Dindarlık ve Ruh Sağlığı

Hazırlayan: Yorum yapılmamış Paylaş:

Prof. Dr. Ali AYTEN

10 Mart 2018

Dindarlık ve sağlık ilişkisini ele alırken dindarlık ve ruh sağlığının olumlu/olumsuz çıktılarına da bakmak gerekiyor. Dindarlık ve mutluluk arasında ruh sağlığı açısından olumlu göstergeler olduğu gibi dindarlık ve psikopatoloji arasında da ilişkiler kurulmaktadır.

Psikopatolojide normal ve anormali ayırmada üç temel kriter vardır. Kriterlerden birincisi; bireyi sıkıntıya sokan bir davranış veya bir düşünme biçiminin olup olmadığıdır. Sürekli elini yıkayan, temizlik obsesyonuna sahip bir insan buna örnektir. İkinci kriter; kişinin önemli amaçlarına ulaşmaya engel teşkil eden bir durumunun olup olmamasıdır. Örneğin yoğunlaşmaya engel olan, fonksiyon kaybına, unutmaya, çabuk öfkelenmeye, iştahsızlığa, uyku problemine sebep olan depresyon gibi rahatsızlıkların olması. Üçüncü kriter ise anlamlı ilişkilere zarar gelip gelmediğidir. Hastalıklar ve problemli davranışlar sosyal norm ihlaline sebep olur. Örneğin, aralarında konuşan kişilere karşıdan bakıp acaba benim hakkımda mı konuşuluyor diye düşünülmesidir. Bu üç kriter genel olarak normali ve anormali belirlemede en temel kriterlerdir. Tabi ki bazı hastalıklar için üçü de geçerli değildir. Bazı hastalar hasta olduklarını bile bilmezler. Mesela psikotik dediğimiz türdeki hastalıklarda kişinin gerçeklik algısı bozulur ancak, yakını ya da hastayı yakından tanıyan biri fark edip kişiyi kliniğe yatırabilir. Bunlar daha çok nevrotik düzeydeki hastalıklar için geçerli olabilecek şeylerdir. Özetle normal ve anormali belirlemedeki temel kriterleri yeti kaybı, işlev bozukluğu, içsel sıkıntı ve sosyal normların ihlali şeklinde sınıflayabiliriz.

Toplumumuzda ruhsal hastalıklarla ilgili bazı olumsuz yargılar var. Böbreği hasta olan birine hemen doktora git denirken depresyonu olan kişiye neden buna yakalandı ki şeklinde yaklaşılıyor. Neden? Çünkü meselenin biyolojik bir tarafı olduğu düşünülmüyor, daha çok sosyal tezahür etme biçimleri üzerinden hastalık okunmaya çalışılıyor. Aslında bu hastalıkların büyük oranda biyolojiyle doğrudan bir alakası var.

Biliyorsunuz beynimiz nöron hücrelerinden oluşur. Bebekler yüzbinlerce nöron hücresiyle doğarlar. Daha sonra gelişim aşamalarında öğrendikçe, dış çevreyi tanıdıkça nöronlar arasındaki ilişkiler artar ve beyin gittikçe karmaşık ve sık dokunmuş dantel gibi bir görünüm alır. Beyin kimyasal bir elektrikle çalışır. Elektrik akımını sağlayan ileticiler vardır. İki nöron hücresi arasındaki ileticiler seratonin, dopamin gibi hormonlar içerir ve bu hormonlardaki dengesizlik depresyon, mani, şizofreni gibi hastalıkları ortaya çıkarır. Yani bu meselenin biyolojik bir tarafının olduğunu da bilmemiz gerekir. Tabi ki biyolojik faktörlerin yanında psikososyal faktörler de tetikleyici olabilir. Mesela, depresyona yatkın bir insanın babasını kaybetmesi psikolojik bir faktör olarak devreye girebilir. Aile içi şiddet, geçim sıkıntısı gibi durumları yaşayan iki kişiden biri depresyona girerken, diğeri girmeyebilir. Bu farkı oluşturan da biyolojik yapıdır. Bu sebeple de antidepresanlar beyindeki hormonal dengeyi yeniden stabil hale getirmek için kullanılır. Şimdi konuya tek-tek hastalıklar üzerinden daha yakından bakalım.

Kaygı bozukluğu, toplumda en çok görülen problemlerdendir. Kaygı bir seviyeye kadar normaldir hatta motive edici bile olabilir. Fakat aşırı dozda olduğu zaman insan yapabileceği şeyi artık yapamaz hale gelebilir. O yüzden normal kaygıyla, kaygı bozukluğunu birbirinden ayırmak gerekir. Kaygı bozukluğu özellikle varoluşçu psikoterapistler tarafından pek çok hastalığın anası olarak görülür. Tarihsel sürece bakıldığında İslam düşünürleri de kaygıyla ilgili pek çok kitaplar yazmışlar ve kaygıyı temel hastalıklar içerisinde göstermişlerdir. Kaygı: kötü bir şey olacağına dair beklenti durumu, sürekli bir diken üzerinde olma hali olarak tarif edilebilir. Korku ile kaygı arasında iki temel fark vardır. Korku şu anlık bir durum iken kaygı daha çok geleceğe yöneliktir ve korkudaki gibi bir nesnesi yoktur. Yani karşımızda bir köpek varsa köpekten kaygılanıyorum demeyiz korkuyorum deriz. Pek çok kaygı türü vardır ve bunların zararları fiziksel alana da yansır. Bazı hümanist psikologlara göre kişi uzun süre aralıksız kaygıya maruz kalırsa bedeni psikosomatik hastalıkların hedef tahtası haline gelebilir. Mesela çok önem verdiğimiz bir mülakatımızın olduğu gün sabah dudağımız uçukladıysa bu psikosomatik bir etkidir. Psiko dediğimiz şey nefsle ilgili kısımdır ve daha çok insanın bedensel olmayan tarafıyla ilgilidir. Bu kavram Eski Yunancadan İngilizceye oradan da dilimize geçmiştir. Ama 8. yüzyılda Arap dünyasında “nefs” olarak tercüme edilmiştir. Bugün de modern Arapça’da “ilmünnefs” dendiğinde psikoloji kastedilir. “Soma” da beden demek olduğundan, insanın nefsinde olanın bedenine sirayet etmesine psikosomatik etki denmiştir. Tam aksi duruma, yani mesela diş ağrısının artmasıyla insanı depresif bir hale sürüklemesi durumuna da somatopsişik etki denir. Burada da beden nefsi etkileyebilir. Mesela tırnak yeme tamamen psikosomatik bir etki olarak alınabilir. Burada kaygıdan dolayı kişi bedenselleştirme dediğimiz belirtileri gösteriyor, avuç içlerinin çok fazla terlemesi de böyledir.

Klinik bir kaygıyı en aza indirmek için psikiyatriste gidip ilaç almak dışında yapılacak pek bir şey yoktur ama normal düzeyde bir kaygı egzersizlerle düzeltilebilir. Bizim toplumda, “vesvesedir, geçer” şeklinde bir algı var ama biz anlatırken “vesvesedir, geçmez” deriz. Çünkü bu, bazı önemli hastalıkların belirtisi olabilir, ergenlik döneminde önemsenmezse kişiliğe de yansıyabilir.

Çözülmemiş kaygı problemleri fizyolojik olarak da pek çok hastalığa sebep olabilir. Kalp ve damar hastalıkları, kanser gibi daha çok bağışıklık sistemi ile doğrudan alakalı hastalıkları tetikleyebilir. Bilgisayar veya telefonlarda birden fazla pencere açıldığında ya da uygulama kullanıldığında nasıl ki cihaz yavaşlamaya başlar ve kitlenirse insanın zihnindeki kaygılar da sürekli insanı meşgul eder ve yorar. Kaygı ne kadar büyükse problem o kadar ciddi hale gelir. Kaygı bozukluğunun belirtileri sürekli diken üstünde olma hali, kötü bir şeyler olacak hissiyatı, odaklanmada güçlük, yeti kaybı, öfke kontrolü ile ilgili sıkıntılar, uyku bozukluğu, kas gerginliğidir. Kaygılı insan iki, üç kat daha fazla enerji harcıyor ve tabi ki bunlar vücutta fazla külfet yapıyor. Hipokrat’tan beri bilinen bir söz var; “üzüntü, depresyon insana uyku getirir, kaygı ise uyutmaz, uykuları kaçırır”. Bir süredir uyuyamıyor, sürekli bir şeyi düşünmek zorunda kalıyorum, vücudumda bir kasılma var ve gerekli gereksiz her şeye sinirleniyorum diyorsanız artık bir uzmana gitmeniz gerekiyor. Yaygın kaygı bozukluğunda süreklilik önemlidir. Belirtilerin zaman-zaman değil 6 ay boyunca sürekli bir şekilde görülmesi dikkate alınır.

Peki, din kaygı konusunda nasıl bir katkı sağlayabilir? Kaygıya ne kadar engel olabilir? Din çok güçlü bir anlam kaynağıdır. Bu nedenle de doğru anlaşıldığı ve doğru yaşandığı takdirde insanların pek çok kaygısını normal düzeye indirebilir. Sağlıklı bir dindarlık anlayışı, normal düzeyde bir kaygının klinik kaygıya dönüşmesini engelleyebilir. Yine de bazı dindarlık türleri kaygının bizatihi kendisi de olabilir. Sürekli cehennemden bahseden, korku mottosu üzerinden alınan dini bilgi kaygı konusunu negatif etkiler. Kişilerin Allah tasavvuru aldığı eğitimin bilişsel yapısına göre farklılık gösterebilir. O yüzden Allah’ın 99 isminin dengeli bir şekilde, havf ve reca arasındaki dinamik denge gibi algılanması gerekir. Ne çok korku, ne çok merhamet. Çok merhamet de korku gibi olumsuz bir başka hale evrilebiliyor; Allah affeder gibi bir kaygısızlık hali oluyor. Bu da çok sağlıklı bir şey değil. Ancak eğer söz konusu olan klinik kaygı ise o daha çok biyolojinin etkili olduğu bir hastalık halidir ve tamamen artık psikiyatrik bir tedavi almayı gerektirir. Burada kişinin dindarlığı süreci destekleyici olabilir. Manevi bakım uzmanları da kişinin dindarlığının süreci nasıl daha olumlu bir şekilde destekleyeceğiyle ilgilenir. Bir taraftan kişinin ilacı, terapisi kontrol edilirken diğer yandan da süreç dini anlayışla desteklenir. Pek çok çalışma dindarlıkla kaygı arasında bir ilişki olduğunu gösteriyor; dindarlık arttıkça kaygı azalıyor. Ama buradaki kaygıyı klinik düzeyde düşünmemek gerekiyor.

Bazen de insanların dini algısı problemlerin görünür olmasında etkili olabiliyor. Mesela; depresyonda suçluluk hissi fazladır. Depresyon biyolojik bir rahatsızlık iken dini görünümler üzerinden tezahür edebiliyor. Mesela depresyon dindar bir insanda aşırı günahkarlık hissi olarak ortaya çıkabilir. Bu durumda kişi çokça tövbeye ya da daha çok ibadete yöneldiğinde biz bunları olumlu şeyler gibi görüp depresyon belirtilerini gözden kaçırabilir ve bunu keşfedemeyebiliriz. Bu yüzden kişilerde ortaya çıkan aşırı ibadet etme hali de gözetlenmeli.

Eskiden beri üzerinde çokça kitaplar yazılan ölüm kaygısı, dindarlıkla çokça ilişkilendirilen bir mesele olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü ölüm, hepimizin başına gelecek mutlak bir gerçekliktir. Varoluşçu psikiyatrist İrvin Yalom, ölüm kaygısını “zihnin gizli yarıklarında dolaşıp duran bir şey” olarak tanımlamıştır. Gerçekten de insanların en temel kaygısı ölümdür. Soyut bir olgu olan ölüm, somuta indirgendiği zaman meselenin çok fazla bileşeni olduğunu görürüz. Ölümle ilgili olarak 2009’da Ürdün ve Türkiye’de yaptığımız araştırmaya göre insanların en çok kaygılandıkları şey acı çekerek ölmektir. Bunun dışında zamanın ilerlemesinden korkma, kanser korkusu, ceset görmeden korkma gibi şeyler de ölüm kaygısının temel parametrelerini oluşturuyorlar. Dindarlığın özellikle ölüm kaygısıyla baş etmede çok önemli bir etkisi olabilir. Çünkü Kuran, ölümü, hayatın tamamlayıcı bir cüzü olarak anlatır. Mutlak bir son olarak değil de hayatı anlamlı kılan tamamlayıcı bir unsur olarak değerlendirir. Bu anlam yeterince içselleştiğinde ölüm kaygısını azaltabilir.

Din dediğimiz şey bir kültür içerisinde ortaya çıkar. Kırsal alanda yaşarken ölümden daha az korkardık. Çünkü ölüm daha çok hayatın içerisinde bir mesele gibi ele alınırdı ama modern zamanlarda ölüm biraz daha hayatın dışına itilmeye başlandı. Bir zamanlar yaşanan Zincirlikuyu Mezarlığının girişindeki “Her nefs ölümü tadacaktır” ayeti tartışması buna örnektir. Ölümü hatırlamak istemiyoruz. Psikolojide bu konuda iki temel tez var: Birinci tez, ölümle ilgili meseleleri konuşmak veya ölümü hatırlatıcı imgelerle karşılaşmak ölüm kaygısını azaltır der, diğer tez ise bunun kaygıyı arttırdığını iddia eder. Irvin Yalom, insanlar mesela mezarlık ziyareti yaptıklarında babasının, annesinin, yakın bir akrabasının mezarının başında dururken; babam yapabildiyse ben de yapabilirim diye düşünür der. Bu düşünce soyut olan ölümü somut bir şekilde algılama ve o acıya katlanabilmeyi kolaylaştırır. Kişi yavaş yavaş kendini ona hazırlar. Bu, ölüm kaygısının patlama şeklinde ortaya çıkmasına engel olur. Ölüm kaygısının tetiklediği pek çok hastalık, modern zamanda, modern yaşam tarzında daha çok öne çıkar. Manevi destek uzmanlarının en çok uğraştığı meselelerden biri ölümü kabullenme meselesidir. İnsanlar artık ölümü kabullenemiyor, kimseye yakıştıramıyor.

Biyolojik, psikolojik ve sosyal sebepleri olan bir duygu durum bozukluğu olarak tanımlanan depresyonun gerçekten çok yaygın olduğunu biliyoruz o yüzden de depresyon, ruh sağlığının gribi olarak görülüyor. İstatistiklere göre Türkiye’de erkeklerin %8’i, kadınların %13’ü depresyonda. Tüm dünyada ise, kadınların erkeklere göre iki kat daha fazla depresyona girdiği görülüyor. Bu konuda kadınlar daha dezavantajlı gibi gelebilir ama anti sosyal kişilik bozukluğunda da erkeklerde oran daha fazladır. Depresyonun kadın ve erkekte oransal olarak farklı olması, düşünme biçimiyle açıklanıyor. Mesela erkek işinden atılınca bağırır, çağırır, arkadaşlarıyla gidip bir kahvede takılır, bir kaç gün benim kıymetimi bilmediler der sonra gidip yeni bir iş bakmaya başlar. Kadın işten atıldığında ise acaba benim ne hatam vardı, neyi eksik yaptım diye düşünür. Kadının kendini suçlama, kendine daha az merhamet gösterme, affedememe duyguları ağır basar.

Depresyon çok geniş bir kavramdır. Anlık bir çöküntüden tutun, klinik anlamda depresyona kadar pek çok farklı türü vardır. Eskiden daha çok yetişkinlik hastalığı olarak biliniyorken, şimdi çocuklarda da görülmektedir. Bu biraz modern hayat tarzıyla da alakalı bir durumdur. Depresyon; genel olarak hayata karşı ilgisizlik, anlamsızlık, umutsuzluk, suçluluk ve değersizlik hissi, kendine saygının azalması, yeme ve uyku problemleri, dikkat kaybı, intihar düşüncesiyle ortaya çıkar. Tabi psikososyal sebepler de olabilir, dindarlık özellikle bu sebepleri azaltmada etkili olabiliyor. Mesela kişi ailevi bunalımlar veya işle ilgili sıkıntılar yaşıyorsa buralarda başa çıkma unsuru olarak din öne çıkabiliyor. Yine de meselenin biyolojik tarafı hiçbir zaman gözden kaçırılmamalı.

Depresyon konusunda özellikle suçluluk duygusu ve kendini günahkar hissetme meselesi öne çıkar ve depresyonun etkileri dini hayata da yansıyabilir. Mesela kişi için namaz kılmanın bir anlamı kalmayabilir. Aynı şekilde dini inançlarla ilgili olumsuz yorumlama biçimlerine de sebep olabilir. Çünkü depresif olan hasta pesimisttir; olumsuz düşünür. Allah’tan ümit kesilmez diyoruz ama bu kişiler kesebilir. Bu noktada uzmanların da uyanık olması, temel sebebin biyolojik olduğunu bilmesi gerekiyor. Depresyonda tedavi olarak psikiyatrik müdahale gerekiyorsa önce o uygulanır. Yok eğer gerekmiyorsa psikoterapi yapılabilir ve Batıdaki gibi içinde manevi danışmanların da yer aldığı bir ekip çalışmasıyla tedavi uygulanabilir. Meselenin en iyi çözüm yolu bu. Hastalıklar ne kadar evrensel olursa olsun ortaya çıkış biçimleri yerel unsurlardır. Dindar toplumlarda özellikle dini kisvelerle hastalık ortaya çıkıyor. Dindarlık mutlak anlamda engelleyici olmuyor, Müslümanlar da pekala depresyona girebiliyorlar.

Bir başka ruhsal hastalık olan obsesif kompülsif Bozukluk (OKB) da toplumda çokça görülüyor. Hemen her toplumda obsesif bozukluk oranı ortalama %3’tür. Ancak dini toplumlarda dini içerikli obsesyonlar bu %3’ün %50-60’ına tekabül ediyor. Obsesyon; belirli aralıklarla zihnimize gelen kaygı yaratıcı istemsiz düşüncelerdir. Bu kaygıyı da gidermek için bir davranışta bulunuruz. Buna da kompulsiyon denir. Acaba kapıyı açık mı bıraktım der ve gidip kontrol ederiz. Yani bir düşünme boyutu bir de davranış boyutu vardır. OKB saplantılı ve zorlayıcı davranış bozukluğu olarak tanımlanır. Ütünün fişini çektim mi meselesi, bu hepimizin zihnine zaman-zaman gelebilecek bir şeydir. Fakat günde 3-5 defa priz kontrolü yapıyorsak veya arabanın kapılarını kapadık mı, kapamadık mı diye sürekli kontrol ediyorsak bu anormal bir durumdur. Arapça’da OKB’nin tam karşılığı vesvesedir. Zorlayıcı vesveseler; bir düşüncenin zihne anlık gelmesinden çok zihinden gitmemesi problemidir. OKB’nin biyolojik tarafı seratonin hormonunun düşmesiyle ilgilidir. Tabi diğer faktörler de vardır. Mesela dinden çıkma obsesyonu diye bir şey var; dinden çıktık, namaz kılmıyoruz; annem, babam, dayım, amcam da dinden çıktı vs. Bazen aile dindar da olmayabiliyor; biz dindar bir aile bile değiliz bu nereden çıktı falan diyorlar. Bu tür şeyler ortaya çıkabiliyor. Ama asıl tetikleyici şey üniversite sınavı. Sınav kişiyi geriyor, kaygılandırıyor ve hastalık patlak veriyor. Yaşantısal değişiklikler, hastalıklar ölümler iş veya okul değişiklikleri tetikleyici oluyor. Bu tür sorunları toplumda hemen herkes yaşarken bazılarında hastalığın ortaya çıkmasının sebebi biyolojiktir. Bu hastalık bizim gibi topluluklarda en çok dini içeriklerle tezahür eder. Ya namazım kabul olmaz da cehennemde yanarsam, ya namazım tam olmadıysa gibi kaygılarla ortaya çıkabilir. Artık namaz oldu diye düşünene kadar da kılmaya devam edilir. Bu meselelerde ilaç alındığı zaman sorun halloluyor ancak biz toplum olarak bilime güvenmediğimiz ve psikoloğa/ psikiyatriste gitmek istemediğimiz için karşımızdakine “beni oku” demeyi tercih ediyoruz. Veya bazı durumları nazar değmesi, büyü, cinlenme gibi tabiat üstü şeylerle açıklamaya çalışıyoruz. Halbuki bu sadece problemin üstünü kapatmak oluyor. Bu konularda psikologların ve din adamlarının beraber çalışması gerekiyor. Çünkü mesele cidden çok büyük ve şehirleşme arttıkça bu tür problemler artacak gibi görünüyor. Kırsal bir toplumda çocuk bir taraftan oynarken diğer taraftan yetişkin hayatına adapte olur; koyun otlatır, anne babasına tarlada yardımcı olur, ergenliğin krizlerini daha az yaşar. Ama modern hayatta ergenlik büyük bir problem olarak ortaya çıkıyor.

OKB’nin türleri de çok fazladır. Mesela temizlik hastalığı, kuşku ve kontrol obsesyonları, cinsel içerikli obsesyonlar, dini içerikli obsesyonlar vardır. Bunlardan cinsel ve dini içerikli obsesyonlar, psikiyatrik olarak çözümü daha zor olanlarıdır çünkü devreye ahlak girer.

Kısacası duygularımızı kontrol etmek ve hastalık oluşmasına engel olmak için din çok önemli önleyici bir etki yaratır. Ayrıca hastalıklarla baş etmede destekleyici işlevi vardır. Ancak biyolojimizde bir problem varsa imanla, ibadetle, Allah’a tevekkülle sorunu çözemeyiz, bunun için uzmanından da destek almak gerekir.

 

NOT: Bu metin, Prof. Dr. Ali AYTEN’in 10 Mart 2018 tarihinde Hazar Derneğinde gerçekleştirdiği “Din ve Sağlık Seminerleri” başlıklı sunumunun tarafımızca yapılan özetidir. Kaynak göstermeden alıntılanması  ve yayınlanması yasaktır.

Hazırlayan: Zeynep Sena  

Önceki Yazı

Yakın İlişkilerde Farkındalık Eğitimi

Sonraki Yazı

Almanya Raporu

Bunlar da ilginizi çekebilir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir