TÜRKİYE’DE İLİM TOPLUM VE TARİH ÜZERİNE
Prof. Dr. Tahsin Görgün/ISAM
Önce beni davet ettiginiz için teşekkür ediyorum. Sözlerime başlarken hepinizi hürmetle selamlıyorum.
1. İlim Meselesi İle İlgili Bazı Gözlemler
Türkiye de ilim konusu özellikle son iki y.y’da epeyce karışık bir görüntü arz ediyor. Neye ilim denildiği sorusu epeyce farklı bir şekilde sorulup cevaplandırıldığı için, Batılılaşmadan önce ilme ulaşmanın yollarıyla Batılılaşma sonrasındaki yollar arasında önemli farklar bulunmaktadır. Bu farkları muhtelif cihetlerden kavrayıp, isimlendirebiliriz. Misal olarak iki ciheti, klasik dilimizdeki söyleniş şekliyle, ilmin mahiyeti ve fâidesi cihetlerini, söyleyebiliriz. Bunlardan ilki doğrudan “ilmin mahiyeti”, yani “ne olduğu” ile alakalıdır. İkinci cihet ilmin “manası”, yani ilmin “bizim hayatımızda edindiği yer” ile alakalıdır.
İlim her halükarda bilgi ile alakalıdır; ancak biz her bilgiyi “ilmin” parçası olarak kabul etmiyoruz. Mesela günümüzde yaygın olan bir tavra göre “bilimsel” bilgiyi, “günlük” veya “gündelik” bilgiden ayırmaktayız. Yani biz bazı “bilgilere” ilim, -veya daha farklı bir ifade ile, bilimsel- diyoruz, bazılarına demiyoruz. Bu çerçevede mesela “18. yüzyıl Türkiye’sinde neye ilim deniliyordu ve bu ilim denilen şeyin fertlerin ve toplumun hayatındaki yeri ne idi” sorusunun cevabını bulup, “günümüz Türkiye’sinde neye ilim deniliyor? ve bu ilim denilen şeyin ferdi ve toplumsal hayatımızdaki yeri nedir” sorusuna vereceğimiz cevap ile mukayese edebiliriz. Önemli noktalardan birisi üç asır öncesinde bu topraklarda yaşayan insanların hayatlarına yön veren “bilgi”leri ile bugün yaşayan insanların “bilgi”leri arasında bazı mühim farklar olmakla birlikte, kesinlikle göz ardı edilemeyecek, hatta dikkatli bir şekilde incelendiğinde tayin edici olduğu fark edilen, müşterek bir zeminin bulunduğu görülebilir. Yani bu bilgiler bir süre “yanyana” bulunmalarına karşılık, zaman içerisinde, “birlikte” etkin varlıklarını sürdürmeye devam etmeleridir. Bugün bir taraftan “kimya” dediğimiz zaman büyük ölçüde üç asır önceki kastedilen kastedilmediği bir vakıa olmakla birlikte, bu toplumda insanlar kelime-i şehadet getirip, Ramazan ayında oruç tutmakta, Cuma günleri Cuma namazı kılmakta, bütün yerleşim merkezlerinde beş vakit ezan okunmaktadır. Kimya bilgi ile alakalı olduğu gibi, oruç, ezan ve namaz da bilgi ile alakalıdır. Bu “bilgi”ler insanların hayatında birlikte etkin varlıklarını sürdürmektedir.
Bahsedilen bilgilerin etkin varlığı en azından üç ayrı seviyede farkedilebilir: bunlardan birincisi fetlerin hayatıdır. Fertler gündelik ve iş hayatlarında bu bilgilerle birlikte ve bu bilgilere göre yaşıyorlar: yani kararlarını alırken ve uygularken bu bilgilere dayanıyorlar. Mesela insanın evinde hangi eşyaları bulunduracağı, yatağından kalktığında ne yapacağı, lavaboya girerken ve çıkarken ne söyleyeceği, mutfakta hangi yemeği pişireceği, sokakta nasıl yürüyeceği, karşılaştığı insanlara nasıl selam vereceği ve evinde yemeği yerken nasıl davranacağı bu bilgi türüne/seviyesine aittir. İkinci seviye ise toplumsal hayattır. Toplumsal hayatta da insanlar fiillerini birbirlerine uyarlarken, karşılıklı olarak, herkesin bu bilgileri böylece bildiğini varsayarak davranmakta ve netice itibariyle insanlar düğünlerde, bayramlarda olduğu kadar başka insanlarla birlikte geçirdikleri gündelik hayatlarında müşterek bir “bilgi” zemininde sosyal hayatlarını sürdürmektedirler. Bu mevzuyu daha fazla yaymadan ve derinleştirmeden şunu söyleyebiliriz: bütün insanların hayatlarında sokakta nasıl yürüneceğinden, bir süpermarkette nasıl alış veriş yapılacağına, bir toplu taşım aracına nasıl binileceğine kadar etkin olan müşterek bir bilgi vardır ve bu bilgiler, insanlar tarafından müşterek olarak bilinmekte ve gereğince davranılmadığı durumlarda, en azından büyük bir çoğunluk tarafından, bir “ihlal” olduğunun farkına varılmaktadır. Ev dışında, mesela bir lokantada, nasıl yemek istenilip yenileceği de bir bilgi ile gerçekleşmektededir ve bu bilgi, evde yemek yenilirken dayanılan bilgiden farklıdır. Bu seviyedeki bilgilerde, üç asır öncesine göre, önemli farklılıkların ortaya çıktığı söylenebilir. Bu farklılıkların tamamını sıralamak mümkün olmadığı gibi, bizim buradaki mevzumuz açısından, gerekli de değildir. Ancak geçmişte insanların alış veriş yaparken kullandıkları “bilgileri” ile bugün kullanılan “bilgiler”in aynı olmadığı açıktır. Bu durum bu bilgilerin birbiri ile çeliştiği, birinin diğerini ikame ettiği gibi bir düşünceye götürmemelidir. Burada söz konusu olan sadece farklılıktır. Bu çerçevede toplumsal ilişkilerinde insanların bugün daha “dünyevileştiği” gibi bir iddianın, en azından bizim toplumumuz açısından, kolayca iddia edilemeyeceğini söyleyebiliriz. Üç asır öncesinde de insanlar sosyal hayatlarını bir dünya içinde ve bu dünyayı teşkil eden bilgiler içinde gerçekleştiriyorlardı, bugün de; aradaki fark, üç asır öncesinde dayanılan bilgiler, dünyevi bilgiler olmakla birlikte, bugüne nispetle din ile irtibatı daha fazla açığa çıkartılmış, daha fazla bilinen bilgilerdi. Bugün bu noktada insanların sosyal hayatlarında tabi oldukları bilgilerin önemli bir kısmının din ile olan irtibatının ya tam farkında olmadığını, veya bu irtibatı gereği gibi keşfetmemiş olduğunu söyleyebiliriz. İşte tam da bu noktada üçüncü seviye ile karşılaşmaktayız: Bu seviyede insanlar yine “bilgi” ile davranmakta iseler de, artık “kendileri” olarak değil, içinde bulundukları ve kendileri tarafından tanımlanmayan “konumları”nın kendilerine yüklediklerine bağlı olarak kararları almakta ve uygulamaktadırlar. Bir öğretmenin öğretmen olarak hangi “bilgileri” talebelere öğreteceği, alanı ve okul denilen kurum tarafından belirlenmiştir. İyi bir öğretmen, kurumsal olarak belirlenmiş olan bu konuma muvafık olarak, “görevini” yerine getiren öğretmendir. Aynı durum hakim, savcı, müdür, müstahdem, subay, siyasetçi, işletme sahibi ve bir işletmede muhtelif konumlarda çalışan insanların her birisi için geçerlidir. Kısaca bu seviyeyi şöylece tasrih edebiliriz: Bir kanunla veya kanun benzeri bir düzenleme ile tanımlanmış konumlar, bir bilgiye dayandığı gibi, belirli bir bilgiyi öngörmekte, ve bu bilgiye bağlı olarak yürümektedir. İşte tam da bu seviyede üç yüz yıl öncesi ile mukayese ettiğimizde tayin edici farklarla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Şu anda mevcut olan “kurumlar”ın neredeyse hiçbirisi üç yüz yıl öncesindeki herhanigi bir kurum gibi çalışmamaktadır. Buradaki “gibi” oldukça önem arzetmektedir. Buna burada kısaca şu şekilde işaret edebiliriz: üç asır öncesinde “konumlar” ve konumların gerektirdiği “bilgiler”, daha önce söz konusu olan toplumsal ve ferdi bilgilerle çelişmeyip, onların bir tür “devamı” iken, günümüzde kurumlarda geçerli ve etkin olan “bilgiler”, gündelik hayatta ve toplumsal hayatta etkin olan bilgilerden sadece farklı değil, onlarla özü itibariyle uyuşmayan “bilgiler” olarak tebarüz etmektedir. İşte tam da burada bir sorun ortaya çıkmaktadır. Yani buradaki fark, gündelik hayattaki ve toplumsal ilişkilerde tespit edilebilecek bir “kemmiyet” farkı olmayıp, bir “keyfiyet” farkı olarak taayyün etmekte; bu sebeple de mesele sadece bazı şeylerin şu veya bu oranda bilinmesinden daha ötede, bilgilerin keyfiyeti cihetinde ortaya çıkmaktadır. Bilgilerin keyfiyetindeki farklılık, nihai olarak, varlıkla ve insanların varoluş siygaları ile alakalı olduğu için, ayrı bir ehemmiyet kazanmaktadır. Esas mesele de tam bu noktada ortaya çıkmaktadır. Bizim günümüzde sosyal bilimler meselesini müzakere ederken dikkate almamız gereken böylesi üç seviye mevcuttur. Biz bu seviyeleri dikkate almazsak, bir çok şeyi gereği gibi kavrama imkanına tam anlamı ile sahip olamayız.
Günümüzde ilim veya daha farklı bir ifade ile “bilim” denildiğinde, kabaca “bilimsel kurumlarda” öğretilen şeylerin toplamı kastedilmektedir. Bu çerçevede bilimsel kurum, üniversitedir. Türkiye’de üniversitede yer edinemeyen ve üniversite mensupları tarafından kabul görmeyen hiçbir şey, “bilimsel” olarak da kabul edilmez. Türkiyede Ünversite’de çok çeşitli alanlarda talebe kabul edilmekte ve çok çeşitli alanlarda “bilim adamları” öğrenci yetiştirmekte, yani kendi “bildiklerini” genç kuşaklara “nakletmekte”dirler. Eğitim de genellikle böyle tanımlanmaktadır: önceki kuşakların “bilgilerini” yeni kuşaklara “aktarmaları”. “Bilim adamlığı” konumu, üniversite kurumu içinde varlığını ve anlamını kazanmaktadır. Üniversite ise bir “devlet kurumu”dur. Bilim adamlarının neleri bilgi olarak kabul edeceği, bu konumun ön gördüğünden bağımsız olamaz. Bu demek oluyor ki, nihai olarak “bilim” ile ilgili mesele, bir “devlet” meselesi haline gelmekte; bu çerçevede de siyasallaşmaktadır.
Üç asır öncesine kısaca bir atf-ı nazar edecek olursak, o dönemde “ilim” denildiğinde kastedilenin bazı önemli özellikleri olduğunu farkederiz. Bu özelliklerden birisini biraz önce işaret etmiştik: günlük hayatımızda etkin olan bilgilerimiz ve toplumsal hayatta etkin olan bilgilerimiz ile organik bir bütün teşkil etmesi. Bu çerçevede işaret edeceğimiz ikinci özellik, kısaca “tahkik” terim ile ifade edilmektedir. Üç asır öncesinde insanların bilgileri/ilimleri kabaca taklid ve tahkik olarak iki kısma ayrılmakta, taklid mutlak olarak reddedilmemekle birlikte, yeterince “güvenilir” olarak kabul edilmemekte; güven ise sistematik bir temellendirmeyi ifade eden tahkik yoluyla bu bilgiye kazandırılmaktaydı. Taklidi olan hemen yanlış olarak kabul edilmemekte, sadece güvenilirliğinin tahkik edilmemesi/henüz edilmemiş olması anlamında, biraz da “bilim öncesi” bilgileri ifade etmekteydi. Ancak taklidi olan da tahkiki olan gibi bilgi idi ve bunlardan birisi diğerinin “aleyhine” bir varoluş sergilemiyordu. Günümüzde durumun epeyce farklılaştığını; özellikle son yüz elli yıl içerisinde muhtelif kanallarla gerçekleşen bir “transplantasyon”, bir “nakil” yoluyla, geleneksel anlamı ile taklîdi olan yerine, yeni bir taklidin ikame edildiğini söyleyebiliriz.
Burada taklitte merci değiştirenlerin, siyasal olarak etkin konumda olanlar olduğu ve siyasallaşma neticesinde, hayattaki “zenginleşme” kaynağının da, emek ve zenaat olmaktan çıkıp, siyasal konum haline gelmesi ile birlikte, yeni taklitçiliğin sadece ferdi ve şahsi bir tavır olmaktan çıkıp, bu topraklarda yaşamakla birlikte, kendi kendisini Batı’ya nispetle tanımlayan bir “zümre” ile alakalı bir hal alması önem arz etmektedir. Buradaki temel sorun taklidin olması veya olmaması olmayıp, tahkike el veren ve vermeyen bir taklid tarzının etkin olması ile nitelenebilir. Daha önce taklid edilen şeyler, tahkik edilebilir olmakla, onlar üzerinde, aslı bizde olması ve bize ait olması sebebi ile, bizim tasarrufumuza açık durumda idi; yeni taklidin mercii olan şeyler, bize ait ve bizim tasarrufumuza açık olmadığı için, tahkike el vermemektedir. Aslında yaşanılan sorunların önemli bir vechesini tahkike el vermeyen bir taklid yolunun tutulması teşkil etmektedir. Mesele kendisini çok açık bir şekilde ilim alanında izhar etmektedir.
Bugün çok yaygın olarak ve genellikle bu taklidi tavrı işaret eden bir şekilde içinde yaşadığımız asrın bir ilim ve teknoloji asrı olduğu söylenmektedir. İlmin her şeyin kaynağı ve ölçüsü olduğu ile ilgili söylem de oldukça yaygındır. Ancak burada söylem ile hakikat arasından bir mesafe bulunmaktadır ve bu mesafe de, ağırlıklı olarak bir “alakasızlık” olarak gözükmektedir. Günümüzde hayatını tanzim etmek için üniversiteye giden herhangi bir talebenin bulunduğunu söylemek oldukça zorudur. İnsanlar üniversiteye hayatı öğrenmek için değil, “hayatını kazanmak” için, yani, en iyi ihtimalle bir meslek öğrenmek için yönelmektedirler. Hayat, devletin tasarrufu ve tasallutu altında olduğu için de, nihai olarak yöneliş, devlete kapağı atmak veya devlete “memur” olmak ufkunda cereyan etmektedir. Bu tavrı bizim klasik geleneğimizdeki ilim ile ilgili söylem ile karıştırmamak gerekmektedir. Klasik geleneğimizde ilim bütün faziletlerin kaynağı olan bir fazilet olarak kabul edilerek, insanın bilmesi, birileri üzerinde tahakküm ve tasarruf imkanınnı genişletme olarak değil, kendi varoluş şartları hakkında bir “bilgilenme”, dolayısı ile, zaten ve vasıtasız olarak bildiğinin farkına vararak, bunun asılları ile irtibatını keşfetmek, yani tahkîke yönelmek olarak tebarüz etmektedir. Bilmek kendi başına bir amaçtır. Ve bilgi, insanda hal olarak gözükür. İlmin dindarlığın esası olması demek te tam da bunu ifade etmektekdir. Kendi klasik geleneğimizin içerisinde ilmin tayin edici rolü olduğunu hep söylüyoruz. Bütün klasik kitaplarımız ilim olmadan din olmayacağını anlatır. Bu yüzden bizde tahkik çok önemlidir. Kısaca tahkik, taklid olmadan olmaz; ancak her taklid tahkike elvermez. Tahkike el veren taklid, ve taklidi tahkik ederek, onun üzerinde gerekli tasarruflarda bulunmak sahih toplumsal gelişmenin esasını teşkil eder.
Burada belki kısaca bir hususu tasrih etmek gerekir. Bizim klasik dilimizde kullanılan “tahkik”in modern ifadesi -tam kapsamamakla birlikte- Kant’ın kritik dediği şeye tekabül ediyor. Kritik veya eleştiri, mesela “edebi eleştiri” (ingilizcede literary criticism olarak isimlendirilir) veya “critical edition” (Türkçe’de “tahkikli neşir” diye gayet de doğru bir şekilde ifade edilmektedir) ifadesinde de açıkça görüleceği gibi, eleştiri mevzusu olan şeyi reddetmek anlamına gelmez. “Critique” sadece mevcut olanın, doğru olduğu kabul edilenin, hangi gerekçelerle doğru olduğunun; yanlış olduğu kabul edilenin de hangi gerekçelerle yanlış olduğunun kabul edildiğini ortaya koymak/bunu araştırmak anlamına gelmektedir. Batı dünyasında “tahkik tavrı” 18. yüzyılda bir samimi bir yöneliş olarak ön plana çıkmış olamakla birlikte, 19. y.y.da epeyce dönüştürülerek benimsenebilmiştir. Buradaki dönüşmenin esas saiki ise Batılıların hakikat ile ilgili yönelişlerindeki “güç” arayışı olarak belirmektedir. Güç arayışı, kendisini siyasal olarak gösterdiği için, bu nihai olarak ahlakı olgusal olana irca etmiş; buna bağlı olarak da, bizim “pozitivizm” olarak bildiğimiz bir tavır ortaya çıkmıştır. Buradaki pozitivzm sadece sınırlı sayıda Fransız ve İngiliz düşünürüne ait olduğu söylenen bir tavır olmayıp, doğruluk ölçüsü olarak geçerliliği kabul eden bir tavrın genel adıdır. Bu haliyle de Batının baskın ideolojisini, hem kendinde hem de Batı dışı, özellikle islam dünyası ile olan irtibatında, nitelemektedir. Kısaca Batı’daki bu “güç” vurgusu, etkin olduğu her yerde kendisini empoze etme (impose: etkin konuma gelme, gerekirse zorla kendine yer açma) şeklinde gerçekleşmiştir. Bu tavrın neticesi bir cihetten sömürgeleştirme diğer cihetten de batılılaşma olarak gerçekleşmekte/isimlendirilmektedir. Sömürge haline gelmiş olanlar etkin varlıklarını yitirdikleri için, batılılaşmaya yönelenler de kendilerini edilgin/münfail konuma ittikleri, kendilerini münfail olarak kavradıkları için, tahkîke yönelemezler. Bu husus genel olarak İslam dünyasında, özel olarak da Türkiye’de yaşanan ve ilim alanında da bir şekilde görünür hale gelen meselelerin esasını teşkil etmektedir.
Halbuki “tahkik tavrı” bizde çok eskiden beri mevcuttur. Tahkîk, aslî ve hakîkî manası ile ilim demektir. Tahkik tavrının son iki yüzyılda etkinliğinin gittikçe azaldığını söyleyebiliriz. Buna karşılık toplumun bir kesiminde an’anavî olan tahkîke mevzu olamadığı için, “hurafe” görüntüsü alırken, “yeni” olarak getirilenler/üstlenilenler, tahkîk neticesinde olmayıp, taklîdin yeni şekli olarak hayatımıza girmiştir. Taklîd zihinle değil, daha çok gözle alakalı olduğu için, göze gözüken alanlarda ve göstermek amacıyla tahakkuk etmiştir. Batılılaşmanın böylesi bir keyfiyeti bulunmaktadır. Ancak bunu bütün alanlarda aynı şekilde söylemek doğru olmaz. Mesela teknik alanlarda ve tıb gibi zenaat tarafı daha basıkın olan alanlarda toplumsal ihtiyaçları karşılayacak kadar başarılı olunmakla birlikte, bu alanlarda da, başarılar sadece başkalarının işine yarayacak ölçüde gerçekleşmiştir. Kısaca günümüzde tahkîkin kendi klasiğimizi terk ve batıyı taklide inkılap ettiğini, en azından böyle bir meylin bir buçuk asırdır baskın bir tavır olduğunu söyleyebiliriz. Tahkikin terk edilmesi aynı zamanda bir tür ilmin terk edilmesi olduğu için önemlidir.
2. Batılılaşmanın Bitmesi ve Bir İmkan Olarak Gelecek
Bahsettiğimiz bu eğilim artık bir noktaya gelmiş sayılabilir. Bunu biz kısaca artık 19. yüzyılda yaşamadığımızı söyleyerek de ifade edebiliriz. Dikkat edilecek olursa bugün biz artık 18. yüzyıldaki halimize sahip değilsek de, 19. yüzyıl şartlarında da yaşamıyoruz. Bunu şu şekilde ifade edebiliriz: 19. yüzyılda dünyanın neresinde yaşarsanız yaşayın, kafanızı kaldırdığınızda karşınızda, daha doğrusu ufkunuzda Batı’yı görmekte idiniz. Karşıda veya ufukta Batı’yı görmenin iki anlamı vardır. Bunlardan birisi, Batılılar ellerinde silahları ile bütün dünyayı işgal etmeye koyulmuşlardı. Her yer Batılıların saldırısına maruz durumdaydı. Batıyı karşında görmenin anlamı bu çerçevede, sizin onların yanına gitmeniz değil, onların size, sizi kontrol etmek ve sizin üzerinizde tasarruflarda bulunmak için, yönelmesi idi. İkinci manası ise, özellikle onların bu “gücü”nü dikkate alarak, benzer bir güce erişerek, onların tasallutundan uzak kalmak; kendi kendini savunabilecek bir konuma gelebilme hususunda, Batılıların bilmediklerini geliştirme imkanına/zamanına sahip olamayanların, Batılıların sahip olduklarına üstlenerek, bunun üzerinden kendilerini koruyabilme yönelişinde ortaya çıkmaktadır. Aradan geçen birbuçuk asır içerisinde bu hususta şu veya bu oranda, bazen büyük acılarla da boğuşarak, en azından birinci manası ile 19. yüzyıl görüntüsü epeyce kaybolmuşa benzemektedir. Bu “benzeme”, ilk bakışta bir aldatma sebebi olarak görülse bile, özellikle Batı Avrupa’nın artık 19. yüzyıldaki konumunda olmadığı; Rusya’nın artık 19. yüzyıldaki Rusya olmadığı; Çin’in ve Amerika’nın 19. yüzyıldaki konumlarından çok daha farklı bir konumda oldukları açıktır. Ayrıca İslam Dünyası da, bir bütün olarak bakıldığında, 19. yüzyıldaki görüntüsünün epey uzağındadır. Batı artık heryere saldıracak kadar güçlü olmadığı gibi, İslam Dünyası da, saldırıya açık değildir. İkinci manası ile 19. yüzyılın bir ufuk olmaktan çıkması ise, artık Batı’da olan ama Batı dışında olmayan herhangi bir “teknik” ve “teknolojik” farktan söz edilemeyeceğini söyleyebiliriz. Batı Avrupada kullanılan beyaz eşyanın ve tekstil eşyasının önemli bir kısmının Türkiye’de üretilmesi, sanayi mamullerinin çok büyük bir kısmının Dünya’ya Çin’den üretilip gönderilmesi, teknolojik olarak dünyadaki dönüşüm konusunda önemli fikirler vermektedir. Bunlardan daha önemlisi bir hayat tarzı olarak Batı’nın, bir değer kaynağı ve değerlendirme kriteri olarak Batılıların kanaatlerinin belirleyici olması da, 19. yüzyılla mukayese edildiğinde, bu anlamda söz konus değildir. Bunlar ve bunların yanında burada üzerinde duramayacağımız bir çok sebeple şunu açıkça söyleyebiliriz: Batılılaşma, ister Batı’ının bitmesinden dolayı olsun, isterse Dünyanın olabileceğince batılılaşmış olmasından dolayı olsun fark etmez, bitmiştir. Bunun anlamı bizim artık, Batı’nın etkin olmadığı veya her şeyi belirlemediği bir dünyada nasıl yaşanabileceğini düşünmeye başlamamız olmaktadır. Bu çerçevede Batı’nın geleceği de kendi başına bir mesele olarak bizi ilgilendirmektedir.
Son zamanlarda görünen o ki artık Batı bize ufuk olmaktan cıktı. Yani artık Batı, bizim için kafamızı kaldırdığımızda gördüğümüz ufuk değildir. Diğer taraftan üzerinde durmamız gereken başka bir mevzu da “Batı’nın geleceği”dir. Hani terazi kendi kendisini tartamaz derler ya o misal; Batıya baktığımızda, yaşanan sorunlar içerisinden kendi başlarına çıkabilme ve bunları aşma imkânlarının kalmadığını görüyoruz. Bu zaman içerisinde daha da görünür hale gelmektedir. Bu hususta kısaca şunu söyleyebiliriz: Batı Avrupa’yı yükselten ilkeler, bugün onu tüketen ilkelerin aynı. Batı bu ilkeleri muhafaza ederek de terk ederek de varlığını sürdüremez. Dönüştüğü zaman ise Batı olmaktan çıkar; başka bir şey olur. Bu sebeple Batı’nın dönüşmesi meselesi bizi doğrudan ilgilendirmektedir. Çünkü Batı Avrupa tarihi boyunca İslam ve Türk tarihinin bir parçası olagelmiştir. 19. yüzyılda bu görüntü biraz aksine inkılap ederek, sanki artık İslam Dünyası Batı Avrupa tarihinin bir parçası haline gelecekmiş gibi bir görüntü ve bu görüntüyü destekler bazı gelişmeler, özellikle sömürgeleşme/sömürgeleştirme, yaşanmış ise de, bu süreç 2. Dünya harbi ile bitmiştir. Artık tarihin akışı bir asırdan biraz fazla devam eden bir “çığırından çıkma” sürecinden sonra, tekrar normal çığırına dönmektedir. Batı Avrupa 18. yüzyıl öncesinde olduğu gibi, yine İslam ve Türk tarihinin bir parçası olmaya devam edecektir. Batı Avrupa’nın geleceği bizi, istesek de istemesek de, ilgilendirmektedir. Yani iş başa düşüyor. Kazanımlar ve değerler açısından bir karşılaştırma yapmak gerekirse; Batı’nın her şeyi bizde olmakla beraber kendimize ait değerlerimiz de bizde mevcut olduğu için onlardan fazlamız var demektir. Bunun manası şudur: Biz bu tıkanmışlık ve çözümsüzlük içinde, hem kendi sorunlarımıza hem de Batıdaki sorunlara çözüm üretebilecek noktadayız. Kendimizi Batılı olmamakla birlikte, Batı’yı kendi içinde taşıyanlar olarak kavrayabiliriz. Biz batılılaşmış olmakla birlikte Batılı değiliz; zamanında da Batılılar “islamlaşmış” olmakla birlikte müslüman olmamışlardı. Batılı olmamayı bir fark olarak görmeli ve bu farkların bizde geleceğe yönelik imkanlar oluşturabileceğini de keşfetmeliyiz. Yani biz, mevcut halimizle bile anlatıldığı kadar kötü durumda olmadığımızın farkına varmamız gerekiyor.
Batıyı da içine almış bir toplum olarak batıdaki sorunların ötesine geçme ve onlara daha üst bir noktadan bakma imkânımız vardır. Bunu söyleyebilme noktasına gelmek bile çok kolay değil. Fark etmek hatta ifade etmeye başlamak önemli bir adımdır. Bundan sonraki adım da gereğini yerine getirmek olmalıdır. Bunun bugünkü manası, bütün insanlığın sorunlarını çözmeyi şu veya bu şekilde üstlenmeye talip olmaktır.
3. Soru Ve Cevaplar:
Acaba biz hakikaten de Necip Fazıl’ın dediği gibi ‘arşa gebe bir zerrecik miyiz? Yani toplum olarak acaba insanlığın karşı karşıya kaldığı sorunları karşılama, onlarla uğraşma yetkinliğine sahip miyiz? Yoksa birden bire çok da hazır bulunmadığımız şartlarda üstesinden gelemeyeceğimiz meselelerle mi karşı karşıya kalıyoruz?
Sorunun muhtelif cihetleri, daha doğrusu soru ile birlikte ortaya çıkan muhtelif cihetler var. Bu cihetlerden birisi doğrudan kendimiz, fert olarak “ben” ile alakalı. Her insan Cenab-ı Hakk’ın ona veridiği imkanlar ile birlikte vardır. Bu imkanlar, kısaca özetlemek gerekirse, bizim etrafımızda olup biteni algılama ve isimlendirme, daha sonra da bunlar üzerinde zorunlu olarak tasarruflarda bulunmamız ile başlar. Adım adım toplumsal bir boyut kazanır; toplumsal boyutu ile birlikte imkanlar geometrik bir şekilde büyür. Bu imkanları keşfetmek ve kullanmak yeni imkanları birlikte getirir. Biz işte en azından bu üç perspektiften meselelere bakabiliriz. Eğer kendimizi toplumdan soyutlarsak veya toplumsallaşmayı başaramazsak, veya bunu biraz daha modern bir terim ile ifade edecek olursak, bir “millet” olmayı başaramazsak, o zaman sadece tek başımıza bir fert olarak sahip olduğumuz imkanları kullanabiliriz. Bu da sıradan bir canlılının sahip olduğundan en azından boyut olarak fazla değildir. Eğer biz millet olmayı başarabilirsek -ki bunun gerekli ve yeterli şartı, ilmi halimize sahip çıkmamızdır- bunun neticesinde önümüze yeni perspektifler ve dolayısı ile imkanlar açılacaktır.
Demek ki halin, daha doğrusu halimizin karşımıza çıkardığı muhtelif perspektifler var. Temel soru bizim bu perspektiflerden hangisinin ne kadar farkındayız ve hangi perspektiften sorunları tespit ederek, soru haline getiriyoruz. Türkiye’deki mevcut gidişata baktığımızda, artık böyle gitmeyeceğini hem felsefeciler hem sosyal bilimciler hem tarihçilerin söylediğini görüyoruz. Türkiye’de yavaş yavaş yaygın bir söylem haline geldi: Bu böyle gitmez, gitmemeli. Buradaki “böyle”, son yüz elli yılda işlerin nasıl yapıldığını, kararların nasıl alındığını ve nasıl uygulandığını ifade etmektedir. Yani toplumu, tarhi ve fikri boyutları ile inceleyen bütün alanlara baktığınız vakit bu tespiti duyarsınız. Bu tespit, bu böyle gitmez, gitmemeli, artık yavaş yavaş bir talep haline gelmeye başladı. Fakat bu talebi dile getirenlere “peki ne yapalım” dediğiniz vakit alacağımız cevap genellikle “ne yapılacağını ben de bilmiyorum” şeklindedir. Bu durum bir taraftan, bizim klasik dilimizle ifade edecek olursak, toplumumuzda en azından belirli sayıda insanın, ilim adamının, nefs-i levvâme aşamasına geldiğinin alameti olarak kabul edilebilir. Bu biraz önce işaret etmeye çalıştığım batılılaşmanın bitmesinin biraz daha farklı bir ifadesi gibi gözükmektedir.
Bana soracak olursanız 19. y.y.’a göre su anda biz çok iyi durumdayız. Çünkü 19. y.y.’da Namık Kemal veya Mustafa Reşit Pasa veya o dönemde söz sahibi olan insanlara, 20. y.y.’ın başında ise Ziya Gokalp’e veya Ahmet Ağaoğlu’na vs. baktığınız vakit onların çözümleri belliydi. Diyorlardı ki; “Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok. Batılılar sorunların nasıl çözüleceğini biliyorlar. Bizim yapabileceğimiz şey onların talebesi olup sorunların çözümü noktasında onlardan bir şeyler öğrenmek ve sorunlarımızı onlara tabi olarak çözmektir.” Bugün ise realite, Batı’nın artık bizim sorunlarımızı çözme noktasında bir ufuk olmadığını gösteriyor. Biz bugün sorunları çözmek için avantajlı ve farklı bir konuma geldik, bunu fark etmemiz gerekir. Batının artık ötesine bakıyor ve bunu bilinçli bir halde yapıyorsak yani Batıdan öteyebakanın kendimiz olduğunu idrak edebiliyorsak o zaman kendimiz bir varlık olarak ehemmiyet arz etmeye başlıyoruz.
Bu bizi, ister istemez sadece kendi meselelerimizle değil, bunun ötesinde mesela Batı’nın meseleleri ile de uğraşmayı, onları da kendimize mesele olarak edinmeye götürmektedir. Çünkü Batı’nın geleceği bizi doğrudan ilgilendiriyor. Onların meselelerini de çözebilecek bir hale gelmek demek, artık insanlığa ufuk teşkil etmek, onlara varoluş imkanları açmak demektir ki, bu geçmişte, en azından 19. yüzyıl başlarına kadar bizde idi; aradan çok ta uzun sayılmayacak bir sürenin geçmiş olması, kaldığımız yeri keşfederek, oradan devam etmemizi engellemez. Önemli olan husus, -bu nokta bizi Batılılardan ayırmaktadır,- biz kendi varlığımızı Batılıların yok olmasına bağlamıyoruz; onları kendi varlıklarında teyid ederek, biz kendi varlığımızı sürdürebiliriz. Buna bizim klasik dilimiz “sulh ü salâh” demektedir.
“Biz” derken neyi kast ediyoruz? Biz kimiz?
Bu soru kendi geçmişimizi, hafızamızı tazelememizi talep ediyor bizden. “Biz” ifadesinin muhtelif seviyelerde bir karşılığı var. Bu seviyelerden birisi, normal fiziki anlamda iki ayakları üzerinde yürüyen dik durabilen iki gözü iki kulağı olan bir canlı türü olarak insanız. Fakat bu bizi tanımlamaya yetmiyor. Biz, müşterek bir varoluş tarzını, bir sünneti, kendilerine kaynak olarak alan ve bu kaynak ile olan irtibatını hem aynî, hem zihnî, hem de lisânî olarak teyin eden insanlar topluluğunu ifade etmektedir. Bunun gerekli ve yeterli şartı, Peygamberi olan bir din mensubu olduğumuzun ve bu dinin bize tevatüren nakledildiğinin farkında olmak ve bunun sistematik bir şekilde tahkikini yaparak, kelimenin tam anlamı ile bir “ahlak cemiyeti”, “vasat ümmet” olarak, insanlara “şehadet” edebilmektedir. Şu anda İslam dünyasında bu ifadeyi, yani “biz” ifadesini, gereği gibi anlamlı kılacak şuurlu bir toplumdan söz etmek zor ise de, mevcut durumun farkına varılması halinde bunun gerçekleşmesi çok kolay olacaktır. Yani aslında bize “biz” kelimesini anlamlı olarak kullandıracak ön şartlar mevcut olmakla birlikte, bunun farkında olup, gereğini yerine getirme noktasında bazı zaaflar mevcut olduğu için, bu durum kendisini izhar edememektedir.
Mesela Türkiye’den birisi Almanya’da, İngilizler, Fransızlar ve Almanlara bir konferans verirken, laf arasından “biz Batılılar” gibi bir ifade kullansa, dinleyenler açıktan veya gizli olarak, ama her halükarda, ‘sen ne zaman Batılı oldun’ diye gülerler. Bu durum biz ne kadar itiraz etsek de böyledir. Peki “biz Batılılar” diye söze başladığımızda o Batılıları gülümseten nedir? Anlıyoruz ki; asimile olmak için tüm çabaları sarfetsek örf, adet, gelenek anlamında her şeyi terk etsek bile, bırakamadığımız o kadar esaslı şeyler var ki istesek de istemesek de, veya memnun olsak da olmasak da o özellikler bizi farklı kılıyor. O zaman bu farkın nereden geldiğini araştırmamız gerekiyor.
İşte yukarıda işaret etmeye çalıştığım nokta tam da bu noktada ortaya çıkmaktadır. Türkiye’de sosyal ilimlerin vazifesi, bizi biz yapan ve başkalarından farklı kılan, kendi varoluşumuzun temellerini evrensel bir dile aktarmak olarak belirmektedir.
Acaba gelecek nerede, geleceği nerede arayacağız?
Gelecek, henüz mevcut olmayan, ancak mevcut olanların bir sonraki, daha bir sonraki,…. kısaca takip eden yeni halini ifade etmektedir. Aslında gelecek bizim dışımızda değildir; nihai olarak bizim fiillerimiz ve bu fiiller yoluyla kazanacağımız bilfiil konumun adıdır. Bu sebeple geleceği bizim kendi dışımızda aramamız bir yanılgıdır. Sırf bu sebeple bile olsa geleceğin Batı tarafından oluşturulacağı düşüncesi artık bitmiş olmalıdır. Eğer bu beklenti bizde hala mevcutsa bu yanlışlığın üzerinde düşünmek gerekir. Geleceğin bizde ve bizim kararlarımız yoluyla şekilleneceğinin farkına varmak, aslında insanın yeryüzündeki varlığının manası konusunda bazı şeyleri fark etmiş olmayı gösterir. Bizim fiillerimiz ve kararlarımız, bilgilerimiz ve değerlerimizin bir neticesi, bir görünüşüdür. Bunun karşısında biz kendi değerlerimizi fark edip, bu değerleri tahakkuk ettirmeden ibaret olan bazı filleri gerçekleştirdiğimiz zaman, ki bu değerlerin tahakkuk etmiş olması anlamına gelmektedir, gelecek bizim değerlerimizin tahakkuku olarak gerçekleşecektir. bir şeyler ortaya koymamız lazım. Hayata geçirilebilecek ve bizi özel ve değerli kılan bir çok unsur var. Akrabalık ve komşuluk ilişkileri bir örnek olarak verilebilir.
Bizim toplum hayatımızda akrabalık ve komşuluk ilişkileri önemli yer tutar. Akrabalık sadece biyolojik olarak ya da hissi yakınlıktan ibaret değildir. Beraberinde getirdiği güzellikler ve sorumluluklar da vardır. Allah insana akrabalarıyla olan irtibatını gözetmeyi emreder. Bu yapı esas itibariyle toplumun ana omurgasını teşkil ediyor. Bu ilişkilerin önemli olması ve kaybolmama sebebi dinimizde de emredilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Bu değer, Batı toplumlarında önemsenmeyen ve ihmal edilen bir şeydir. Önemini anlatabilmek için kriz dönemlerini örnek olarak verebiliriz.
Kriz zamanlarında Batı’da insanlar sadece işlerini değil kimliklerini de kaybederler. Çünkü onların hayat tarzı, işini kaybetmeyi -iş insanı tanımlayan bir şey olduğu için- kendi kimliğini, kendi varlığını kaybetmekle eş anlamlı hale getirir. Yani ne kadar kariyer sahibiyseniz o kadar var oluyorsunuz. Kariyer aynı zamanda kamusal alanda ve ona bağlı olarak da toplum içerisinde var olma vasıtanızdır. Bizim toplumumuzda ise kriz gibi durumlarda akrabalık ya da komşuluk ilişkileri devreye girer ve iş kaybetmek, kişinin kendi varlığını kaybetmesi noktasına varmadan yardım gelir. İşte o sebeple bir kriz söz konusu olduğunda bizim gibi toplumlarda insanlar aç veya açıkta kalmaz. Çok çeşitli problemler olmasına rağmen bakarsınız o akraba dayanışması çerçevesinde insanın özünü esasını, varlığını var oluşunu tehdit etme noktasına gelmeden problemler çözülür. Bu tabi böyle problemlerin hiç olmadığı anlamına gelmiyor. Bu örnek aynı zamanda biz ne kadar çaba sarfedersek edelim neden Batı bizi kendinden görmüyor sorusuna da bir cevap olur. Sözün özü; biz bu ve benzeri değerleri istemesek de ya da sevmesek de muhafaza ediyoruz.
Farkımız nerede ve bu fark kendi başına bir değer ifade eder mi?
Bugün insanlığın karşı karşıya kaldığı önemli sorunlar var. Batı Avrupa dediğimiz mekan, Viyana, Paris, Londra, Prag v.s., adeta bir açık hava müzesi gibi insanlık tarihinin aşılmış bir dönemini temsil ediyor. Bununla alakalı olan bir örnek vermek istiyorum. Hollanda’da son yıllarda yılında yapılan bir araştırma önümüzdeki birkaç on yıl içerisinde 145.000 civarında şirketin, varisi olmadığı için devlete kalacağını ortaya koymuştur. Hollandalılar bu sebeple bu şirketleri üstlenerek yürütecek “varisler” aramaya başlamışlar. Bu demektir ki orada emek sarfedecek olan kişi sayısı, harcanacak emek, o şirketlerin zenginliğe ve toplumsal hayata katkısı birden bire farklılaşacak. Anlaşılan odur ki; insanlık tarihi açısından çok ta uzun sayılmayacak bir buçuk asırlık bir dönem bütün insanlığa tahakküm etmiş Batı yavaş yavaş eriyor. Bunun için büyük bir savaş olması gerekmiyor. Ne yaparsanız yapın, insan yaşlandığında nasıl bazı hücreler kendilerini yenileyemiyorlarsa, toplumlarda da böyle benzer bir süreç yaşanıyor.
İnsan klonlama düşüncesi de nüfus problemlerine asla çare olamaz. Bunu yine ABD’nin bugünlerdeki Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, henüz “first Lady” olduğu zamanlarda; ‘bir çocuk yetiştirmek için bir köy gerekir’ diyerek ortaya koymuştur. Çok ilginçtir ki bunu tek anne ya da tek babadan oluşan ortamda çocuk yetiştirmenin kapısını açmış ülkelerin birinin first Lady’si söylüyor. Günümüzde özellikle yaygın bir şekilde genteknoloji alanında çalışmaların yapıldığı ve bu çalışmaların en fazla yapıldığı ülke Amerika’dır ve klonlama yoluyla nüfus kazanma düşüncesi de burada açıkça bir ihtimal olarak konuşulabiliyor. Halbuki burada söz konusu olan biyolojik bir varlık, yani bir canlı değildir; canlı olmak insan olmanın gerekli şartlarından birisidir; ancak yeterli değildir. İnsan yavrusu doğduktan sonra canlılıktan insanlığa doğru bir gelişim geçirir; bu gelişim için insanlardan oluşan ve onu hem bilgi, hem de duygu yönünden besleyecek bir vasat gerekmektedir. Bir çocuğun insan olarak yetişebilmesi için ancak bir köy kadar kalabalık ortam gerektiğine vurgu yapıyor. Bunu dikkate aldığınız vakit klonlama sistemiyle üretilen insan, insan olamaz ancak canavar olabilir.
Şimdiye kadar bize anlatılan, çekirdek ailenin ideal olduğuydu. Daha doğrusu Batı bizim ufkumuzda öyle oluşturulmuştu. Ama aristokratlara baktığımızda; hususiyeti, akraba ilişkileri söz konusu olduğunda “Müslümanca” bir hayat yaşamalarıdır. Aristokrat bir aileye mensup olmak demek büyük aile içerisinde yaşamak demektir. Aristokraside çekirdek aile olmaz. Dünyanın en meşhur aristokrat ailesi İngiliz kraliyet ailesidir ve belki dünyanın en geniş ailesi onlardır. Lordlar kamarası da hala aristokrasisini muhafaza eden bir toplumdur ve orada bulunan bütün insanlar aile bağlarını muhafaza ederler. Bu bağlar bu yapı yaklaşık bir 5-6 asırdır değişmeden günümüze gelmiştir. Az çocuklu çekirdek aile, aristokratların fabrikalarında çalışabilecek, onların arzu ettiği beceri ve kabiliyetleri üzerinde taşıyan, hazır işçi olacak insanların bulundurulması için gereklidir.
Esasında Müslüman olmakla, bir mahfaza içinde olduğumuzu bilmeliyiz. Müslümanlık öyle bir şey ki esas itibariyle biz onu korumuyoruz, o bizi koruyor. Bu bağlamda hemen bir parantez açacak olursak Müslümanlar, tam da bu sebeple Cenab-ı Hakk’ın lütfuyla müslüman oldukları için hamd ederler. Bunu yavaş yavaş anlıyoruz.
Ama bugün müslüman olmak, böyle hamde gerekçe teşkil edecek bir şey midir?
Bu konuda bizim tahkike ihtiyacımız var. Çünkü yaşadığımız dönem içerisinde müslümanlık problem haline getirildi. Nasıl oldu da bu hale getirildi, bunun üzerinde biraz konuşalım.
19. y.y’ın ortalarında terakki denen bir kavram ortaya çıkarılıyor. İnsanın geleceği olarak değerlendirilen ‘terakki’ vasıtasıyla insanlık, Tanrı’ya vs. hiçbir ihtiyaç hissetmeksizin bu dünyada cennetlerini oluşturacaktır. Bu akımın savunucuları olan isimlerden biri Almanların önemli müzisyenlerinden ve aynı zamanda bir filozof olan Richard Wagner’dır. Wagner’den başka Alman, İngiliz, Fransız birçok düşünür ilerleme ile ilgili tasavvurlarını yazıya dökmüşlerdir. Bize bu anlayışı intikal ettiren isimlerden biri Namık Kemal’dir. Onların dedikleri, insanların gidebileceği nihai noktanın cennet olduğu ve bu cenneti de insanların kendi çabalarıyla burada oluşturacaklarıydı. Eğer bu anlayışı benimserseniz, bir takım ahlaki standartları ve ibadetleri yaparak Allah’ın bizi cennetine koymasına gerek kalmıyor. Çünkü cenneti zaten kendimiz oluşturacağız. Böyle bakıldığında Tanrı’ya da ihtiyaç kalmamış oluyor.
Batı Avrupalılar, bir anlamda terakkiye denk düşecek bir yaklaşımla 19.y.y’dan sonra iki ayaklı ve belli bir formu olan insanları da kendi aralarında muhtelif aşamalara ayırırlar. Onlara göre insan görünümünde olan canlılar arasında daha fazla insan olmak bakımından farklar vardır. Bu noktada hakiki manasıyla (!) insan olanlar Paris’te yaşarlar. Ve bu noktada Fransızlar İngilizler’e, henüz kendileri kadar gelişmemiş olarak bakarlar. Zaten Almanlar söz konusu olduğunda onlar kuzeyin vahşileridir. Ama buna rağmen yine de kendilerine yakın bir türdür. Mesela Napolyon Avrupa’yı istila ettiğinde Fransızlar bunu medenileştirici bir misyon olarak görmüşlerdir. Yani onların bize ihtiyacı var ve biz onları daha üst bir varoluş şekline taşımak için oraya gideceğiz. Bu bakış şekli Alman düşünürler tarafından karşı tezle dengeleniyor. Mesela Hegel’e sorarsanız tarihin amacı Prusya devletinin ortaya çıkmasıdır, Ona göre; Prusya tarihte ortaya çıkmış en mükemmel varlıktır, bir toplumun tarihte zikredilebilmesi için gerekli şart Germenler’le ilişkili olmasıdır. Eğer bir toplum Germenler’le ilişki kurmadıysa tarihte zikredilmeye değer değildir. Bu metot, tarih yazarlığı ilkesi olarak kabul görmüş ve hakikaten de etkin olmuştur. Fransız tezine karşı Alman tezini bu çerçevede değerlendirebiliriz. Fransızlar medeniyet denilen şeyi kendilerinin temsil ettiğine, nihai olarakta insanlığın bu olduğuna inanırlar. Biyolojik olarak Fransızlara ne kadar benzenirse o kadar esas insan olunacağı kanaati taşırlar. 19 .y.y’daki o tavır bugün hala terk edilmiş değildir.
İlerleme ya da başka bir ifadeyle terakki fikriyle Batılılar Hıristiyanlığı, Yahudiliği ve İslam medeniyetini aştıklarını ve bunlara ihtiyaçlarının olmadığını söylerler. Günümüzde bu fikir Batı’da epeyce tesirini kaybetse de, Türkiye’de bir çok insan bu 19. yüzyıl söyleminin hala tesirindedir. İslam’ın aslında hamd gerekçesi olmakla birlikte Batıyla karşılaşma süreci içerisinde bunun bu manada telaffuzunun çok da anlamlı olmama sebebi biraz da bu süreçle alakalı. İslam kültür ve medeniyetinin daha önceki dönemlerde insanlığa bir katkı sağlamakla birlikte, artık yerini “pozitivizme” bırakması gerektiği tezi, özellikle Fransız pozitivistlerinin savunduğu bir tezdi; bu tez, onların Hıristiyanlık ile ilgili ağır eleştirileri ile birlikte, Türk pozitivistleri tarafından “din hakkında objektif gözlem” gibi kabul edildi. Halbuki bu tezi savunanlar, bir fikrin yaygınlaşmasından çok, Fransız siyasal tahakkümünün yaygınlaşması için, bu fikri savunuyorlardı ve bu söylem şekli, o dönemde bir çok genç müslüman düşünürü kendisine cezb edebilmişti. Bugün geçmiş ile ilgili söylemlerin önemli bir kısmında, tarih araştırmalarında hala bu pozitivist bakış etkindir. Sırf bu mevzu kendi başına önemlidir ve üzerinde uzun uzun çalışmak gerekmektedir.
1930’lu yıllarda yazılan bir eserde; Batılıların, Müslüman yaşamadığı topraklarda nereye gitmişlerse iyi karşılandıklarını, fakat müslümanların yaşadıkları yörelere silahsız gittiklerinde sorun olmamakla birlikte, oraları “medenileştirmek” istediklerinde Müslümanların bunu kabul etmediklerini, çünkü askeri olarak müslüman bir memlekeri işgal etmekle birlikte hiçbir zaman Müslümanların Batılıları kendilerinden üstün görmediklerini yazar. Hakikaten de son birkaç asırlık tarihe bakacak olursanınz mesela Kuzey ve Güney Amerika’da, Avusturalya’da yaşayan yerli insanlar, zaman içerisinde hıristiyanlaşarak Batı Avrupa’nın mutlak sömürgesi haline gelmişlerdir. Ancak İslam Dünyası, kendi içinde bulunduğu şartlardan memnun olmasa, belki Batı Avrupa’nın “görünüşüne” imrense de, nihai olarak kendisini onların “dûnunda” görmez; sadece kendi halinin geçici bir durum olduğunu ve er veya geç meseleleri hallederek, her şeyi yerli yerine yerleştireceğine inanır. Tabii ki Müslümanlar, Batıdan gelen teknolojik gelişmelere açık olmakla birlikte Müslüman kimliğini bir şekilde muhafaza ediyorsa başkalarının üstünlüklerini kabul etmesi gibi bir şey söz konusu olamaz. Bugün Batılılar, Müslüman dünyayı yenmiş olabilirler ama tam anlamıyla mağlup edememiş ve ezememişlerdir. Direnme, İslam dünyasında dozları farklı da olsa devam etmiştir. Tabii ki bu direncin odak noktasını Osmanlı devleti oluşturmuştur.
İslam dünyasında Batı istilasına direnç gösteren önemli unsurlardan biri tasavvufi gruplar olmuştur. Mesela Abdülkadir Cezairi, Fransızlara karşı direnişin sembolü olarak kabul edilmiş bir zattır. Bu zat bir sufi şeyhidir. Onda hem mücadele hem tefekkür ve hem teşkilatlanma en yüksek seviyede mevcuttur. Rus istilasına karşı Orta Asya’da Kafkaslar’da Şeyh Şamil’de bu anlamda önemli bir örnektir. Afrika içlerinde mücadele verenleri örgütleyenler de yine tasavvufi gruplar olmuştur. Batı ilerlemesi karsısında İslamın ve o günkü yaşandığı haliyle Müslümanlığın, önemli bir engel olarak ortaya çıktığını söylemek -bu kadar örneğe bakarak bile- mümkündür.
Batı istilasına direnç gösterme noktasında “ilmihal” ikinci unsurdur. Müslümanın hayatını bir bütün olarak içinde taşıyan ilmihal, bugün ona yüklenen mana itibarıyla anlaşılmamalıdır. Nazım Hikmet’den bir iktibas dinlemiştim. Çok şaşırdığım ve ürperdiğim bir şey diyordu Nazım: “ben mızraklı ilmihali vatan olarak reddediyorum.” Mızraklı ilmihali vatan olarak reddetmek ilginç bir sözdür. Bu söz aslında kendi başına bir şey ifade etmiyor. Bu söz, eğer siz “Yahudilerin Ahdi Atik’i vatan edinerek asırlarca kendilerini muhafaza ettikleri” tezinin farkındaysanız bir anlam ifade eder. İsrailoğulları sürgün dönemlerinde varlıklarını muhafaza ettiyseler bunun sebebi ahdi atiği vatan edinmeleridir. Vatan sürgünden sonra artık onlar için toprak değildir. Vatan onlar için o kitabın onlara verdiği manevi güç ve bir maksattır. İşte İsrailoğulları o maksat içerisinde kendi varlıklarını sürdürmüşlerdir. İlginç olan nokta şu Nazım Hikmet’in reddettiği vatan mızraklı ilmihaldir. Mızraklı İlmihali vatan edinmek demek, yukarıda kısaca işaret ettiğim gibi, “ahlaki bir cemiyet” olmak veya “millet olmak” demektir. Mızraklı ilmihal dikkatlice incelenecek olursa özellikle Anadolu ve Balkanlarda yaşayan müslümanların müslüman olarak varoluşlarının esasını teşkil eder; mızraklı ilmihal insanların müşterek bilgisinin, biz buna daha önce ifade ettiğim haliyle, taklidi bilginin dile gelmiş hali olarak etkin olmuş, buradan öğrenilen “kavâid” ve “âdâb” daha sonra tahkike mevzu olarak, sürekli geliştirilmiş, derinleştirilmiştir. Bugün hala Türkiye’de insanları birbirine bağlayan en esaslı bağın, farkında olunmadan sürdürülen mızraklı ilmihal bilgisi olduğu söylenebilir.
İslam’ı Batı yayılmacılığı karşısında bir engel, bir ayak bağı gören bakış nispeten yeni bir bakıştır; 19. yüzyılın ikinci yarısında ortaya atılmıştır. Daha önceleri Batılıların İslam ve müslümanlara bakışı tamamen farklıdır: onları düşman olarak gören ve bunun propagandasını yapan Batılılar, özellikle kilise çevreleri, hep olagelmiştir. Ancak bunun dışında farklı bir değerlendirme yapan Batılılar da vardır. Mesela 18. Yy’da yazılmış dünya tarihi eserlerinde tarih; modern (modern) ve eski (ancient) dönem olmak üzere iki kısma ayrılır ve modern dönem veya modernite islamiyetin tebliği ile başlatılır. O dönem dünya tarihi yazarlarının dışında, aydınlanma dönemindeki romantiklerin çok fazla üzerinde durduğu konulardan birisi; sahip oldukları değerleri Müslümanlara borçlu olduklarıdır. 18. Yy’da bunu itiraf ediyorlar, kabul ediyorlar. Bu çerçevede üzerinde durulması gereken şeylerden birisi dünya tarihine baktığınızda aslında miladi 8. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar son 10-11 asrın tam da 18. yy. Batı tarihçilerinin ifade ettiği gibi aslında İslam tarihi olarak gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Yani o zaman Dünya Tarihi İslam tarihi olarak anlaşılıyordu. Dolayısıyla Avrupa tarihi de İslam tarihinin içindeki bir oluşum olarak gözüküyor ve görülüyordu.
Biraz daha geriye gittiğimizde durum daha da açık bir hal almaktadır: 17. Yy’ın başında Fransız Akademisini kurmuş olan Richelieu diye bir zat var ki aynı zamanda Fransa’yı modern devlet haline getiren ekibin başındaki isimdir. Modern anlamda ilk başbakandır. Richelieu’nun kitaplığında bulunan doğulu kitapların listesini bir vesileyle bulmuştum. Listede yaklaşık 100’e yakın seçme kitap var ve kitapların yaklasşık yarısı Türkçe olmak üzere, Arapça ve Farsça eserlerden oluşmaktadır. Bu eserlerin hemen hemen hepsi fıkıh, devlet yönetimi, toplumsal hayat, ahlak ve bazı teolojik eserlerdir. Bu bir örnektir. Bununla beraber zikredilebilecek başka örnekler de mevcuttur. Anlaşılıyor ki 17. Yy’da normal teoloji tahsilinin zorunlu parçası Arapça öğrenmektir. Bunlar bize o gün nasıl anlaşıldığımıza ve onların gözündeki yerimize dair fikirler vermektedir.
Kısaca geriye doğru baktığımızda da mevcut durumumuzu dikkate aldığımızda da İslam’ın bütün insanlık ve özellikle de müslümanlar için bir rahmet, bir varoluş imkanı, ve hamd gerekçesi olduğunu söyleyebiliriz. Şu soruyu sorup cevaplandırdığımızda mesele daha da kolay anlaşılacaktır: İslam’ın tebliği ile birlikte insanlık tarihinde ne değişti? Cevabı da çok açıktır bu sorunun: Her şey. İnsanlık, en azından ilke olarak, bugün sahip olduğu müspet her şeyi İslam ve müslümanlara medyundur.
Batıdaki Modern sürecin oluşumu esnasında Batı’da ortaya çıkan şeylerin İslam kültürüyle irtibatının farkında olan, bunu bilen insanlar vardı da sonra ne oldu? Aradan 100 yıl geçmeden o günlerdeki bütün kanaatlerin hilafına, Bilim teknoloji vs. şeylerin önündeki engelin İslam olduğunu söyleten ne acaba?
Bu soruda dile getirilen mesele oldukça derin ve çok boyutludur. Bunu kısaca şu şekilde cevaplandırabiliriz: Batılılar 19. yüzyılda tarihin, tarih yazarlığının ehemmiyetini fark ettiler. Eğer siz geçmişe, tarih yazarlığı yoluyla, hükmedebiliyorsanız, geleceğe de hükmedersiniz. Çünkü eğer insanlara, onların geçmişte herhangi bir varlıları olmadığını söylüyorsanız, gelecekte de bir varlık göstermeleri konusunda herhangi bir gayret göstermeleri ile ilgili bir gayreti engellemiş oluyorsunuz. Netice olarak insanlar kendi geçmişlerinden habersiz olarak hep şunu söylüyorlar: “bizden adam olmaz.” Çok açıktır ki bunu emperyalist çıkarlar söyletmiştir. Böyle empoze ederek bizi getirmek istedikleri noktaya daha kolay getirmeleri mümkün hale gelmiştir. Müslümanlar geçmişte Ruslar ve İngilizler kanalıyla modernleştirme sürecinden geçmişlerdir. Modernleştirme süreci aynı zamanda bir tarihsizleştirme, tarih yazarlığı marifetiyle geçmişi imha ve bir gelecek inşası sürecidir. Aslında Batı Avrupa ve Rusya’nın İslam Tarihinin bir parçası olduğunun üstünü örterek, zaman içerisinde müslümanların Batı Avrupa ve Rus tesiri ile birlikte “adam oldukları”, “yeniden doğdukları”, “insanlık alemine katıldıkları” ve benzeri söylemler, medenileşme ve modernleşme söylem ile birlikte sürdürülmüştür. Bunu gizli ya da açık her durumda gerçekleştirmeye çalışmışlardır.
İngilizler neden İslamiyetin modernize edilmesiyle meşgul olurlar ki, neden İngilizler veya Fransızlar “bu İslam’la siz devam edemezsiniz” derler ki? Hıristiyanlığın, Yahudiliğin veya Taoizmin, Hinduizmin reforme edilmesi ya da edilmemesi bizi hiç ilgilendirmez. Fakat onlar bizim dinimizle sürekli uğraşmaktadırlar. Yaşayan önemli Hıristiyan teologlarından Craig’in ifadesi ile, Hıristiyanlık hep İslamiyet ile uğraşarak varlığını ve canlılığını muhafaza etmiştir. Bir taraftan İslam batının, dinlisi ve dinsizi ile, ilham kaynağı ve yerine göre düşman olarak hedefi olagelmiştir; diğer taraftan batılılar İslamiyetin modernize edilmiş şeklinin kendi çıkarlarına daha uygun olduğuna inanırlar. “Modern müslüman” çok kabaca, Batılıların tasarrufuna açık müslümanı ifade etmektedir. Bu sebeple Batılıların tasvip edeceği ve işlerine gelen bir durumdur. Müslümanları batılıların tasarrufuna açık bir hale getirmenin en önemli yolu, müslümanların Hz. Peygamber’den üstlenerek sürdürdükleri aslî dindarlıkları ile aralarının açılmasıdır. Bu ise, aslî dindarlık, geleneksel dindarlık adı altında etkisiz kılınmaya çalışılırken, birileri “Kur’an ile aldatma” yolunu tercih ediyor. Nihai olarak geçmişte olduğu gibi bugün de yoğun halde İslamiyet’in problem haline getirilme süreci yaşanıyor. Üstelik gelenek, sırtımızda bir yük olarak tanımlanıyor. Halbuki gelenek insanı muktedir kılar. Eğer geleneği terk ederseniz muktedir olamaz, iş yapabilme gücünüzü de terk etmiş olursunuz.
Yukarıda da işaret edildiği gibi geleneği, biz buna taklid de diyebiliriz, terk etme imkanı yoktur; en muhakkik, en yenilikçi, artık bu “en”leri istediğiniz kadar arttırabilirsiniz, insanlar bile hayatlarının belki yüzde doksanbeşini taklid ile elde ettikleri bilgilerle sürdürürler. Bunu biz kısaca şöyle ifade edebiliriz: insanlar hayatları boyunca kullanacakları bilgilerin en az %90’ını yaklaşık on yaşına kadar, belki daha öncesinde, edinirler. Lisede, üniversitede ve daha sonra öğrenilen şeylerin önemli bir kısmı zaten bilinenin yeniden ve belki biraz daha farklı bir şekilde kazanılmasıdır. Bilim alanında bile buluş yapan bir insanın bu buluşu bu alandaki bütün bilgisi içerisinde fazla bir yekun teşkil etmez. Bu ferdi olarak değil, toplumsal olarak da böyledir. Toplum kendi taklid yoluyla üstlenerek sürdürdüğü geleneği içinde hayatını sürdürür. Taklidin alternatifi “aydınlanma” değil, başka bir takliddir; aydınlanma veya tahkik, üstlenilen taklidin temelleri ile ilgili ikinci bir bakış, bilinein yeniden kazanılmasıdır. Bu yeniden kazanma sadece bilgiyi yenilemez, kendisi ile birlikte yeni imkanlar da açar. Bunun teferruatı oldukça uzun olduğu için bu kadarla iktifa etmek uygun olacaktır.
Kendimizde olan şeyleri etkisiz hale getirmenin yolu, geleneğin gücünü kırmaktır. Burada şunun da altını çizmek gerekir: gelenekte bulunan her şey anlamlıdır; ancak her şey bütün zamanlar için doğrudur denemez. Geleneğin içerisinde bir zamana ait unsurlar her zaman vardır ve bunları araştırmak ve gerekiyorsa sistematik bir şekilde ayıklamak “tahkikin” yani ilmin vazifesidir. Eğer geleneğin eleştirisi, tahkiki, yapılmıyorsa, ortada geleneğin problem olması değil, ilimin vazifesini yapmaması hali mevcuttur. Mesele gelenek değil, gelenekle sistematik bir şekilde irtibat kuramayan ilim adamlarıdır. Gelenek ile tahkike dayalı irtibatın sürdürülmesi zaman içerisinde ihmal edilince, bunu Batıdan yarım yaamalak üstlenilen unsurlar ikame etmeye başladı. Bu ise oldukça yıkıcı oldu. Çünkü bu vesileyle bizde kökü, esası olmayan bazı şeyleri hayatımıza sokmak, bizi kendi varlığımız ve geleceğimiz konusunda epeyce etkisiz kıldı; bunun neticesinde de son iki asırda münfail konuma düşürdü. Tarihin etkin, yapıcı unsurları olmaktan çıktık, çıkarıldık. En azından bir asırdır biz kendi halinde bir millet olarak, kimsenin etlisine sütlüsüne karışmadan mümkün mertebe göze de batmadan yasamaya çalışan bir toplum olarak geldik. Fakat şu anda geldiğimiz şartlar bize bu “rahatlığı” sürdürme imkanı vermiyor. Etkin olarak hem kendi halimizi, hem geleceğimizi şekillendirirken, kendimiz ile birlikte de bizimle ilgili olan bütün yörelerin hali ve geleceğinin şekillenmesine katılmak zorundayız.
Belki burada bir hususu biraz daha tasrih ederek tamamlayalım: Son asırlarda müslümanlar ile İslam’ı birbirinden ayırmak bir adet oldu. Bu ayırım ile birlikte bir çok ilim adamı müslümanların düştükleri kötü durumdan kendilerinin mes’ul oldukları, dolaysı ile İslam’ın bununla bir alakasının olmadığını söyleyerek, İslam’ı savunma yoluna girdiler. Oldukça iyi niyetle girilen bu yol, zaman içerisinde, amacının hilafına bir çök mesele üretti. Bu meselelerden birisi ve belki de en önemlisi, İslam’ın tarihte hiçbir zaman -bunu söyleyenler asr-ı sa’adet’i bunun dışında tutarlar- hakiki manası ile yaşanmadığı iddiası idi. Bu iddia kendisi ile birlikte islam’ın hakiki manası ile yaşandığı bir dönem arayışını ve tespitini de birlikte getirdi: bu dönem asr-ı saadet dönemi idi. Ancak zaman içerisinde asr-ı saadet döneminde de insanların bazı hatalar yaptıkları -mesela iç savaş ve büyük günah işleyen insanların mevcudiyeti- farkedilince, bundan bazı insanlar, aslında asr-ı saadet diye bir dönemin olmadığı neticesine ulaştı. Başkaları ise bu düşüncede ısrar ederek, bu dönem dışında olup bitenin bizi “bağlamadığı”, hatta “ilgilendirmediği” tezini düşünce ve yazılarında etkin kıldılar. Bu grubun halen İslam dünyasında en tesirli ve etkin tavrı temsil ettikleri söylenebilir. Bu tez İslamı din ve hayat düzeni olarak kabul ederek, idealleştiriyor ve bunun üzerinden gerçekte olan ile irtibatı koparıyor. Kısaca İslam’ı bir kültür ve medeniyet olarak benimsemeyerek, sadece ideal bir hayat tarzı, bir ütopya, hiçbir zaman gerçekleşmemiş bir “fikir” olarak kabul etmek zorunda kalmaktadır. Mesele sadece burada kalsa, belki fazla üzerinde durmaya değmeyebilirdi. Esas mesele de buradan sonra başlamaktadır: Taklid adı altında islam kültür ve medeniyetini reddeden insanlar, bu reddin neticesinde kendileri bir kültür ve medeniyet oluşturamamakta, sadece Batı kültür ve medeniyetinin etkin olması için “boş alan” oluşturmaktadırlar. Mesela Türk Halk ve Sanat Musikisini dini gerekçelerle reddedenler, bunun karşısında bir musiki geliştirmeyip, Batı Klasik ve Pop müziğinin etkin olması için alan açmış olmaktadırlar. Halbuki sahih tavır klasik musiki ve sanatları reddetmek olmayıp, onlarla tahkike dayalı, eleştirel bir irtibat kurmaktır.
“Müslümanlar ve İslam” ne demek? Müslümanları İslam’dan ayırmak, eğer İslam’ı koruma amacına matufsa, bu amaç böyle bir ayrımı yapmadan da sağlanabilir. Müslümanlar hata yapmaz diye bir şey yok müslümanlar da hata yapar, tarihte de yapmışlardır. ama müslümanların yaptıkları hatalar da nihayet müslümanların yaptıkları hatalardır. Eğer günümüzde müslümanlar “emaneti ehline verme” hususunda zaaf gösteriyorlarsa, kimse onların müslümanlıklarının bunu emrettiğini söylemez; olsa olsa bu insanların dinin bir emrini ihmal veya ihlal ettiklerini söyler. Bu bir kişinin veya birden fazla kişinin hayatındaki bir “eksiklik”tir. Buradan bu ilkenin bir bütün olarak etkin varlığını yitirdiği manası çıkmaz. Bu ilke çok sayıda müslüman tarafından uygulanmaktadır ve emanet ehline verilmektedir. Ancak bazıları bunu ihmal etmektedirler. Bu ihmal bir hatadır. Bir şeyi hata olarak gördüğünüz vakit size düşen onu tekrar etmemektir. Geçmişi kutsamak müslümanın yapabileceği bir şey değildir. Geçmişte gayet tabi bir sürü hata yapılmıştır kim tutar da bugün Yezid’i bas tacı eder ki, mümkün mü? Kim tutar da Ankara savaşı muhteşemdi veya Timur’un gelip şehirleri yakması vs. bunları savunabilir ki? Baktığınız vakit bizim kendi tarihimizde yaptığımız bir suru hatalarımız var fakat bu hatalar netice itibariyle bizim hatalarımız. Bunlar ders almak, tekerrür etmemesi için bilinmesi gereken şeylerdir. Kendi tarihinize neyse o olarak sahip çıkmak ve geleceğimizi de tarihimizin devamı olarak görmek bizim için önemlidir.
Maverdi diyor ki: Bütün ilimleri kim bilir? Cevabı: Bütün insanlar. Yani her dönemde ve her zaman için geçerli olan doğru, bir bütün olarak İslamiyetin bütün Müslümanlarda olduğudur. Bütün İslam, bütün Müslümanlardadır. İslamiyet öncesinde olduğu gibi su anda da yaşanıyor, o noktada bir şüpheniz olmasın. İslamiyet’in Müslümanlardaki tek tek şahıslar olarak, gruplar olarak bakıldığındaki o tahakkuk oranında bir gevşeme, zayıflama olduğunu söyleyebiliriz. Mesela İslamiyet, emaneti ehline vermeyi emreder. Emaneti ehline verme konusu mutlak olarak Müslümanlar tarafından terk edilmemiştir. Müslümanların hayatında bu kural birçok yerde tahakkuk etmekle birlikte birçok yerde gereği gibi tahakkuk etmiyor. Bu İslamiyet’in hiç yaşanmadığı, terk edildiği, biz Müslümanların İslamiyet’ten uzak düştüğü anlamına gelmiyor. Sadece İslamiyet’le olan irtibatın gevşediği anlamına geliyor. İslamiyet neyse o olarak zaten Müslümanların hayatındadır. İslamiyet’in ne olduğunu tespit etmek için İslam’ın ilk nazil olduğu döneme bakmaya gerek yoktur. Müslümanların Müslüman olarak varlıklarını sürdürdüklerini fark ettiğimizde bizim bir yerlerden bir şey taşıma ihtiyacımız ortadan kalkıyor. İslamiyet bir fidan, bir tohum olarak bizde su veya bu formda var olan bir şey. Biz sadece bizde olanı güçlendirip, kendi hayatımızda daha fazla nasıl etkin kılarız? İslamiyet bilinmesi çok zor olan bir din değildir. İslamiyet ana hatlarıyla 54 farzdır. 54 Farz, Hasan-ı Basri Hz.nin hicri 2. Asrın başlarında ifade ettiği bir formüldür; bu formül herkes tarafından öğrenilebilir ve uygulanabilir bir özelliğe sahiptir. Herkes tarafından öğrenilmiş ve uygulanmıştır da. Cafer b. ebi Talib’in Habeş Necasi’si karşısındaki konuşmasında da İslam’ın ne olduğunu görebilirsiniz. Müslümanlar Müslümanlığı ne olarak görüyorlar? Onu çok muhtasar olarak görebilirsiniz. Orada anlatılan Müslümanlığın su an bütün Müslümanlarda, tam da olması gerektiği gibi olmasa da, devam ettiğini söyleyebiliriz. Bu alanda önemli sorunlarımız olduğu açıktır ve bu sorunları keşfetmek ve aşmak, ilmin ve ilim adamları/alimlerin öncelikli vazifesidir.
Klasik dilimize bunu aktaracak olursak, toplumsal olarak yavaş yavaş nefsi levvame seviyesine doğru geçtiğimizi, geçmek zorunda olduğumuzu söyleyebiliriz. Bizim son iki asırda nihai olarak sürüklendiğimiz aşama, nefsi emarenin güçlendirildiği, hatta idealize edildiği “düşüş” idi; böylesi bir yöneliş söz konusuydu, ama bu yöneliş de tam bu manada etkin olamadı. Yani Türkiye’de ve İslam dünyasında nefs-i emmare belki altın çağını yaşıyor olabilir; bu herkesin böyle olduğu anlamına gelmez. Türkiye’de ve İslam dünyasında nefs-i levvame, nefs-i mutmainne …. seviyelerinde yaşayan insanlar da mevcut ve bu insanlar, bu memleketin ahlaki ve manevi taşıyıcısı olarak etkin varlıklarını sürdürdüler ve sürdürüyorlar. Nefs-i emmarenin etkin bir konuma gelmesi, bir anlamda dinin problem haline getirilmesini de intaç etti: ancak yavaş yavaş bunun böyle gitmeyeceğinin daha fazla farkına varan ve bunu dile getiren insanların sayısında bir artış olduğunu görüyoruz. Bu insanların önemli bir kısmı, bir anlamı ile “dindar” da değil. Ancak hepsinde müşterek olan taraf, artık Batı’nın ebedi talebeliğinin aşılması gerektiğini vurgulamaları. İşte tam bu hal, nefs-i levvame’nin toplumsal seviyede tahakkukunun bir alameti olarak kabul edilebilir. Önemli olan bundan sonra kendi eksiklerimizi nasıl tashih ederek, kendi geleceğimizi kendi eksiklerimizi aşarak gerçekleştireceğimizin farkına varılması. Artık sorunları tespit ederken de çözüm ararken de Batı bize bir ufuk teşkil etmiyor; olsa olsa bir “örnek” olarak kullanılabilir.
Bu konuda bizim en fazla dönüşüme uğrayan yüzümüz olarak şehir ve şehir mimarisini verebiliriz. Şehirleşmenin nasıl “olmaması” gerektiğinin bir örneği olarak Istanbul gözler önünde dururken, Sivas Kayseri Konya Aydın vs gibi Anadoludaki şehirlere baktığımız vakit bu şehirlerinin herhangi bir Orta Avrupa şehrinden farkı olmadığını görebiliyoruz. Bu farkı olmayış, hiçbir fark olmadığı anlamına gelmiyor, sadece orta Avrupa şehirlerinyle mukayese edildiğinde mühim bir eksiği yoktur anlamına geliyor. Istanbul şehirleşme ve şehir mimarisi hususunda nefs-i levvame’nin hareket noktası olurken veya olmaya aday iken, mezkur Anadolu şehirleri normalin ne yönde aranması gerektiğini de, en azından, işaret etmektedir. Bu şehirlerin mükemmel olduklarını söylemek de mümkün değildir. Bu şehirler ile ilgili olarak da yapılacak, yapılması gereken esaslı şeyler olmakla birlikte, yine de bizim için mühim bir başarı, kendi normalitemizi aramada tecrübi bir zemin teşkil etmektedirler. Yaklaşık iki asır devam eden olağanüstü hal şartlarının yavaş yavaş normalleşmeye doğru evrildiğini söylemek mümkündür. Kendi asli “normalite”mizi sağlamamız belirli bir zaman alacaktır.
Burada son olarak bir hususu daha en azından işaret ederek bitirmek istiyorum. Günümüzde bizim toplum olarak dindarlığımızda değil ahlaki standartlarımızda önemli bir erozyonun yaşandığını söyleyebiliriz. Dindarlığımızın bir keyfiyet değişimi yaşadığı açık olmakla birlikte, insanların şu veya bu şekilde ve şu veya bu formda dinine bağlı olduğunu tespit edebiliriz: imanımız, inancımız, peygamber sevgimiz şu veya bu oranda devam ediyor. Fakat ahlaki standartlarımızda önemli bir tavsamanın olduğu ve ciddi bir ahlaki kriz ile karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Biz toplum olarak zaman içerisinde ahlaki standartlarımızı epeyce kaybetmiş gibi bir görüntü sergiliyoruz. Esas mesele de bu standartları yeniden nasıl kazanacağımız noktasında ortaya çıkmaktadır. Herhalde esas sorunumuz bu ve bizim Türkiye de yaşayan insanlar olarak, dinli dinsiz dindar vs müşterek bir ahlakımız olduğu açıktır. Aslında İslam ahlaktır; dindar bir insan, zorunlu olarak da ahlaklıdır. “Ahlaksız ama dindar bir müslüman” ifadesi çelişik bir ifadedir. Günümüzde dindarların veya dindar gözükenlerin, -bunu biraz daha farklı bir şekilde şöyle de ifade edebiliriz: dindarlığını daha fazla izhar edenlerin- daha ahlaklı olduğunu maalesef söyleyemiyoruz. Burada dindar insanların yavaş yavaş kendi kendisini eleştirmeye başlaması, nefs-i levvame aşamasını yavaş yavaş içselleştirmeye başlaması gerektiği ortaya çıkar. Zaten de hem ihtiyaç hem de yöneliş bunu göstermektedir. Bu durum hem meselenin hem de çözümün kendimizde olduğunu görmemizi de sağlayacaktır.
Prof. Dr. Tahsin Görgün
{jcomments on}