?” diye bir kitap yazdı ve bütün ateistlerin kutsal kitabı oldu. Bu adam 90 yaşına geldiğinde “Yanılmışım Tanrı Varmış.” isimli bir başka kitap yazdı. Sonra birileri yaşlandı artık diye dalga geçti.
Berger 1997 yılına kadar sekülerleşme tezini savundu. 1997 yılında bir dergide Sekülerizmin Gerilemesi başlıklı bir makale yazdı. 1967 yılında Times gazetesine verdiği röportajda,“20. yüzyılın sonuna gelindiğinde din, sanki Budist rahibinin sokaklarda dolaşması kadar saçma bir şey olarak görülecek.” demişti. Ama 1990’lara geldiğimizde, Tibet rahibi Dalai Lama’yı Amerikan üniversitelerine getirebilmek için yalvarıyorlar. 20. yüzyılın en önemli filozoflarından biri olan Ateist Habermas, 1960’larda dinin irrasyonel bir illüzyon olduğunu savunuyordu.
1980’lerde değişti; Marksist ideolojiden, Fransız laikliğine evrildi ve“Din özel alanda var olsun ama kamusal alanda yeri yok.” dedi. Sonra 2007’de post seküler bir evreye girdiğimizi söyledi.O yıl Boğaziçi üniversitesinde yaptığı konuşmada,dinin sosyolojik olarak yararlı bir şey olduğunu anlattı ve “Ateistler İçin Din Kitabından” söz etti. Londralı Yahudi kökenli, samimi bir ateist olan kitabın yazarı, toplumsal hayattandini kaldırdığınız zaman metafizik anlamda yerine neyi koyabileceğimizi bilemediğimizi anlatıyor.
Sosyolojinin kurucu babası pozitivist Durkheim, “Din dediğiniz şey toplumun kendisinin yüceltmesidir.” diyor. Freud, tarihsel psikanalizi ortaya çıkarırken de iddialarının temelinde bu vardı. Buna göre,toplumun sosyal düzeni için insanlar metafiziği icat ediyor; günah, sevap, ahiret, cennet, cehennem denilen kavramlarla sosyal düzeni sağlıyorlar. Habermas’ın“Din sosyolojik olarak yararlı bir şeydir.” sözünün arkasında da bu yatıyor. Yani din mental olarak doğru bir şey değil ama fonksiyonel.
Din psikolojisinin kurucusu olan William James, 1902’de “Dini Hayatın Çeşitliliği” diye bir kitap yazdı. Orada“Dini inançlar doğru oldukları için işe yaramazlar, işe yaradıkları için doğru kabul edilirler.”diyor. Bu Fonksiyalizmin baba cümlesidir. Önemli olan dini kuralların, inanışların doğruluğu -yanlışlığı değil, gördüğü fonksiyondur.Marx’ın “Din afyondur.” sözü tam da bunu anlatıyor. Berger, “Eski Tüfek Bir Solcu Tanrıyı Keşfederse Ne Olur?” başlıklı makalesinde “Din sosyolojik olarak yararlı bir şeydir.” sözüne atıfla “Günaydın Habermas aramıza hoş geldin.” dedi.
Dolayısıyla din varlığını devam ettirecek. Sosyal alanda olmasa bile, politikada devam ettirecek. Şu anda biz de,dünyada var olan kavgayı din üzerinden konuşuyoruz. Doğru ya da yanlış, eğri ya da düz ama bir şekilde din, dünyanın gündeminden hiçbir şekilde düşmeyecek. Makalesini çevirdiğim bir başka sosyolog diyor ki, “Eskiden din manastırın çanlarındaydı, şimdi sokaklarda herkesin kalbinde.”
Volkan Ertit
Hızlıca toparlamak gerekirse, modernleşme süreci metafizik alanının gücünü sınırlandırabilir diye düşünüyorum. Onun haricinde sekülerleşme kavramı kaypak bir kavramdır. Ama her akademisyenin kavramı kendisinedir. Yeter ki çalışmasının başında kavramı nasıl kullandığını açıklasın. Avrupa’daki sekülerleşme üzerinden yürüyen kavganın sebebi kavramların farklı olmasıdır. Karşı olanlar,sekülerleşmeyi dinsizleşme olarak kodluyorlar. Eğer dinsizleşme olarak kodlanırsa, benim teorim çöküyor zaten. İki farklı kavram, iki farklı sonuç veriyor. Durkheim ve Marx sekülerleşme teorisi ortaya koymak yerine, ileride dinin yok olacağını söylediler. Dinsiz bir dünya tahayyül ediyorlardı, olmadı. Ama sekülerleşme teorisyenlerinin böyle bir iddiası yok. Bu dünyanın nasıl değil, neden ortaya çıktığının cevabını verene kadar metafizik var olacaktır.
Bu metin, 9 Aralık 2017 tarihinde,Dr. Volkan Ertit’in “Endişeli Muhafazakârlar Çağı” kitabı üzerine, Prof. Dr. Ali Köse’nin moderatörlüğünde, Hazar Derneğinde gerçekleşen sunumların deşifresinden, tarafımızca yapılan özetidir.Kaynak göstermeden alıntılanması ve yayınlanması yasaktır.
Hazırlayan: Zeynep Sena