28 Aralık 2019
Leyla Yıldırım: İslamofobi’nin Tanımı ve Tarihi Seyri: Hollanda Örneği
“İslamofobi” kelimesi akademiye çok sorunlu bir kavram olarak girmiştir. Yıllarca kavramın doğru olup olmadığı, maksadını bulup bulmadığı, fenomenin kendisini açıklayıp açıklamadığı üzerine pek çok tartışma olmuştur. Kelimeyi ikiye bölersek eğer İslamofobi’nin İslam ve fobi olmak üzere iki kelimeden oluştuğunu görürüz. Fobi, Yunanca fobos kelimesinden gelir ve psikolojik boyutuyla genel anlamda korku olarak anlaşılır, bir zihin rahatsızlığını izah eder. Fakat araştırdığımız kadarıyla İslamofobi’nin oluştuğu ve zirve yaptığı zamanlarda, islamofobların, İslam karşıtlarının en büyük özelliklerinden biri İslam’la ilgili hiç bir bilgilerinin olmaması, Müslüman bir bireyle tanışmış olmamalarıdır. Buradan da yola çıkarak İslamofobi İslam’ı, Müslümanları, bilinçli olarak hedef alan bir durumu da kapsadığından kavram daha da bir tartışılır hale gelmiştir. Yani “İslamofobi İslam karşıtlığı mıdır? Müslüman karşıtlığı mıdır?” konusu akademide genel bir tartışma yaratmıştır.
Kavramın tarihçesine bakıldığında akademide ilk kullanımını 1910’lara kadar çekenler vardır. İlk defa Alain Quellien tarafından Hıristiyanların ve Batı’nın düşman olarak İslam’a önyargısını araştırma ve inceleme amaçlı yazdığı makalesinde kullanılmıştır. Sonrasında Etienne Dinet kitaplarında İslamofobi kavramını kullanmıştır. Bir de 1925’lerde Journal of Theological Studies’de bu kavram kullanılır fakat Fransızların çalışmalarından bahsedilmez. İslamofobi terimi akademi dışında medyada veya politikada çok daha fazla tartışılmıştır. Üzerine çok spekülasyon ileri sürülmüş, kullanımı Humeyni’ye kadar götürülmüştür. Humeyni’nin başörtü takmak istemeyen İranlı kadınlar için bu kavramı kullandığını söyleyenler olmuştur ve dolayısıyla bu kavramın kullanılmasının doğru olmadığını savunmuşlardır.
Ancak İslamofobi kavramı Runnymade Trust isimli bir İngiliz araştırma merkezi 1997 yılında hazırladığı raporda İslamofobi’yi “Müslümanlara karşı duyulan temelsiz korku ve hoşnutsuzluğu ihtiva eden bir bakış açısı veya dünya görüşü” olarak tarif etmesiyle bu kavram daha sık kullanılmaya başlanmıştır. Bu raporda Müslümanlara karşı toplumsal dışlama ve ayrımcılık olduğu özellikle vurgulanmıştır. Bugün kavram genel olarak Müslümanlara ve İslam’a karşılık anlamında kullanılsa da tam bir tanımı yoktur. Raporda İslam korkusu ve karşıtlığının Batı ülkelerinde yüzyıllardır bulunduğu söylenir fakat rapor asıl 1997’ye kadarki son 20 yıla vurgu yapar. Çok sayıda uzmanın açık ya da kapalı görüşlerine, temel bakış açılarına yer verilmiştir. Bu raporun asıl önemsenme sebebi hem teknik olarak İslamofobi’nin kullanımının olması hem de 11 Eylül’den önce yazılmış olmasıdır. Çünkü genelde 11 Eylül herkes tarafından İslamofobi’nin oluşmasının ve normalleşmesinin süreci olarak görülür. Ama araştırdığımızda raporunda vurguladığı gibi bunun aslında çok daha geriye dönük olduğunu, 11 Eylül’ün sadece bu süreci normalleştirdiğini görürüz. Bu rapordan 16 yıl sonra 2004’te bu raporun devamı tekrar bir rapor hazırlanmıştır. İslamofobi kavramının çerçevesi korunmuş, Avrupa’da yeni olmadığı tekrar vurgulanmıştır. Farklı zamanlarda farklı görünümlerde çıktığı, birden fazla karşılığının olduğu, tek bir İslamofobi değil çeşitli İslamofobiler olduğu söylenmiştir.
Runnymade Trust tarafından 2017’de tekrar yayınlanan raporda daha çok tanım üzerinde durulmuştur. Bunun sebebi İngiltere’deki ve Avrupa ülkelerindeki Müslüman Stk’ların İslamofobiyi nefret suçu olarak kabul ettirmeye uğraşmalarıdır. Bu anlamda iyi bir tanımın yapılması çok önemlidir. Son raporda İslamofobi için; “Müslümanlara karşı herhangi bir ayırım, dışlama, kısıtlama ya da Müslümanlara (ya da Müslüman olduğu sanılan) kişilerin siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel veya kamusal yaşamın herhangi bir alanındaki insan haklarını ve temel özgürlükleri eşit bir şekilde tanımayı, dahil olmayı veya pratiğini geçersiz kılma veya bozma amacına veya etkisine sahiptir” denmiştir. Bu tanım genel anlamda akademide de sivil toplum tarafında da artık kabul görülen bir tanımdır.
Ancak Runnymade Trust’in yaptığı tanımdan yanı sıra birçok kişi de farklı tanımlar kullanmıştır. Bu anlamda Hollanda’da İslamofobi ve Selefiler üzerine araştırmalar yapan Martijn de Koning’in yaptığı tanımda örnek verilebilir. Ona göre İslamofobi, Avrupalılar ve Müslümanlar arasında geçmişten beri gelen damgalayıcı, genelleştirici ve özcü bir İslam tanımı temelinde hiyerarşik bir ayrım yapar ve Müslümanları bu tanıma göre dinleri üzerinden problematize eder. Sonuncusuna göre müslümanların kendi kültürleriyle özdeşleşemeyeceğini ve dolayısıyla sosyal birliğe tehdit oluşturduklarını savunur. Bu düşünce Avrupa genelinde de görülebilen bir düşüncedir. İslam’a karşı en büyük savunu İslam’ın, Hıristiyan değerleri, Yahudi değerleri ve Avrupa değerleriyle özdeşleşemeyeceği, Müslümanların entegre olamayacakları düşüncesidir.
İslamofobi’nin tezahür ettiği alanlar farklıdır. Bu anlamda Amerika’daki İslamofobi üzerinde araştırmaları bulunan Khaled Baydoun İslamofobi’nin kendisini genelde üç alanda gösterdiğini savunur:
Günlük Alan: Her türlü günlük hayattaki ayrımcılık (örneğin işyerinde, sokakta ve okulda), düşmanca düşünceler; Müslümanlara veya müslüman sanılan kişilere karşı bireylerin fiziksel veya sözlü saldırısı. Ve müslüman veya müslüman toplulukların dini veya diğer kurumlarına karşı fiziksel saldırganlık.
Kurumsal Alan: Hükümetlerin ve işdünyasının oluşturduğu politikalardan dolayı müslümanlara karşı her türlü ayrımcılık. Bu aynı zamanda müslümanların temel haklarında kısıtlanmaları ya da mahrum edilmelerini de içerir. Bu durumda en kötü ihtimal ise bu devlet politikalarının müslümanları korkutmaları, hapsedilmeleri, sürülmeleri ya da öldürülmeleriyle neticelenmesidir.
Politik Alan: Müslümanları açıkça veya dolaylı olarak hedef alan her türlü ayrımcı söylem. Buna müslümanları başka topluluklardan soyutlamak veya diğer toplulukları müslümanlara karşı mobilize etmek de dahildir. Aynı zamanda müslümanlara ya da müslüman görünen kişilere karşı şiddete çağrıda bulunmayı da barındırır. Bunun en ekstrem biçimi ise müslümanlara karşı kolektif şiddet veya müslümanları korkutmak, sürmek veya öldürmektir.
Bu üç alan arasında aynı zamanda bir etkileşim vardır. Özellikle politikanın gündelik hayattaki etkisi çok büyüktür.
İslamofobi’nin tarihi seyrine değinecek olursak; zorlansa Hz. Adem’e kadar bile götürülebilir fakat akademisyenler bu kavramı 8-9. Asra kadar dayandırırlar. Bilindiği üzere İslam ilk başlarda sadece bir ülkedeyken sonradan yavaş yavaş büyümeye başlamış ve Hıristiyan bölgeleri de yavaş yavaş emri altına almıştır. 8-9. asırlar bu büyümenin artık zirve yaşamaya başladığı dönemlerdir. Bizans’ın, kutsal toprakların alınması ile İspanya’ya doğru gidilmesi Hıristiyan teologlarda ciddi anlamda bir sıkıntı yaratmıştır. Çünkü hem İslam’ın getirdiği dinsel cazibe hem de Müslüman olmanın kamusal alandaki artılarından ötürü dindaşlarının İslam’a yöneldiğini görmüşler ve İslam’ın ne kadar yanlış olduğunu yazmaya başlamışlardır. Özellikle İslam kelamına da etkisi çok olan Johannes Damascus, ki kendisi Emevi zamanında Hıristiyan ve Yahudilerden mesul danışmandır, emekli olduğunda manastıra çekilip İslam’la alakalı hala günümüz siyasetçilerinin, akademisyenlerinin okuduğu eserler yazmış ve uzun süre Avrupa’nın İslam algısını etkilemiştir. Damascus, İslam’ı Hıristiyanlık’tan sapma din olarak tanımlamış hatta 101. Hıristiyan mezhebi olarak tarif etmiştir. Hz. Muhammed’in epilepsi geçirdiğini, pedofil olduğunu iddia etmiş, İslam’ın çok eşlilik mantığının sapkınlık olduğunu yazmıştır. Yani birçok Avrupa ülkesinde İslam’la ilgili dolaşan ön yargılar hep ilk olarak bu kişi tarafından yazılmıştır. Avrupa’ya bu tür bilgiler Bizans üzerinden Suriye’den gelmiştir gezginler ve teologlar aracılığıyla. Öncesinde Avrupa’nın çok bir bilgisi yoktur. İslam İspanya’ya kadar gelince Haçlı Seferleri vs. başlamıştır. O dönemdeki Viyana Kuşatması’nın etkileri de hala Avrupa’da görülmektedir. Viyana her zaman İslam’a karşı durmanın bir sembolü olarak görülmüştür. Hatta Hollanda’da liberal politikacıların babası sayılan bir politikacı Frits Bolkestein, Türkiye’nin AB’ye girişi ile Viyana kuşatmasındaki zaferin hiç olduğunu söylemiştir. Geçmişteki birçok söylem, birçok olay bugünkü duruma göre uyarlanarak insanlara tekrar sunulmaktadır.
Hollanda örneğine bakacak olursak Müslümanların Hollanda ile iletişimi kolonilerle beraber olmuştur. 16. Asırda İslam araştırmalarında Hollanda önemli rol oynamıştır çünkü o dönemde İspanya’yla Hollanda arasında savaş vardır. Hollandalılar İspanya’ya karşı Osmanlı’dan yardım istemişlerdir. Osmanlı Devleti, Hollandalılara Osmanlı bayrakları, Osmanlı asker giysileri göndermiştir ve bunu gören karşı taraf geri çekilmiştir. Hollanda müzelerinde hala bu eşyalar olduğu gibi durur. Osmanlı, Hollanda’yı devlet olarak ilk kabul eden ülkedir. O dönemde ilişkiler gayet iyidir fakat 1960’lara gelindiğinde, Türkiye’den Hollanda’ya işçilerin gitmesiyle ve aslında geçici misafir olarak kabul edilen bu insanların orada hak talep etmeleriyle bazı sıkıntılar başlamıştır. Asıl sorunumuz olan İslamofobi de 1960’lardan itibaren başlamıştır. Hollanda’da din ve devlet ayrımı vardır fakat kendilerine ait bir tarihleri de vardır. O tarih içerisinde Hıristiyanların, reformistlerin, sekülerlerin, solcuların ayrımları kabul edilmiş ve devlet tarafından bu gruplara fonlar ayrılmıştır. Gruplar fonlardan yararlanıp kendi okullarını vs. açabilirler. İslam’ı da bu şekilde 70’li yıllarda kabul etmişlerdir fakat bu hep sorun yaratmıştır. 90’lı yıllardan sonra da dünya politikasının değişimiyle ve Müslümanlara yönelinmesiyle işler değişmiştir. Müslümanlar politikleşmiştir. Oradaki göçmenlere “Müslüman” denmeye başlanmıştır. Siyasiler de bunda büyük rol oynamışlardır.
2005 yılında, Hollanda’da bir senaristin Müslümanlarla ilgili film yapmasından sonra bir Faslı tarafından öldürülmesi ise Hollanda için adeta bir 11 Eylül olmuştur. Bu tarihten sonra Müslümanlara karşı her türlü ırkçı söylem normalleşmiş, kabul görmüştür. Irkçı söylemleri eskiden sadece aşırı sağcılar kullanırken buna solcular ve liberaller de dahil olmuştur. Irkçılığın tezahür ettiği yerler artmıştır. Bunlardan en önemlisi de eğitim alanıdır. Hollanda’da hala kitaplarda başörtüsü sorgulanır, anormal olarak görülür. Müslümanlara karşı ötekileştirme vardır. Bu aslında aşırı sağ siyasetin yaptığı bir propagandadır. Aşıra sağcı siyasi partinin seçim reklamında İslam eşittir=kan algısı üzerinde ekranlardan İslam yazısından kanlar akıtılmış olup İslam eşittir terör algısı canlandırılmıştır. Camilere saldırı artık bir ritüel haline gelmiştir. Helal kesime karşı hayvan savunucularını da arkalarına alarak karşı durmuşlardır. İslamofobi konusunda medya da çok büyük rol oynamaktadır. Bir gazetede ortalama haftalık 28 tane İslam karşıtı haberin olduğu raporlarda ortaya çıkmıştır. Aynı şekilde internetin de bu konuda aşırı sağ kesime alan açtığını görebiliriz. Tüm bunların karşısında Hollanda devletinin yaptığı bazı çalışmalar vardır fakat şu an hiç birisi yeterli gelmemektedir.
Avusturya’da İslamofobi Tartışmaları
1986’da Türkiye’de yaşanan başörtüsü probleminden dolayı Viyana’ya gittim ve 34 yıldır orada yaşıyorum. Avusturya’yı seküler ve insanların dini duygularına, özgürlüklerine karışmayan bir ülke olmasından ötürü tercih ettim. 1986’da Türkiye’de maruz kaldığım duruma son 5 yıldır Avusturya’da maruz kalmaya başladık. Özellikle eğitim alanında, öğretmenler üzerinde bir baskı var ve bu gençlerimizi tedirgin ediyor.
Avusturya’da “İslamofobi” kavram olarak tercih edilmez. Hiçbir ülke ırkçı söylemleriyle anılmak istemez çünkü ilgili raporlar AB’ye, OECD’ye gönderilir. Avusturya’nın tarihinde sistematik olarak gaz odalarına götürülme ve yahudilerin gazlanması vardır. Yahudi soykırımı öncesinde ise Almanya ve Avusturya’da psikiyatrik vaka sahipleri, 7 yaşından en yaşlısına kadar psikiyatri hastaları, gaz odalarına götürülüp öldürülmüşlerdi. Bu deneyimden sonra da aynı uygulama Yahudiler üzerinde yapılmıştır. Bu sebeple ırkçılık konusunda Avusturya’nın kötü bir geçmişi vardır. Avusturya’da İslamofobi konusunda en büyük panik, onlara antisemit denmesi konusunda yaşanır. Antisemitizm Semi ırkına karşı olmak anlamını taşısa da günümüzde Yahudi düşmanlığı anlamına gelmektedir. Hiç kimse kendisi hakkında antisemit, Yahudi düşmanı denmesini istemez. Avusturya’da antisemit söylemler yasaktır.
İslamofobi kavramı ile ilgili olarak Avusturya’da ilk başta daha yumuşak kavramlar kullanılmıştır “İslam kritiği”, “İslam’ı eleştirmek” gibi. Müslümanlara “Ben İslamiyet’i eleştiriyorum siz eleştiriye açık değil misiniz?” diye yaklaşmışlardır. Müslümanlar ise kendilerini, açıklama ihtiyacı hissederken, köşeye sıkışmış bir şekilde bulmuşlardır. İlk etapta Müslümanlar “böyle olmasına üzüldüm ama benim onlarla bir bağlantım yok, İslam dininin de onların anlayışıyla ilgisi yok” şeklinde açıklamalar yaparken, karşı taraf sonrasında fazla ileriye gitmeye başlamıştır. Maalesef bazı sözde İslam uzmanları bu konularda devleti yanlış bilgilendirmişlerdir.
İslamofobi insanların zihninde bir imaj, bir korku yaratır. Bu imajın altının da doldurulması gerektiğinden Avusturya‘daki medya bu konuda çok iyi çalışmıştır. Ülkenin en çok okunan, ama özellikle cahil kısmın en çok okuduğu bir gazete, haberlerinde sürekli İslam şiddetle ve kadınları ezmekle bağdaştırılmıştır. Hal böyle olunca da müslümanlar tanıdıklarına “ben de müslümanım ama terörist değilim, barıştan, uyumdan yanayım” diyince, “ama sen istisnasın” cevabıyla karşılaşılmıştır. Müslümanların çoğu istisnadır aslında. Kötü örnek her zaman genelleştirilir ve genel olana da istisna gözüyle bakılır. Örneğin Amerika’da Afro-Amerikan bir yazara Amerika’daki siyahilerle ilgili olan mesele hakkında ne düşündüğü sorulduğunda, Amerika’da siyahilerle ilgili problem olmadığını, asıl problemin beyazlarla ilgili olduğunu söylemiştir. Sartre da 1948’de Yahudi düşmanlığının psikanalitiğinde, dünyada hiç Yahudi olmasaydı Yahudi düşmanları onu icat ederlerdi demiştir.
İslamofoblar için Müslümanların gerçek yaşantılarının konuşulandan farklı olduğu çok da önemli değildir. Sizi tanımalarından dolayı olan bir imaj varsa da bu çok cüzidir. Yapılan araştırmalara göre Müslüman düşmanı olanların çoğunun İslam hakkında bilgileri yoktur. Değiştirilmesi gereken İslamofobların ürettikleri imajdır. İslam düşmanlarından veya İslamofobiden bahsederken Müslümanlardan ve İslamiyet’ten değil, İslam düşmanlığı yapanların zihinlerindeki imajdan bahsettiğimizin farkında olmamız gerekir.
Tanınmış bir Avusturya gazetesinin sahiplerinden biri 2017’de Avrupa’da yaşanan birçok terör olayından sonra İslam’ın bu şekilde yasaklanmasının kabul edilmesi gerektiğini; Barışçıl İslam ile İslam adına yapılan terör arasındaki sınırın gitgide silinmekte olduğunu ve terörün teşvik edildiğini söylemiştir. Terörle mücadele yerine İslam’ın kökünden yasaklanması gerektiğini ileri sürmüştür. Halk bunu okumuştur, bu durum siyasilere de ulaşmıştır.
Avrupa’nın tümüne baktığınız zaman Avusturya‘da İslam dini resmi olarak kabul edilmiş bir statüye sahiptir. 1912’de Bosna-Hersek, Osmanlı İmparatorluğu’ndan çıkıp Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na geçmiştir. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, ordularına katılan Müslüman askerlere Hıristiyanlarla aynı hakları vermiş, namazlar için imam tahsis etmiş, yemek hassasiyetlerine dikkat etmeye çalışmıştır. Sonrasında bir de bu çerçevede İslam yasası çıkarılmıştır. 1979’da İslam yasasından dolayı devlete ait, dini konularda devletin danışabileceği bir kurum da oluşturulmuştur. 1982 yılında ilk din dersleri başlamış, bu dersler için öğretmen yetiştirilmesi amacıyla yüksek okullar da kurulmuştur. Müslüman öğrenciler için ders kitapları basılmıştır. 100 yıl geçtikten sonra 2012’de artık bu yasayı yenileme tartışmaları başlamıştır. 2015’te reform adı altında 1912’deki yasa tamamen değiştirilmiş, birçok hak da kaybedilmiştir. Aynı zamanda Alevilerin yapılanması organize edilmiş, Şii ve Sünnilerle aynı çatı altından çıkarılmışlardır. Devlet kanunlarının dini hükümlerin üzerinde olduğu da belirtilmiştir. Bu ifadeyle otomatik olarak Avusturya İslam cemaati bir zan altına sokulmuştur. Sanki devletin kanunlarına aykırı, şeriatı getireceklermiş gibi bir algı oluşturulmuş, imamların yurtdışından transferi yasaklanmıştır.
Bütün bunlara baktığımız zaman sonuç şudur: Avusturya’da bulunan Ortodokslar, Protestanlar, Hindular, Budistler gibi 16 farklı dini akım arasından sadece Müslümanlar için kısıtlamalar getirilmiştir. Bazı cemaatler yurtdışından yardım alırken Müslümanlar için bu yardım kesilmiş ve çifte standart oluşmaya başlamıştır. Ayrıca yeni İslam yasasıyla radikalleşmeyi önlemek, imamları ve camileri denetlemek, halkın Müslümanlarla ilgili korkularının ciddiye alınması, hissettiklerinin önemsenmesi ön plana çıkmıştır. Avusturya’ya uyumlu bir İslamiyet’in oluşmasına şans verilmesi istenmiştir.
Örneklere bakacak olursak Avusturya’da 2017 yılında Türkler, Araplar, Afganlar gibi farklı kültürlerin açmış olduğu fakat İslami çocuk yuvaları olarak anılan, ancak gerçekte herhangi bir dini statüsü olmayan yuvalar üzerinden bir araştırma yapılmıştır. Müslümanlar çocuklarını bayramlarda dini bir hava oluşsun, çocukları biraz ilahi, sure öğrensin ve helal yemek yiyebilsin gibi beklentilerle bu yuvalara göndermektedir. Araştırma sürecinde bu okullardan çocukların başörtülü fotoğrafları basına verilmiş, çocukların başı zorla örtülüyor şeklinde haber yaptırılmıştır. Fotoğrafların bir bayram gününde merkez camiinin önünde bayram namazı sonrası çekildiği tespit edilmiştir. Fotoğrafların gerçeği yansıtmadığı ortaya çıkınca gazete genel bir özür yayınlamıştır fakat olan olmuş, halkta istenen algı oluşturulmuştur. Bu araştırmada yuvalara tekrar gidilmiştir, yuvalardaki öğretmenlerle ve velilerle röportaj yapılmıştır. Velilere çocuklarını neden İslami anaokuluna gönderdikleri sorulduğunda, cevap olarak çocuklarının kendi kültürlerini bilmesini ama aynı zamanda bu toplulukta uyumlu ve barış içinde yaşamasını istedikleri için bu şekilde okullara yönlendiklerini söylemişlerdir. Bu cevaplar çıkan raporda, ailelerin bu toplumda çocuklarının diğerleriyle kaynaşmasını istemedikleri sonucuyla yazılmıştır. Bunun üzerine bir gazeteci röportajlarla basına yansıyan ibarelerin birbirini tutmadığını tespit etmiştir fakat bu konuya resmi bir açıklama getirilmemiştir. Bunun sonucu olarak Viyana Üniversitesi tekrar bir araştırma başlatmıştır. Üniversitedeki profesörlerden oluşan bir ekip tekrar anaokullarına gidip, röportaj yapmışlar ve netice hükümetin istemediği yönde çıkmıştır. Dolayısıyla bu araştırma da gündeme gelmemiştir.
Başörtüsü ile ilgili olarak da şu anki duruma bakacak olursak, geçen yıl bir yasa tasarısı hazırlandı ve nabız yoklamak amacı ile ilk önce peçe yasaklandı. Sonrasında ilkokula ve anaokuluna giden çocuklara başörtüsü yasağı getirildi. Sonraki adımda bir kadının neden başörtüsü taktığı tartışılmaya başlandı. Sebebi ne olursa olsun bu konuda üçüncü şahısların görüşlerinin alınması gerektiği öne sürüldü. Üçüncü şahıslar başörtülü kadınları baskı altında ve ezilmiş bir kadın olarak görüyorlarsa bu görüşün esas alınması ön plana çıkarıldı. Kanun bu adımlarla şekillendi. Bundan sonraki adımda başörtüsü yasağına 14 yaş sınırı getirildi. Şu anda Avusturya bu konuda ikiye bölünmüş durumdadır. Liberaller, yeşiller ve sosyal demokratlardan oluşan büyük bir kesim sınıfta haç, kippa, başörtüsü ne olursa olsun hiçbir dini sembolün bulunmaması gerektiğini savunmaktadır. Şu anda muhafazakarlar haç gibi kendi sembollerini dışarıda bırakmaktan yana değildir. Sadece başörtüsünü istememektedirler. Bunun sebebi olarak da Müslüman kadının ezilmemesi gerekliliğini gösterip, kadın ve erkek eşitsizliğinden yola çıkmaktadırlar. Yani Müslümanlar önce kurban rolüne getirilip sonrasında da birden suçlu hükmüne çevrilmişlerdir. Çocuklara başörtülü kadınların iyi örnek olmadığı kanısı hakim olmakla beraber çocukların dişiliklerini örttüklerinde nasıl özgüvenli kadın olabilirler sorusu gündeme taşınmıştır.
2018’de Salzburg Üniversitesi‘nde 1200 kişi üzerinde yapılan bir araştırmada, insanların yaklaşık yarısı Müslümanlara kendi haklarının aynısının verilmesine karşı çıktıklarını belirtmişlerdir. Yüzde 87’si Müslümanların Batı kültürüne uyum sağlaması gerektiğini, yüzde 79’u devletin Müslüman cemaatleri denetlemesi gerektiğini, yüzde 70’i de İslamiyet’in Batı dünyasına ait olmadığını söylemiştir. İslamofobik tepkilerin 2017 yılına kıyasla yüzde 74 arttığı, bunların yüzde 31’inin sokakta, geriye kalanın da online ortamda veya gazetelerde gerçekleştiği görülmüştür.
Avusturya’da ırkçı söylemler son yıllarda artmış olup bu söylemler nazi kamplarının Müslümanlara da açılması gerektiği söylemlerini de içermiştir. Avusturyalılar bir kesimi hoşgörülü iken bir diğer kesimi müslümanlara nefret ile yaklaşmaktadır. Nefret dolu söylemler ve ırkçı tutumlar müslümanlara karşı önyargıların yaşanmasına ve yaygınlaşmasına sebep olmaktadır.
Ayşe Başıbüyük Altunbay: Avrupa’daki İslamofobi tartışmalarının Türkiye’deki laiklik / dindarlık eksenli tartışmalarla benzerliği ve bir çözüm önerisi olarak Vamık Volkan’ın Ağaç Modeli
Kişisel yolculuğum Hacettepe Üniversitesi’nde başladı. Anadolu Lisesindeyken de başörtüsü yasağıyla büyümüştük. Ortaokul ve lisede her sabah okula girerken lavaboda aynanın karşısında başörtüsünden vazgeçmek zorunda kalmanın psikolojik zorluğunu yaşadığım için, yasaklar 1998 yılında üniversitelerde de başladığında alternatif çözüm arayışına girdim. Biz finansal imkanımız olduğundan yurtdışına gidebilen şanslı kesimden olduk. 2000 yılında Viyana’ya gittim ve oradaki Tıp Fakültesi’nden 2003 yılında mezun oldum. 2000-2002 yılları arası tekrar derslere girebilmek çok güzel bir duyguydu. Fakat sonra 2002’ten itibaren Viyana’da da başörtüsü yasağı gündeme gelmeye başladı. O zamanlar AB vatandaşı olmadığımdan doktor olarak çalışma ve tıpta uzmanlık yapma hakkım yoktu. Kendimi bir tedirginlik içerisinde buldum ve kendimi ifade etmeye ihtiyacım olduğunu, insanlar başörtüsü yasağıyla ilgili benimle konuştuklarında duygusal patlamalar yaşadığımı fark ettim. Bu sebeple de Siyasal Bilimler fakültesinde önce lisans, sonra da doktora programında okumaya başladım.
Nilüfer Göle 2006 yılında Berlin’de yapılan ‘Avrupa için bir Ruh’ adlı konferansta söylediklerinin Türkçe çevirisi yaklaşık olarak şöyleydi: “İstanbul’dan Paris’e taşındığımda 2 asırdan fazla süredir ülkeyi laikler ve İslamcılar arasında ikiye bölen başörtüsü tartışmalarını da geride bıraktım sanıyordum, sonra Paris’e taşındım ve kendimi aynı tartışmanın tam ortasında buldum. Bu benim için şaşırtıcıydı, çünkü batılı-olmayanlar olarak batıya doğru gittiğimizde (bizler) normal olarak daha ileri, daha önce görmediğimiz şeylerle karşılaşmayı bekleriz. Yani zaman boyutu rahatsız ediciydi, tersine işleyen bir saat gibi. Hatta sanki bir déjàvu gibiydi: bu filmi daha önce görmüş gibiydim.„ Benim de hissiyatım tam olarak böyleydi. Dönemin başbakanının başörtüsünü yasaklamayı mümkün kılmak için çalışma grupları kurduğundan bahsediliyordu. Fakat yasak tartışmaları, VEIL isimli Avrupa çapında yapılan araştırma da dahil pek çok araştırmanın başörtüsünün yasaklanmanın anayasadaki temel hak ve özgürlüklere aykırı olduğu sonucuna ulaşmasıyla son buldu. O dönem Siyasal Bilimlere başlamış olmam yasak tartışmaları sürecinde kendimi ifade edebilmem açısından çok iyi oldu. Zira biz tıp fakültesinde argüman geliştirmeyi ve kendimizi ifade edebilmeyi değil, daha çok kategorik düşünmeyi öğrenmiştik. Siyasal bilimler eğitimim beni bu alanda çok destekledi. O dönemde Viyana’da başörtüsü yasağı ile ilgili pek çok paneller düzenlenmeye başlanmıştı, fakat panellerde bir tane bile başörtülü kadın olmuyordu. Geleceğimiz hakkında tartışılıyordu fakat biz orada değildik. Yavaş yavaş panelleri takip edip, ısrarla söz isteyerek kendimi ifade etmeye başladığımda yasak tartışmaları sürecine bizzat müdahil olabildiğimi gördüm. Bu benim adıma çok büyük bir şeydi, çünkü Türkiye’deki yasak tartışmalarında hiç bir zaman bize fikirlerimiz sorulmamıştı. Avrupa’daki yasak tartışmalarında ise, yasaktan birinci dereceden etkilenecek insanlar olarak otomatik olarak tartışmalara davet edilmeseniz de, ısrarla elinizi kaldırıp söz hakkı istediğinizde tartışmaya dahil olup tartışmanın yönünü belirleyebiliyordunuz. Bu fark şüphesiz Türkiye ve Avrupa’daki toplumsal tartışma kültürleriyle de alakalıydı. Yasak tartışmaları 2008-2009 yıllarından sonra yavaş yavaş kalkmaya başladı. O sırada ben de çifte vatandaşlık imkanı kazandım ve Kuzey Almanya’da tıp uzmanlığı eğitimime başladım.
Siyasal okurken bir taraftan da psikiyatride doktora yapıyordum. Psikiyatride göç çalışmak bana çok iyi geldi çünkü ben de göç eden birisi olarak okuduklarımdan kendi hayatımda istifade ediyordum. Örneğin Slutzki’nin geliştirdiği Stres-Göç Eğrisi diye bir eğri vardır ve bu eğriye göre göç edenler psikolojik olarak belli aşamalardan geçerler. Bunlar hazırlık aşaması, göç aşaması, motivasyon aşaması, dekompenzaston aşaması gibi aşamalardır. Hazırlık aşamasında göçe motivasyon olduğundan psikoloji olumludur, göç esnasında yaşanabilecek zorluklar psikolojiyi de biraz zorlayacaktır, fakat göç sonrasındaki ilk dönemde psikolojik olarak fevkalade iyi bir dönemle karşılaşırız. Bu döneme balayı dönemi denir ki benimki Viyana’da 2,5 sene kadar sürdü. Bu dönem ne kadar uzun sürerse göçten sonraki adaptasyon sürecinin de o kadar iyi geçeceği konusunda görüşler mevcuttur. Balayı döneminden sonra psikolojik olarak kötüleşme/çöküş süreci göze çarpar. Çünkü kendi ülkenizde çocukluktan itibaren aileniz ve çevrenizle etkileşimler esnasında bir kültürel kodla büyürsünüz ve bu size hangi ortamda nasıl davranmanız gerektiğini anlatır. Gittiğiniz yerde mevcut olan yeni kültürel koda henüz hâkim değilsinizdir ve bunca yıl sizi ve davranışlarınızı şekillendiren kendi kültürünüz ve değerleriniz yeni ülkedeki sosyal etkileşimlerinizde hiç işe yaramamaktadır. Bu açıdan değerlendirildiğinde göç zaten başlı başına en büyük korku nedenidir. Hatta kişi yeni göç ettiği ülkede başarılı olursa, bu başarı bazen ekstra korku sebebi olabilir. Bu yeni ülkede ona açılan olumlu gelecek perspektifiyle kişinin kendini ülkesinden, köklerinden iyice uzaklaşmış hissetmesiyle alakalıdır.
Göç psikolojisiyle ilgili olarak bir de “Ötekine Yaklaşma Sürecindeki Duygular Modeli“ (Machleidt&Wolf, 1998) öne çıkar. Bu modele göre öteki ile etkileşimde beş temel duygu belli bir sırada ortaya çıkar. Ötekine yaklaşma sürecini başlatan ilk duygu merak, ilgidir. Ötekine duyulan merakla başlatılan yakınlaşma, aradaki mesafenin azalmasıyla bir süre sonra yerini korkuya bırakır. Bu kişinin henüz tanımadığı, kim olduğunu bilmediği ötekine yaklaşırken, neyle karşılaşacağını bilmemesinden ortaya çıkan korku ve endişedir. Kişi korkuya rağmen yaklaşmaya devam ederse, bu sefer karşılaşma anı gerçekleşir ki en zor an budur. Bu sefer taraflar sürtüşmeye başlar, farklı kültürler arasında çatışmalar yaşanır. Bu şekilde korkudan sonra ortaya çıkan duygu öfkedir. Tüm bunlara rağmen ilişki devam ederse kişilerin tüm enerjisi bitmiş olur ve bu yorucu süreç aşırı yorgunluk veya üzgünlük duygularını tetikler. Öteki ile ilişkinin yaşadığı bu en zor sınava rağmen de hala bağlantı kesilmezse en son varılacak duygu başarı hissi ve mutluluktur. Yani iki yabancının iletişimde kalabilmesi ve uzun vadeli bir ilişki geliştirebilmesi için negatif duyguların tolere edilebilmesi gereklidir.
Türkiye’deki dindarlık ve Avrupa’daki İslamofobi tartışmalarıyla ilgili olarak, üzerinde çalıştığım projemden bahsedecek olursam; Projem “Ağaç Modelinin Avrupa’da İslam’la ilgili toplumsal gerilimler ve ayrışmalar üzerine uygulanması” başlıklı, Avusturya, Almanya ve Türkiye merkezli bir sosyal psikiyatri projesidir.
“Ağaç Modeli” Vamık Volkan Hoca’nın geliştirdiği bir modeldir. Kendisi Ankara Tıp’ta okumuş, Amerika’da psikiyatri uzmanlığı yapmıştır. Amerika’da Psikiyatristler Birliği’nde görevliyken, 70lı yıllarda Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat Arap dünyasıyla İsrail arasındaki problemlerin yüzde 70’inin psikolojik olduğunu öne sürmüştür. Bunun üzerine Beyaz Saray Amerika Psikiyatristler Derneğine başvurmuş, dernek de o dönem derneğin uluslararası ilişkiler bölümünü yöneten Sayın Vamık Volkan ile bir arkadaşını bu konuda çalışmalara başlamak üzere görevlendirmiştir. Onlar da multidisipliner bir takım kurarak ve grup psikoanalizi yöntemlerini kullanarak İsrail ve Filistin arasındaki sorunları daha iyi anlamak için diyalog görüşmelerine başlamıştır. Sonrasında Sovyetler yıkılınca Estonya, Litvanya gibi bölgedeki küçük devletlerle Rusya arasındaki sorunlarda ve dünyada pek çok bölgede mevcut kitlesel konflikleri daha iyi anlamak ve çözmek için de bu yöntem kullanılmıştır. Proje, psikoterapinin kişisel psikoterapist ile hasta arasındaki kullanılan mefhumlarını, sosyoloji, siyaset gibi başka disiplinleri de dahil ederek takım halinde toplumsal sorunlara uygulamayı hedeflemiştir.
Ben Viyana’da psikoterapi eğitimi alırken Avusturya’da Altaussee adlı dağların arasında bir köyde yılda dört kere Almanca konuşan Avrupa ülkelerinden terapistlerin katılımıyla düzenlenen grup terapisi eğitimden haberdar oldum. Bu eğitim aslında terapistlerin katılımcı olarak katıldığı grup terapisi seanslarından oluşuyordu. Almanya, Avusturya ve İsviçre’den gelen terapistler bir hafta boyunca her gün 2 ya da 3 kez 12 kişilik küçük gruplara katılıyorlardı. Aynı zamanda da hemen her gün tüm katılımcıların katıldığı büyük bir grup toplantısı gerçekleşiyordu. Bu şekilde 12 kişilik küçük grupların aileyi, 120 kişilik büyük grubun da toplumu temsil ettiği belirtiliyordu. 2009 yılında Altaussee’ye gittiğimde ortamdaki tek başörtülüydüm. Bu duyguyu pek çok başörtülü aslında bilir, size yönelen kuşkulu/meraklı/olumlu/olumsuz bakışlar arasında kendinizden emin durmaya, tedirgin görünmemeye çalışırsınız. Ben de bana yönelen şaşkın bakışlar arasında kendimden emin durmaya çalışıyordum. Özgüvenli olduğumu göstermek için, insanlar iç içe geçmiş halkalar halinde düzenlenen sandalyelerin sonlarına doğru otururken ben en ortalarda, göz önünde bir yere oturmayı tercih ettim. Benimle birlikte 3 kişi daha en ortadaki halkadaydı ve insanlar grup başladıktan kısa süre sonra bize saldırmaya başladılar. Ben de hemen başörtüsüyle ve başörtüsüne duyulan nefretle ilgili sözlerin hedefi haline geldim ki bu zaten normalde başörtülü bir kadının görülmediği bu özel ortamdaki tek başörtülü olarak benim beklediğim bir şeydi. Ancak fark ettim ki, saldırıların tek hedefi başörtülü olarak ben değildim, en ortadaki halkaya oturmayı tercih eden 4 kişiydi. Yani sadece bana değil, yanımda oturan diğer 3 kişiye de saldırdılar. Sonradan grupta en ortaya oturmanın, pek çok kişinin çekindiği bir davranış ve kenarda oturanlara karşı ‘biz daha iyiyiz’ yada ‘özgüvenliyiz’ türünden bir meydan okuma olarak algılanabildiğini öğrendim. Bu şekilde kendimle ilgili çok değerli bir tecrübe yaşamış oldum. Ben uzun yıllar yaşadıklarımdan dolayı biliyordum ki başörtülü olarak bana zaten saldıracaklardı, ben de ortaya oturarak onları önden bir tür provoke etmiş oldum. Böylelikle pasif olarak saldırılmayı beklemekten ya da saldırılan olmaktan, aktif bir şekilde süreci hızlandıran bir pozisyona geçmiş oldum ki, bu bana başörtüme saldırılmasını çok daha kolay dayanılır hale getirdi. Bu şekilde bana yönelen saldırının şiddeti belki daha fazla oldu, ama pasif konumdan çıkıp aktif olarak sürece dahil oldum, hatta süreci başlatan oldum, ki bu insanı tatmin eden bir ‘güçlülük’ hissi. Sonra bunun aslında benim çokça başvurduğum bir strateji olduğunu fark ettim. Yani aslında karşı taraf bana başörtüyle ilgili olumsuz bir şey söylediğinde, bunda bazen benim ‘provokatif’ türden davranışlarımın da rolü olabildiğini görmüş oldum. Bu stratejiyi şüphesiz 14 yaşımdan itibaren defalarca yaşadığım başörtüsü konusundaki sataşma ve saldırılar kapsamında geliştirmiştim. Bu strateji sataşmalarla baş etmemi kolaylaştırıyordu muhakkak, ama aynı zamanda gelecekte yaşayacağım karşılaşmaları da önden ağırlaştırarak zorlaştırıyordu. Çok sayıda katılımcının katılımıyla gerçekleşen ‘Büyük Grup’ Terapisi zaten tam da bunlarla ilgilidir. Fark edilmeyen reflekslerin fark edilir hale getirilmesine ve bu reflekslerin oluşmasına yol açan altyapıların incelenerek, bloke olan iletişim kanallarının açılmasını hedefler.
Ağaç Modeli aslında Psikoanalitik grup terapisinin biraz yapılandırılmış halidir. Bu modelde psikiyatristlerden, grup terapistlerinden, sosyologlardan, tarihçilerden oluşan çok disiplinli bir takım oluşturmak çok önemlidir. Modelin ilk evresi ağacın kökleri, yani ön teşhis aşamasıdır. Çatışmanın olduğu yerdeki iki tarafın bir araya gelmesindeki sıkıntıların, geçmişten gelen yüklerin bilinmesi gerekir. Buna örnek olarak, şu an Viyana’da yaşayan Türklerle Viyanalıların etkileşimlerinde kolektif bilinçaltından aktarılan ‘Viyana kuşatması’ yükü verilebilir. İkinci nokta iki tarafı gözleyecek kişinin nötr bir kişi olmasının önemidir. Bu konuda ben projemde Vamık Hoca’dan bir noktada ayrılıyorum. Vamık Hoca, Ağaç modelinin ancak iki tarafa da ait olmayan, dışarıdan gelen nötr bir takım tarafından uygulanabileceğini savunurken, ben İslam ve Batı arasındaki sorunlar ile ilgili nötr birilerini bulmak çok zor olduğundan, yada ancak Japonya gibi tamamen farklı bir kültürden gelen araştırmacılardan oluşan bir takımın durumu iyice kompleksleştireceğinden, bu sorunu takıma her iki taraftan da araştırmacılar dahil ederek atlatabileceğimizi savunuyorum. Ağacın kökleri yani ön teşhis aşamasından sonra ağacın gövdesi gelir, ki bu en az 2 yıl sürmesi planlanan psikopolitik diyalog görüşmeleridir. İki kesimden katılımcıların büyük ve küçük gruplar halinde bir araya gelmesiyle gerçekleşecek psikopolitik görüşmeler Psikoanalitik/psikodinamik grup terapisi eğitimi almış olan terapistler tarafından yönetilir. Takımdaki sosyal bilimciler de bu görüşmelere eşlik ederler. Amaç iki tarafın arasındaki çatışmaları besleyen, bunları körükleyerek iletişimi bloke eden (kolektif) bilinçaltı sebepleri ortaya çıkarmaktır. Son aşama ise ağacın dallarıdır. Bu aşamada uzun süre psikopolitik görüşmelere katılarak belli bir takım farkındalıklar elde etmesi umulan katılımcıların, gerilimlerin kökenleri ve sürdürülme mekanizmaları hakkındaki bu farkındalıkların toplumda yayılmasını sağlayacak toplumsal projeler geliştirmeleri beklenmektedir.
Ankara, Viyana ve Berlin’de birbiriyle bağlantılı 3 multidisipliner takım tarafından yürütülecek projemizde Avusturya ve Almanya’da Müslümanlara yönelik artan sosyopolitik gerginlikler ile Türkiye’de on yıllardır süregelen dindarlık-laiklik ayrışması etrafında şekillenen toplumsal kutuplaşmayı daha iyi analiz edebilmek ve etkin çözüm stratejileri geliştirebilmek amacıyla Vamık Volkan ve arkadaşlarının politik-psikiyatrik ve grup-Psikoanalitik bir bakış açısıyla geliştirdikleri “Ağaç Modeli ” kısmen adapte edilerek uygulanacaktır. Ağaç Modeli, grup-kimliği ve kolektif ritüellerin etnik/dini/siyasi vb. gruplar arasındaki politik, ekonomik, sosyal, kültürel ve dini ilişkileri şekillendirdiği kabulü etrafında şekillenir. Özellikle toplumsal stres ve gruplar arası uzun süre devam eden gerilimler esnasında, bilinçli ve bilinçaltı psikolojik “zehirler” gruplar arası etkileşimi ve kollektif algıyı kontamine ederek iletişim yollarını ve barışçıl çözüm imkanlarının önünü tıkar. Vamık Volkan ve arkadaşlarının geliştirdikleri Ağaç Modeli karşıt gruplar arasındaki gerilimlere eşlik eden, kollektif algı, iletişim ve diyalog süreçlerini “zehirleyen” psikolojik faktörleri teşhis etmek ve ortadan kaldırmayı hedeflemektedir.
Üç merkezli internasyonel ve multidisipliner bir çalışma şeklinde gerçekleşecek olan bu proje, hem Türkiye hem de Avrupa’daki toplumsal kutuplaşmaları daha derin analiz etme ve ortadan kaldırma yolunda önemli katkı sağlamayı, hem de son yıllarda Avrupa ile Türkiye’nin karşılıklı olarak birbirinden uzaklaşmasına yol açan sosyopolitik ve psikodinamik toplumsal süreçlerin, ve birbirine yakınlaşmayla aktive olan korku ve dirençlerin derin dinamiklerin daha görünür ve anlaşılabilir hale gelmesini sağlayarak Avrupa-Türkiye ilişkilerini daha ileriye taşımayı hedeflemektedir.
Avrupa’da giderek artan İslamofobi tartışmaları ve Türkiye’de yüzyılı aşkın bir süredir devam eden kamusal alanda dinin görünürlüğü ile ilgili tartışmalar arası benzerlikler nedeniyle bu Türkiye-Avrupa merkezli proje, hem iki tarafın kendi sorunlarına belirli bir mesafeden bakabilmesi, hem de sorunların çözümünde karşılıklı tecrübelerden faydalanabilmesi imkanlarını bünyesinde barındırmaktadır.
Hazırlayan: Zeynep Sena