Toplumsal cinsiyet kavramının icadı, literatüre girmesi Simone de Beauvoir’ın düşüncesiyle ilişkilidir. İkinci Cinsiyet kitabının mottosu olan “Kadın doğulmaz kadın olunur” sözünü anımsayalım. Simone de Beauvoir eşitlik isteyen bir düşünürdür. Bugünün diliyle söylersek “toplumsal cinsiyet eşitliği” talebinde bulunur. Fakat ortada bu eşitliği nasıl anlayacağımız ile ilgili bir sorun vardır. Aslında biyoloji bölümüne bakarsak Simone de Beauvoir varlık itibariyle, yani ontolojik olarak, kadın ve erkeğin aynı olmadığını kabul eder. Onun toplumsal cinsiyet eşitliği talebi bir aynîlik iddiasına dayanmaz. Bedenler farklı olabilir, farklı şeyler yapabilir.
Spinoza bir bedenin neler yapabileceğini düşünmediğimizi söyler. Erkeklerin yapabilecekleri bazı şeyler vardır ki kadınların onları yapabilmesi için daha çok çabalamaları gerekebilir. Kadın bedeninin yaptığı fakat erkeklerin yapamadığı bazı şeyler de vardır. Ama öyle şeyler de var ki kadın bedenler de erkek bedenler de yapabilir. Simone de Beauvoir bu farklılıkları elbette bilir ancak bu farklılığa göre bedenleri sıralamanın, bu sıralamaya göre insanlara haklar tanımanın ahlaken ve politik bakımdan doğruluğunu sorgular. Beauvoir’e göre bedenlerin farklılığına rağmen ahlaki ve politik olarak eşitlik talep edilebilir. Çünkü ahlaki ve politik olarak eşitlik, fiziksel ve biyolojik olarak varlığımızın aynı olmasını gerektirmez. Simone de Beauvoir şunun da farkındadır ki, birinci dalga feministler kadınların bir takım politik ve sivil haklara sahip olmasını talep etmişlerdir. Fakat bu hakları aldıkları zaman dahi kadınlar eşit olmamışlardır. Örneğin kadınların seçme ve seçilme hakları vardır fakat kaç tane kadın parlamentoya girebilmiştir? Veya toplumsal ve ahlaki olarak önder konumda ortaya çıkıp, inisiyatif kullanabilen kaç kadın vardır? Devletler kadınlara eşit yurttaşlık hakkı vermiş gibi görünürler ama kadınlara yönelik ekonomik fırsatlar hala çok kısıtlı olduğu ve toplumsal olarak desteklenmediği için aslında kadınların bu eşitliği kâğıt üzerinde kalır ve gerçek anlamda yaşanmaz. Simone de Beauvoir’ın talebi toplumsal cinsiyet eşitliğinin gerçekten yaşanmasıdır. Çünkü eşitliğin gerçekten yaşanması, hakların gerçekten öznesi olabilmek, o hakları eşit bir şekilde kullanabilmek için bir mücadele gerektirir. Feminist mücadele de işte bununla ilgilidir; çünkü hakları almak yetmez, özgürce kullanabilmek önemlidir.
Peki “toplumsal cinsiyet adaleti” nedir? Toplumsal cinsiyet adaleti kavramı bu hakları kullanamamanın gizliden gizliye, örtük bir şekilde engellenmemesi talebi olabilir. Toplumsal cinsiyet adaletsizliği olduğu sürece hiçbir zaman toplumsal cinsiyet eşitliği olmayacaktır. Çünkü toplumsal cinsiyet eşitsizliği biz insanların insan olma dolayısıyla sahip olduğumuz hakların kullanımının, çeşitli sosyal, siyasi, tarihsel mekanizmalarla kontrol altına alınmasından kaynaklanır. Simone de Beauvoir için toplumsal cinsiyet adaleti böyle bir şey olabilir. Ancak, toplumsal cinsiyet adaletini çok özcü bir şekilde tarif etmek yani metafizik şekilde temellendirmek de mümkündür. Örneğin, bu temellendirme bedenlere bir doğa atayarak, onların bir fıtratları olduğunu varsayarak, bunun da ilahi bir tanrı tarafından yaratılmış olduğunu söyleyerek de yapılmaya çalışılabilir. Bu yaklaşımda, değişmeyen cinsiyet farklılığı özüne bağlı olarak belli bazı hakların tanınması söz konusudur. Yani her cinsiyet grubunun ayrı hakları olacaktır. İşte Simone de Beauvoir bu anlamda toplumsal cinsiyet adaletini reddedecektir çünkü ona göre var oluşu önceleyen bir öz yoktur. Varoluşçulukta varoluş özden önce gelir. Ne demektir bu? Önce var oluruz sonra yaptığımız seçimlerle kendimizi, özümüzü kurarız, var ederiz. Bu özün olmadığını söylemek değil, özümüzü biz varoluş içerisinde, bulunduğumuz koşullar her ne ise orada yaptığımız seçimlerle kurarız demektir.
Simone de Beauvoir bir özgürlük düşünürü olmasının yanı sıra ve özgürlük hakkındaki fikirlerine bağlı bir biçimde bir ahlak ve etik düşünürüdür. 1948’de yayımladığı Muğlaklık Etiği adlı kitabında ezilmenin siyasi olarak kabul edilemez olduğunu söylemiş ve ezilmeyi bir problem olarak ortaya koymuştur. 1949 yılında cinsel ezilmeyi sorunsallaştırdığı ve çözüm önerdiği İkinci Cinsiyet kitabını yazmıştır. Elbette, ezilmenin sadece cinsel bir mesele olmadığını da çok iyi bilir.
Muğlaklık Etiği’nde çeşitli ezilme biçimleri vardır. Ezilme biçimleri de insanın var oluşunda iç içe geçmiştir. Bu anlamda Simone de Beauvoir kesişimselliği ortaya atan ilk filozoftur.
Siyaset teorisi çok farklı biçimlerde yapılabilir. Adaleti, insanların birlikte yaşadığı politik bir organizasyonun normlarını koyarak, normatif bir kuram olarak inşa eden düşünürler olduğu gibi bir de siyasi gerçekçilik tarzında siyaset felsefesi yapan düşünürler de vardır. Bunun daha çok Avrupa siyaset felsefesi odaklı olduğu söylenebilir. Bu çalışmalarda, özgürlüklerin aslında eşit verilmediğine dair farkındalık olduğu göze çarpar. Örneğin Carl Schmitt Hitler dönemine tanıklık etmiş Alman bir hukukçudur. Demokratik rejimlerde, toplumda sadece biçimsel olarak bir eşitlik olduğunu söyler. Bir kısım insanın yurttaşlığı yoktur demez ama demokratik toplum homojenliği gerektirir der. Hatta Türkiye’yi de örnek verir parlamento rejimlerine getirdiği eleştiride. 1923’te yazdığı kitabında Türkiye’nin kendi Yunanlı Rum nüfusundan kurtulduğuna işaret eder ve Avusturalya’nın göçmen alırken kendi halkına benzeyen göçmenleri aldığını biliyoruz der. Demokrasinin gerçekten var olabilmesi için nüfusun homojen olması gerektiğini söyler. Bu homojenliğin meydana getirildiğine vurgu yapar. Örneğin Türkiye’de %99 Türk-İslam nüfusun verili olmadığını, meydana getirildiğini söyleyebiliriz. Bu sadece Türkiye’de olmadı. Yahudiler de Nazi Almanya’sında yurttaşlık haklarından mahrum edilip birdenbire vatansız insanlar haline getirildiler. Aslında demokrasilerde insanlar oy verebildikleri durumda bile gerçekten eşit değildiler. Kadınların da durumu buna benzer. Kağıt üstünde seçme, seçilme hakkımız var ama gerçekten eşit değiliz. Simone de Beauvoir gerçekten eşitliğin olmadığını, herkes için geçerli olan eşitliğin de kadınlar için geçerli olmadığını, kadınların toplum sözleşmesine dahil edilmediğini, onlarla sadece bir cinsel sözleşme yapıldığını, kadınların ya anne ya da bir adamın eşi olarak konumlandırıldığını söyler. Birinci dalga feminizm kadınları sözleşmeye dahil etmeye çalışmıştır. Ama politik gerçekçi bir yerden bakarsak bu dahil olma hali gerçek toplumsal ve politik durumu yansıtmadığı gibi onu perdeliyor.
Bir modern siyaset felsefesi geleneğinden, bir de antik çağın siyaset felsefesinden söz edebiliriz. Yani doğal haklar kuramı, doğal hukuk modern çağda da antik çağda da var. Simone de Beauvoir’ı anlamak açısından bu önemli diye düşünüyorum. Çünkü modernliğe özellikle de, Hobbes’a baktığımızda onun siyaset kuramında yaptığı siyasi hak temellendirmesinin modernlik öncesi tarihsel dönemlerde yapılan temellendirmeden ayrıldığını görebiliriz. Orta Çağ’da egemen iktidarını nasıl meşrulaştırıyordu? Basitçe, egemen tanrının temsilcisi olduğunu öne sürerek iktidarını meşrulaştırıyordu. İktidarın siyasi meşruluğu Tanrı’ya dayanıyordu. Modernlikle beraber bu değişti ve egemenlik halkta bulunan bir şey haline geldi. Bu ne demek? Biz birbirimizle bir sözleşme yapıyoruz ve diyoruz ki “Her şey üzerinde sahip olduğum haklardan, eğer sen de kendininkilerden vazgeçersen, vazgeçerim. Gel bunları bir egemene aktaralım, sonra da onun bize verdiği sivil yasalar altında yaşayıp gidelim. Siyasete pek karışmayalım, güvenlik içerisinde kendi özel hayatımıza dönelim, sahip olduğumuz mülke güvenli bir biçimde sahip olalım, hayatımız güvence altında olsun.” Fakat antik çağda doğal hukuk böyle değildi. Yani, salt varlığını sürdürebilmek ve güvenlik istediği için kimse doğal haklarından vazgeçmiyordu. Doğal hak varlığımıza bağlı olarak sahip olunan haktı; yani insanda birtakım güçler, yetiler, potansiyeller, kapasiteler mevcuttu ve insanın bunları gerçekleştirme hakkı vardı. Bu da ancak bir kentte olabilirdi. Kentler kendimizi gerçekleştirebileceğimiz, özgürce yaşayabileceğimiz yerlerdi. Hannah Arendt İnsanlık Durumu adlı eserinde bu “kendini gerçekleştirme” kavramını kamusal alanda sözünü söyleme, herkesin görebileceği bir biçimde eyleme, kendi tekilliğini başkalarına gösterme, hatta başkalarına onlardan daha iyi olduğunu ispatlama, insanların bir araya gelerek nasıl bir hayat yaşamak istiyorlarsa o hayatı kurmaya yönelik olarak meseleleri birbiriyle konuşarak, tartışarak, kendi bakış açısını diğerlerine açıklama, anlatma” gibi ele alıyor. Asıl özgürlüğün kamusal alanda söz söyleme ve eyleme anlamına geldiğini söylüyor.
Antik çağın doğal hukuku ile modern çağın modern hukuku birbirinden çok farklıdır. Bence Simone de Beauvoir’ı anlamamız için antik çağın doğal hukukuna bakmamız lazım. Antik çağın doğal hukuku insanın ruhunda birtakım yetiler görür. Aristoteles’in metinlerinde potansiyeller, kapasiteler, insanın yapabilirlikleri vardır. Bir insanın mutlu olması, onun varlığının kendisini göstermesi, bir manada çiçek açmasıdır. Çünkü bir bitkinin nihai hali çiçeklendiği halidir, varlık amacı o zaman gerçekleşmiş olur. Simone de Beauvoir için de bu böyledir. Önceden belirlenmiş bir özün olduğuna inanmasa da, bazı güçlerin bazı yapabilirliklerin olduğunu düşünüyor. İçinde bulunduğumuz durumda özgürlüğün tamamen namevcut olması bizim kapasitemizi ve yapabilirliklerimizi tam manasıyla kullanamadığımıza işaret ediyor. Bu da aslında, kavramı kendisi kullanmasa bile, bana göre, onun “toplumsal cinsiyet adaletsizliği” diye tanımlayabileceği şeydir. İleri sürdüğüm tezi temellendirmeye çalışayım: Simone de Beauvoir’a göre “aşkınlık” ve “içkinlik” gibi kavramlar aslında varoluşun boyutlarını belirtir. Aşkınlık boyutu, belki de, Hannah Arendt’in dediği gibi, dünyada sözünü söyleme, kendini ifade etme, kendisi olma, özel alandan çıkıp birileri ile bir araya gelme, birlikte eyleme, bir şekilde bir araya gelip iş birliği yaparak bir şeyler yaratmaktır. Aşkınlık özgürlüğün dünyada görünmesi, kendini göstermesidir. Metafizik arka planına baktığımız zaman “özgürlük” ve “aşkınlık” Sartre’ın kullandığı bir terimdir. Sartre bunu bilincin temel bir özelliği olarak kavrar. Özneyi düşünürken bilincin aşkın olduğunu vurgular. Aşkın derken ne kastediyor? Bilince bir nesne muamelesi yapılamaz, yapmamalıyız. Nesne bilinci aşar, ona indirgenemez ama nesnenin aşkınlığı bilinçteki gibi bir aşkınlık değildir. Bilinçte aşkınlık sürekli hareketi ima eder. Sartre Varlık ve Hiçlik’te bilinç için “Ne ise o değildir ne değilse odur” der. Demek ki bilicin aşkınlığında sürekli bir olumsuzluk ve kendisiyle çatışma, kendini olumsuzlama var. Onda geldiği her noktanın dışına doğru bir hareket ve devinim olması kaçınılmaz. Bu yüzden bilincin bir kimliği yoktur. Kendimize bir kimlik verebilmek için bilincimizle sürekli mücadele ederiz. Kendimizi bir yerde tutmaya, bir noktada durdurmaya çalışırız. Biz bir masa veya sandalye gibi öylece duramıyoruz, çünkü hayatımızın özü imkanlardan müteşekkil. Bizim meydana getirdiğimiz her şey, dünya kurucu olan eylemimiz de aslında bu aşkınlık sayesindedir. Çünkü aşkınlık var olan imkanlarla ilişki kurmak suretiyle ortaya çıkar ve her zaman gelecekle ilişkilidir. Aşkınlık geçmişten devşirdiğimiz imkanlar ve kendimizdeki yetilerle henüz orada olmayana yönelmektir. Bu aşkınlık metafizik düşüncede bulunan tanrı ile bütünleşme ve tanrıya yönelmek anlamındaki aşkınlıktan farklı. Sartre ve Beauvoir da aşkınlık dünya ile ilişki, dünyanın belli bir halini aşma, kendinin verili olan belli bir halini aşma, nihai bir bütünleşme hayali yok.
Antik çağın doğal hukukunun varoluşçuluk ışığında yeniden yorumlanması sayesinde Simone de Beauvoir bize bir şey söylemiştir. Basitçe nedir bu peki? Kendimizi gerçekleştirmek için toplumsal cinsiyet adaletsizliğin ortadan kalkmasına ve toplumsal cinsiyet eşitliğin hasıl olmasına ihtiyacımız var. Ancak ondan sonra özgürlüğün bilfiil yaşanması mümkün olabilir. O halde, toplumsal cinsiyet eşitliği bir idealdir. Görünüşte kâğıt üzerinde, biçimsel olarak var sanabiliriz ama gerçekte olmayabilir. Bir kadının kendisine yasalarda verilen hakları kullanabilmesi bile çok şeyi gerektirebiliyor. Yani hali hazırdaki durum içerisinden çıkabilmek ve kendi gücünü açığa çıkartmak, toplumsal gerekçeler ve iktidar ilişkileri yüzünden oldukça zor olabiliyor. Elbette burada bizlerin içselleştirdiği şeyler de var. İnsanın sadece dışarısıyla değil, kendisiyle de bir mücadele vermesi gerekiyor.
Simone de Beauvoir kendisini de toplumsal cinsiyet eşitsizliği durumu içerisinde buluyor. Bunun nasıl mümkün olmuş olabileceğine dair bir düşünüm yapıyor aslında. Eğer verili olduğu gibi, yaşadığımız gibi bir eşitsizlik ortamında isek ne olmuş olmalıdır ki bu durum ortaya çıkabilsin. Bu soruya interdisipliner bir tarzda çeşitli alanlardan, örneğin psikolojiden, tarihten, antropolojiden beslenerek cevap vermeye çalışıyor. Çeşitli tarihsel varoluş biçimlerini, toplumsal örgütlenme biçimlerini ayırt ediyor, sıralıyor. Örneğin doğa hali içerisinde, tarım kültürü içerisinde kadınların varoluşu nasıldı? Çeşitli anları tefrik ederek ve birbirine bağlayarak diyalektik bir açıklama yapmaya çalışıyor aslında. Bu diyalektik açıklama bir önceki aşamada neler olduğu ve bu alanın bizi bir sonraki aşamaya nasıl taşıdığı ile ilgili. Basitçe şöyle özetleyeyim: Doğa halinin başında kadınlarla erkekler arasında çok anlamlı farklar yok. Kadınlar da kendilerini koruyabiliyor, beslenebiliyor, erkeklerin yapabildiği şeyleri yapabiliyorlar. Hamilelik ve çocuk o toplumda bir engel teşkil edebiliyor ama çocuklar o toplumda çok kıymetli değil. Tarım toplumuna geçtiğimizde ise kadının yaratıcılığı, doğurganlığı ve çocuklar daha değerli hale geliyor çünkü o toplumda büyük aile gerekiyor. Çocukların değersiz olduğu bir toplumsal yaşama biçiminden daha değerli oldukları bir toplumsal var oluş biçimine geçiliyor. Doğurganlık daha önemli hale geliyor. Doğanın doğurganlığı ile kadının doğurganlığı arasında analojik bir ilişki de kuruluyor. Aslında erkek zaten kadının doğum yapması ile kendisi arasında nedensellik bağı kurmuyor. Cinsel ilişki ile doğum arasında bir sebep sonuç ilişkisi olduğu akıllarına gelmiyor. Doğum onlar için tanrılara bağlı bir biçimde gerçekleşen ilahi bir olay. Kadın sembolik olarak tanrıçaya benzer ilahi bir statüde. Erkek kadının doğurganlığından korkuyor ve bu korkuya bağlı bir biçimde ona saygı duyuyor. Fakat zamanla tarım toplumu içerisinde yaşam devam ettikçe erkek doğayı amaçlarına hizmet edecek bir biçimde kullanabilme ve onun üzerinde etkide bulunarak birtakım sonuçlar alabildiğini gördükçe; araç, alet, edevat kullanarak doğayı bazen dize getirebildiğini fark ettikçe kadınla ilişkisi de değişmeye başlıyor. Kadın yarı tanrıça konumundan hizmetkar konumuna indirgeniyor. Tanrıça ile hizmetkar arasındaki bu muğlaklık bize miras kalmış. Bugün de aile içerisinde “bizim eşlerimiz, kızlarımız sultandır” söylemi vardır. Bir yandan sultansın ama bir yandan da senden hizmet etmen beklenir. Bu muğlaklık işte o zamandan beri var. Kadını tanrıça konumuna yükselten de, onu oradan indiren de erkek. Erkek kadının statüsünü al aşağı edebilmiş çünkü zaten kadını o mertebeye çıkaran da kendisi imiş.
Simone de Beauvoir, Hegel’de de bulabileceğimiz gibi, hizmetkâr ile köle arasında bir ayrım yapıyor. Köle en nihayetinde özgürleşme ihtimali olan bir varlıktır. Hegel’e göre köle bir ölüm kalım mücadelesine girmiş, kendi hayatını riske atması gerekmiş ancak ölümü göze alamadığı için savaştan cayıp geri adım attığı için köle olmuş bir bilinçtir. Simone de Beauvoir kadının hayat verme özelliğinden ötürü hayatını riske atamadığını söyler. Kadın hayat veren bir varlık olduğu için, tıpkı köle gibi hayatını riske atmamış ve tabi olmayı tercih etmiştir. Çocuklarının ve kendisinin yaşamı kadın için önceliklidir. Peki köle-efendi diyalektiği içerisinde kadın-erkek arasındaki fark, cinsiyet farkı nasıl ele alınmalı? Mutlak efendi ölüm karşısında köle önce meydan okuduğu halde nihai noktada ölümden korktuğu için diğer bilince tabi olmayı kabul eder. Antik çağda köleliğin ne olduğunu hatırlarsak bunu daha iyi anlarız. Diyelim ki Atina ile Tebai arasında bir savaş oldu ve Atinalılar Tebai’yi fethettiler. Savaşı kazandıkları için istediklerini köle yaparlar, Tebai’de yaşayan bazılarını öldürürler, işlerine yarayanı alırlar. Bir bakıma köle aslında savaşı kaybettiği için çoktan ölmüş sayılan biridir. Sahibi onun ölümünü erteler sadece ve onu öldüreceği veya doğal ölümle ölmesine izin vereceği zamana kadar çalıştırır. Tebai’nin en aristokrat, en soylu insanları da savaşıyor ve köle olabiliyorlardı. Köle olmanın herhangi bir ırka veya etnisiteye mensup olmakla ilgisi yoktu. Adil bir savaşa girmek ve o savaşı kaybetmekle ilgiliydi. Ölüm karşısında geri adım atıp köleliği kabul etmekti. Fakat tabi olduğu efendi ile kölesi arasındaki ilişkinin de bir diyalektiği vardı. Köle efendiden korktuğu için disiplinli bir şekilde çalışır, ondan öyle korkar ki onun karşısında dizlerinin bağı çözülür. Bu korku onu disipline sokar, o disiplinle çalışır, yaratır, doğayı değiştirir. Doğayı şekillendirdikçe doğaya verdiği şekilde kendisini görür ve böylece kendisini yeniden tanımlar ve öz bilince ulaşmasının yolu açılır. Bu öz bilince ulaşma sonucunda efendi köleyi eninde sonunda bir bağımsız bilinç olarak tanımak zorunda kalır. Bu bakış açısı Marx’ı da çok etkilemiştir. Fakat kadının durumu kölenin durumundan farklıdır.
Simone de Beauvoir’ın çok önemli bir iddiası da ataerkil kültürlerin tarihi boyunca erkeğin özne kadının “başka” olarak görüldüğüne ilişkindir. Bu tarihsel olduğu için olumsal (yani olmaması çelişkili olmayan) ancak sembolik olarak ataerkilliğin hâkim olduğu her yerde Beauvoir’ın geçerli saydığı, yani evrensel statüde bir önermedir. Köle “de” bir insandır. Özgürlüğü yoktur ama “başka” değildir. Ya da “başka” olsa bile erkek özneye göre başkadır; başkalığı görelidir. Bazı açılardan başka olduğu halde aslında aynı demektir bu. Oysaki kadın “mutlak başka”dır. Kadının kölenin geçtiği deneyimden geçemiyor olması, sonunda bağımsız bir birey olarak tanınmıyor olması onun mutlak başka konumuna sıkışmışlığıyla, bu konumdan çıkamamasıyla ilgilidir. Antik çağ bağlamında konuşuyorsak eğer mesela baba o kadar güçlüdür ki istese çocuğunu öldürebilir, kanunlar bile onun babalık hakkını tanır ve böyle bir edimi cezalandırmaz. Ataerkil sembolik sistemde baba neredeyse tanrı konumundadır.
Hegel kadınlara şüpheyle bakmış bir düşünürdür. Onlardan söz ederken onları “cemaatin ebedi ironisi” olarak niteler. Zira kadın ne yapar eder kendi oğlunu destekler. Hatta onda gerekli meziyetler yoksa ve onun geldiği konuma gelmesi herkese zarar verecek, milletin varlığının altını oyacak bile olsa, kendi çocuğunu oraya getirmeye çalışır. Devletin onun çocuk doğurmasına ihtiyacı vardır çünkü kadınlar çocuk doğurmazsa devlet için askerlik yapacak erkekler olmayacaktır ama kadın aynı zamanda da şüpheli bir varlıktır çünkü devletin amaçlarına hizmet etmek yerine ailenin özel amaçlarına hizmet eder. Kısacası, kadının bir şekilde devlete tabii olmadığını, devletin altını oyabilecek varlık olduğunu söyler. Erkek çocuk meselesi de çok önemli çünkü erkek çocuk aynı zamanda kadını ezilen bir varlık olarak özel alanda güçlendirir. Patriarkal ataerkillikte erkek çocuk önemlidir. Sadece Müslümanlıkta değil, Batı’da, Antik Çağ’da ataerkilliğin olduğu her yerde bu böyledir. Nihayetinde kadınların da erkek çocuk doğurduğunda kendini güçlü hissetmesi tamamen ataerkil sistemden kaynaklanır. Bu yüzden ataerkil kültürde kadın kendisini erkek çocuğu olana kadar yeterince sağlam ve güçlü hissetmiyor.
Öteki ve başka olmak meselesine dönersek erkek her zaman özne, kadın her zaman mutlak başkadır. Aslında bu antropolojiden gelen bir saptama. Claude Levi-Strauss’un Akrabalığın Temel Yapıları diye bir kitabı vardır. Akrabalık ilişkilerini yapısalcı bir şekilde çözümler ve evliliği şöyle tanımlar: “Evlilik bir erkeğin mutlak başka ile bir araya gelmesidir”. Bütün evlilik ritüellerini bununla ilişkilendirir. Simone de Beauvoir’ın Claude Levi-Strauss’dan alarak kullandığı bir önermedir bu. Yani evlilik iki öznenin birliği gibi bir yapıya delalet etmez, bir öznenin mutlak başka ile evlenmesi sonucunda ortaya çıkan bir kurumdur. Simone de Beauvoir’ın projesi ise mutlak başka olma konumundan çıkmaktır. Toplumsal cinsiyet eşitliği özneleşmek ile ilgilidir. Mutlak başka olduğumuz o sembolik konumdan çıkmak mümkün müdür? Bunu yapmak bütün kültürümüzün altında yatan sembolik yapılarla bir mücadeleyi gerektirir. Bu sadece bir kültür değildir. Batı kültürü de İslam kültürü de aynı sembolik yapıya sahiptir. İşte bu sembolik yapıyla problem yaşıyoruz. Peki nasıl olacak da sembolik sistem içerisindeki konumumuzu bırakıp özne konumunda olabiliriz? O konumu aldığımız zaman toplumsal cinsiyet adaletsizlikleri ortadan kalkacak. Çünkü o konum yüzünden biz hala toplumsal cinsiyet adaletsizliği veya eşitliğin gerçek olmaması gibi problemlerle boğuşuyoruz. Elbette sembolik yapı çok güçlü. Ataerkillik farklı kültürlerden, farklı dinlerden çok daha güçlü sembolik yapısıyla geliyor, hepimizin hayatını esir alıyor ve biçimlendiriyor. Bizim düşünme biçimimizi de şekillendiriyor. Özneleşebilmemiz için ne yapmamız lazım, bunu nasıl aşabiliriz?
Toplumsal cinsiyet eşitliği özne konumunda olabilmek ile ilgili. Bunun için de çok büyük mücadele gerekiyor. Bazen Simone de Beauvoir şunu da söyler; orta sınıf Fransız kadınlar için evde olmak çok güzel, hizmetçileri, bakıcıları var, işe gitmeye de hazır değiller, hayatları da gayet iyi. Kadın hayatı zaten güzelken neden bir şeyler üretmeye, ekonomik bağımsızlığını kazanmaya, kendi ayaklarının üzerinde durmaya, kendini gerçekleştirmeye çabalasın? Proleter sınıftan, daha alt sınıftan kadınlar için durum farklı. Onlar eşit işe eşit ücret istiyorlar, zaten fabrikada çalışıyorlar, var olmak için para kazanmak zorundalar. Simone de Beauvoir’ın projesi onlara daha anlamlı geliyor ve eşitsizliğin giderilmesini istiyor. Dolayısıyla feminizmle ilgili hiçbir sorun yaşamıyor olabilirler. Ama daha orta sınıf ve üst sınıf kadınlara geldiğimizde durum böyle değil.
Simone de Beauvoir de üst ve orta sınıf bir aileye doğuyor. Çok güzel bir çocukluk geçiriyor. Annesi zaten burjuva bir aileden geliyor ama aile Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra büyük bir ekonomik sıkıntıya düşüyor ve bu sıkıntıları aşamıyor. Baba evi terk ediyor. O zamanlar Fransızlarda çeyiz hazırlama adeti var. Ne kadar iyi hazırlanmışsa o kadar iyi bir evlilik yapılacağına inanılıyor. Fakat ailesi Simone de Beauvoir’a öyle bir çeyiz ve para veremiyor. Simone de Beauvoir da “Evlenmeyeceğim, ben çalışarak kendi hayatımı kendim kazanacağım” diyor ve bütün hikâyenin dışına çıkmış oluyor. Sartre ile ilişkisinde iki sene birbirleri için asıl eş olma sonra da başkalarını da hayatlarına alma üzerine anlaşma yapıyorlar. Başkaları ile birlikte olmayı ihanet saymıyorlar. 50 sene bu böyle devam ediyor. Marjinal kişilikleri ile de aslında çok ilgi çekiyorlar. Böyle marjinal bir hayat o zaman Fransa’da yok. Alternatif bir ilişki kurma, âşık olma stili yaratıyorlar. Mesela Beauvoir Amerika’ya gidiyor, “Gün be Gün Amerika” diye bir kitap yazıyor. Orada bir adamla (Nelson Algren) tanışıyor, Sartre hayatında varken bu adamla birlikte oluyor. Ona çok âşık oluyor ama Sartre olduğu için adamla monogamik bir ilişkiye giremiyor. Adama çok aşık olmasına rağmen verilmiş biz söz olduğundan Sartre’ı hayatından çıkartamıyor, acı çektiği halde böyle bir karar veremiyor. Sonunda da adam başka birisi ile evlenerek bu işi bitiriyor. Sartre öldükten sonra Simone de Beauvoir birkaç sene daha yaşıyor. Öldükten sonra ise parmağında Nelson Algren’in verdiği yüzükle beraber Sartre ile aynı mezara gömülüyor.
Evlilik kurumu Simone de Beauvoir’e göre patriyarkal bir kurum. Mutlak başkanın mutlak bir korkutuculuğu var. Mutlak başka demek bir tür radikal öteki demek. Bu kitapta “Ebedi dişi miti” diye bir şey geçer. Ebedi dişi miti kadının mutlak başka olmasına dayanır. Ebedi dişi mitinde tanrıça ve hizmetkar ikiliği vardır. Mutlak anlamda ötekileştirilen bir varlıktır kadın. Simone de Beauvoir’ın aslında söylediği şey varoluşçu hümanizme uygun düşen bir biçimde kadının da insan olduğudur. Mutlak başka olduğumuz ölçüde insan sayılmıyoruz. Belki de başka türlü var olmak başka türlü bir hayat sürdürme imkânı olmadığı için mutlak başka pozisyonuna giriyoruz. Hikâyenin bize oynamamızı istediği rollere giriyoruz. Biz bu sembolik yapıda, bu konumda olmayı niye kabul ediyoruz? Niye ataerkillikle iş birliğine giriyoruz?
Yukarda anlatmaya çalıştığım gibi, Simone de Beauvoir’a göre doğayla ilişkinin değişmesi kadının değişmesine sebep oluyor. Simone de Beauvoir belli bir öz olduğunu düşünmüyor. Ona göre ne bir erkek var oluşu ne bir kadın var oluşu bir özle önceden belirlenmiş değil. Ama sembolik yapıda temelde bir eşitsizlik var. Mutlak başka pozisyonun nasıl kurulduğu sorusu bizi psikanalize götürmeli belki de. İşte bu sembolik yapıya odaklandığımızda ikinci dalga feminizmle Simone de Beauvoir’ın düşüncesi arasındaki ilişkiyi de kurmuş oluruz. Zira ikinci dalgada sembolik yapıyı sorgulamadan ve değiştirmeden toplumsal cinsiyet eşitliğini yaşamanın çok kolay olmayabileceğine ilişkin farkındalık iyice ön plana çıkıyor.