Prof. Dr. Ali Ayten
Trafiği durduran ne olabilir? Kaza yoksa kavga mı var sürücüler arasında? Zihnimde bu sorularla olay mekânına yaklaşınca, orta yaşlarda birisinin yere eğilip bir şeyler topladığını görüyorum. Adam yerden aldıklarını öpüyor ve özenle kaldırımın en kenarına bırakıyordu. Yola saçılmış üç beş parça ekmeği topladıktan sonra zafer kazanmış kumandan edasıyla hızla arabasına yöneldi. Binmeden önce de arkadaki sürücülere teşekkür mahiyetinde el ederek, kimi hayran kimi şaşkın bakışlar ve korna sesleri eşliğinde gaza basıp yoluna devam etti. Pek çoğumuz bu örnekte anlatıldığı üzere ekmeğe hürmet göstermiş ya da gösterildiğine şahit olmuşuzdur. Özellikle bir nesil için ekmek, yoksunluğu çekilen temel gıda maddesi olarak bir nevi kutsallık atfedilmiş ve israf edilmemesine özen gösterilmiş temel besin maddesi olmuştur. Ekmeğe gösterilen bu saygı ve ekmeği israf etmeme tutumu, toplumumuzda israf konusunda bireylerin en temel bilişsel şemalarından birini oluşturur. Bir yönüyle kültürel kodlarımıza toplumsal şuurumuza kazınmıştır. Belki ekmekten hemen sonra israf edilmemeye özen gösterilen diğer temel madde sudur. Yani toplumumuzda bireyler israf etmemeyi öncelikli olarak ekmek ve su gibi temel gıda maddeleri üzerinden öğrenirler. Ailelerde de bu eğitim verilerek bilinç, nesilden nesile aktarılmaya çalışılır.
İsraf etmeme konusunda ekmeğe ve suya gösterilen bu hassasiyet ne yazık ki pek çok diğer temel gıda maddesine gösterilmez. Ekmeğe yüklediğimiz kutsallık onu çöp kutusuna atmamızı zorlaştırırken gereğinden fazla alınan/pişirilen yemekler rahatlıkla çöpe dökülür. Çünkü bu konuda israfın olmaması için şemamızı geliştirmemiz yiyebileceğimiz kadar yemek almayı ya da hazırlamayı öğrenmemiz ve karnımız açken de israf etmemeyi, arzularımızı kontrol etmeyi akıl edebilmemiz gerekebilir. Bu ise henüz ekmeğin ve suyun israf edilmemesi kadar kültürel kodlara kazınmış bir şema hâline dönüşmemiştir. Sadece gıdada değil elektrik, elektronik alet, giyim kuşam malzemeleri, zaman, ilaç vb. ürünlere karşı da ekmeğe ve suya karşı gösterdiğimiz hassasiyet yok. Bu problem temelde var olan şemanın değiştirilmesi, geliştirilmesi ve davranışa dönüştürülmesi gibi bir sorun olarak karşımızda durmaktadır. Çünkü modern zamanda tüketim kültürüyle birlikte israf edilenler listemize dâhil ettiğimiz teknolojik aletler, sağlık malzemeleri, zaman ve envaiçeşit giysilerin israf edilmemesine dair zihnimizde bir şema yoktur. Olsa bile bunun etkisi ekmeğin israfından kaçınmada olduğu kadar güçlü değildir. Bu şemanın hızlı bir şekilde geliştirilmesi de bilgilenme, farkındalık ve bilinçlenme gerektirir. Maalesef günümüzde bu bilinçlenmenin kazanılması için gerekli süreden daha hızlı gelişen bir teknolojik gelişme ve sürekli teşvik edilen güçlü bir tüketim kültürü söz konusudur. Reklamların teşvik ettiği marka tutkusunun, satın alma davranışlarındaki irrasyonelliğin körüklediği ve modern zamanda bir maneviyatçı arayışa dönüşen bu tüketim çılgınlığından yazının ilerleyen satırlarında tekrar bahsedeceğiz ancak şimdi israf konusunun sayısal göstergelerine bir bakalım.
Türkiye’de ve Batı ülkelerinde yapılan istatistiksel çalışmalara bakıldığında, israfın boyutları somut olarak daha iyi anlaşılabilir. Mesela Nazik ve diğerleri (Türkiye İsraf Raporu, T.C. Gümrük ve Ticaret Bakanlığı, 2017.) tarafından hazırlanan Türkiye İsraf Raporu’nda zikredilen verilere göre dünyada gıda üretiminin tahminen üçte biri, yaklaşık bir trilyon dolara karşılık gelen gıda israf edilmektedir. Tahmin edileceği üzere, tüketim kültürünün zaman zaman ‘çılgınlık ve bağımlılık’ boyutuna ulaştığı gelişmiş ülkeler israfta ilk sıralarda yer almaktadır. Özellikle gıda israfında taşımacılık, depolama, bilinçsiz üretim vb. gibi nedenler ön plana çıkmaktadır. Ancak yine verilere göre israfın yaklaşık %40’ı hanelerde yapılmaktadır. Yani israfın önemli bir kısmı bireysel tüketim alışkanlıklarıyla ilgilidir. Türkiye’de ise Nazik ve diğerlerinin 26 ilde 1650 kişilik bir örneklem grubunda yaptıkları araştırmaya göre insanlar, israfı “gereksiz ve aşırı tüketim, tasarruf yapmamak, çöpe atıp ziyan etmek ve ihtiyaç fazlasını almak” olarak tanımlamıştır. Araştırmaya katılımcıların yaklaşık %8’i ekmeği israf ettiğini belirtmiştir. Bilinçli ve sürdürülebilir tüketmede, ihtiyacı kadarını alma, katılımcıların çoğunluğuna göre ekmek israfından kaçmanın en önemli yoludur. Tabağında kalan yemeği çöpe atma durumu ise %20’dir. “Çok ihtiyacım olmadığı hâlde çok beğendiğim kıyafet ya da ayakkabı görürsem alırım.” diyenlerin oranı yaklaşık %63’tür. Bu veri israfın satın alma davranışlarıyla da ilgili olduğunu, bilinçli bir satın alma alışkanlığının da tasarrufta önemli olduğunu göstermektedir. İnsanlar her ne kadar alışveriş, tüketim ve tasarruf konularında bilinçli olduklarını iddia etseler de israf rakamları bilinçlenmenin ifade edildiği düzeyde olmadığını göstermiştir.
Ekmek ve suyun israf edilmemesine gösterilen hassasiyetin diğer israf alanlarına genişletilememesi, meselenin sadece bir boyutunu oluşturur. Aslında günümüzde israf konusunun küresel bir sorun olarak tartışılması, insan tabiatının giderek artan hırs, sahip olma ve tüketme yöneliminin sonucu olarak değerlendirilebilir. Pek çok sosyal bilimci bu gidişata aslında yıllar önce işaret etmiştir. Mesela onlardan birisi olan Erich Fromm (To Have or To Be, 1978.) eserlerinde, modern zamanda bireyler arasında elde etmeyi ve “sahip olma” yöneliminin giderek artmakta olduğunu savunur. Fromm, o zamanların Batı toplumlarını gözlemleyerek, bu fikrini beyan eder ve uyarılarda bulunur. Ancak küreselleşmeyle birlikte günümüzde bu sorun başta gelişmekte olan ülkelerin ve genel olarak tüm dünyanın sorunu hâline gelmiştir. Ona göre bireyler daha çok bir şeyleri elde etmeye ve iletişim kurdukları kimseleri kontrol etmeye yönelmektedir. Sevgi ve inancı da bu eğilimlerinin bir parçası hâline getirmeye çalışırlar. Mal, mülk, para, bilgi, şöhret, popülerlik sahip olma yönelimli bireylerin bir yönüyle kendini gerçekleştirdikleri alandır. Sahip olma yöneliminde sevmek tahakküm etmektir, kendine mal etmektir. ‘Ya benimsin ya kara toprağın’ ifadesinde sahip olmacı sevgi en güzel şekilde anlamını bulur. Çıkarlarımı desteklemeyen benim hizmetimde olmayan, bana külfet getiren bir inanç faydalı değildir anlayışı da aynı yaklaşımın inançtaki yansımasıdır. Mutluluk, paylaşmak, ötekiyle hemhâl olmak ve onun dertlerine ortak olmak değil daha fazla şeye sahip olmaktır. Bu yönelimin en temel sonucu hırs, tamah ve tüketimdir. Fromm’un sahip olmak yöneliminin karşıtı olarak gördüğü ‘olmak yönelimi’nde ise birey sahip olunacak mal, makam, şan, şöhret, bilgi vb. her şeyin geçiciliğinin farkındadır. Bu bilince haiz birey, kendini geliştirmeye, olgunlaşmaya, erdemleri yaşamaya ve yaşatmaya daha fazla vakit harcar.
Sahip olma yönelimi en çok da tüketim kültürüyle kendini açığa vurur. Fromm’a göre modern zamanın bireyi kendini “sahip olduğum ve tükettiğim şeyim” cümlesiyle en iyi şekilde anlatır, bu eğilim tüketim çılgınlığı ve israfla kendini gösterir. Ona göre modern toplumlarda artan tüketim çılgınlığı ve israfın temel nedeni, insanın hırsıyla güçlendirilmiş sahip olma yönelimidir. Bu yönelimdeki bireyler için daha çok şeye sahip olmak, tüketmek ve israf etmek âdeta bir var olma biçimidir. Hatta var olmanın ve görünür olmanın en etkin yoludur. Günümüz toplumlarının ruh hâlini ele alan Fromm (Özgürlük ve Kaçış (Çev. S. Budak, Öteki Yay., 1997 İstanbul.) özgürlüğü de sahip olma yönelimi çerçevesinde ele almaktadır. Ona göre günümüz insanı “bir şeye sahip olarak özgür olmayı” istemektedir. O nedenle ne kadar çok şey satın alıyor ve ne kadar çok şeye sahip oluyorsa o kadar özgür olduğunu düşünmektedir. Oysa gerçek özgürlük daha çok kişinin kendini kontrol mekanizmasıyla ilişkili olabilir. Kişi ne kadar kendini bir şeyden uzaklaştırabiliyorsa o kadar özgür demektir. Tüketim toplumunda ise hep kazanma ve elde etme hırsıyla çalışan ve sürekli tüketen birey daha az değer ve erdem ortaya koymakta, olgunlaşma ve kendini gerçekleştirme sürecini ıskalayabilmektedir. Bir başka ifadeyle kendine ve inandığı değerlere yabancılaşmaktadır. Hatta tüketim kültürü, bazı sosyal bilimcilere göre alternatif maneviyat ve dindarlık biçimleri üretmektedir. Şöyle ki örneğin bir marka düşkünlüğü ve onun etrafında oluşan motivasyon dikkate alındığında, markaların ticari doğasının ötesinde birey ve toplum hayatında oynadığı rol (burada ve şimdi mutluluk, anlam ve güven hissi vermesi vb.) ve insanların davranışlarındaki etkisi, kimi sosyal bilimcilerce (Soldevilla, Errando, Felici, 2014.) bir tür dindarlık biçimi olarak değerlendirilmiştir.
Değer ve erdemleri ortaya koyarak kendini geliştirmenin zor olduğunu gören ya da tüketim kültürünün bir parçası olmaya duyarsızca katılıveren bireyler, günümüzde kendini daha iyi hissetmek, mutlu olmak, var olduğunu ve yaşadığını hissetmek için giderek daha fazla tüketmektedir. Tüketmek kendini ifade etmenin ve başkalarından farklılaştırmanın en kolay ve kitlelerce onaylanmış bir yoludur. Benlik değerinin yüksek olduğu, alçakgönüllülüğün ve şatafattan uzak olmanın göstergesi olan mütevazılığın olmadığı bir ortamda gösteriş, marka gösterme yarışı bireyler için kendini ifade etmenin ve kendini göstermenin en ham ancak en cazip şeklidir. Sahip oldukları ve tükettikleri üzerinden kendini tanımlayan ve bu tarz bir hayatı benimseyen insanlar için bunun sorgulanması diye bir şey de söz konusu olmayacaktır. Bu tarz bir hayat o kadar özümsenmiştir ki başka bir türlüsü düşünülemez bile. Tutkuyla bağlanılan ve bazen bağımlılığa dönüşen bu tür hayat tarzında sahip olunan arabanın, giyilen ayakkabının ve elbisenin, tatil yapılan mekânın marka değeri bir yönüyle kimliğin ve kişiliğin de önemli bir parçası olmuştur.
İsraf bir itidalden, ölçülü tutum ve hareket etmekten uzaklaşma durumudur. Bir yönüyle israf etmek erdemsizliktir. O nedenle de dinlerce ve erdemi temel alan felsefi yaklaşımlarca hoş karşılanmamıştır. Özellikle İslam, Nisa, 4/6; En’am, 6/141 ve Âraf, 7/31. ayetlerinde erdem, ölçülü şekilde yiyip içme ve giyinme emredilirken, erdemsizlik yani israf Allah’ın sevmediği bir tutum görülerek yasaklanmıştır. Bize düşen, yemek içmek ve giyinmek konusundaki bu ilahî ilkeyi genişleterek zamanımızdaki israf alanlarına karşı bir önlem olarak da uygulayabilmektir. Bunun en öncelikli yolu da var olan şemayı, modern problemlere de uygulayabilecek dönüşümü getirecek bir dinî eğitim ve söylem geliştirebilmektir. Emanet bilincinin geliştirilmesi bireyin hem kendisiyle olan ilişkisinin hem de başkalarıyla ve Yaratıcıyla olan ilişkilerinin sağlıklı bir seyir izlemesini temin edebilir. Aksi takdirde tüketim kültürü içerisinde neşvünema bulan ve meşrulaşan israf, bencilliği törpülemekte; gösterişi ve metalar üzerinden kendini tanımlama fikrini desteklemektedir. Empati, yardımlaşma ve başkasının derdiyle hemhâl olma israfın bir çaresi olarak sunulabilir. Zira israf ve cimrilik arasındaki orta yol olan cömertlik erdemi de bunu gerektirir. Özellikle 2000’li yıllardan sonra Batı toplumlarındaki gidişatı problemli gören sosyal bilimciler toplumsal hayatta erdemlerin yeniden kazanılması ve yaygınlaştırılmasının önemini vurgulamış ve bir tür “erdeme dönüş” hareketi başlatmışlardır. Mesela psikolojide bunun yansıması olarak pozitif psikoloji geliştirilmiş; toplumsal sorunların ve ruhsal problemlerin önlenmesi, iyi oluş, hayat memnuniyeti, iyimserlik, psikolojik dayanıklılık, mutluluk ve huzurun tesisi için erdemlerin bireysel ve toplumsal hayatta yaygınlaştırılması çözüm olarak önerilmiştir. Dolayısıyla bireysel düzeyde aile, okul, sivil toplum kuruluşları düzeyinde yardımseverlik, alçakgönüllülük, cömertlik vb. erdemlerin yaygınlaştırılması amaçlanmıştır. Bu doğrultuda çalışmalar yapan sosyal bilimci Martin Seligman (Öğretilmiş İyimserlik, HYB Yay., Ankara 2011.) da sözü edilen erdemlere olan bu yönelişi “ahlaki koşu” kavramıyla açıklamış ve modern zamanda bireylerin ve sosyal kurumların kurtuluş reçetesi olarak değerlendirmiştir. İster dinî ister felsefi saiklerle olsun erdeme yönelme, bireysel ve toplumsal hayatta onları daha fazla yaşanılır kılmaya çalışma, israf ve tüketim kültürü hususunda farkındalık oluşturma çözüm yollarından biri gibi gözükmektedir. Daha açık söylemek gerekirse ailede, devlet kurumlarında, okullarda bireysel ve kurumsal olarak sağlıklı, ölçülü ve sürdürülebilir bir tüketim anlayışının geliştirilmesi kısa vadede gerçekleştirilecek bir çözüm gibi durmaktadır. İnsan tabiatının sahip olmacı yönelimi dikkate alınarak bu yönde sistemli çalışmaların yapılması yararlı olabilecektir.
Not: Bu metin Prof. Dr. Ali Ayten’in Diyanet Dergi için yazdığı makaleden alınmıştır.
1 Yorum
Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler. İnsan hakları, her insana bağımsız seçim yapma ve yeteneklerini geliştirme özgürlüğü sağlar. Bu özgürlükler başkalarının haklarına saygılı olmak ve bu hakları çiğnememe zorunluluğu ile dengelenmektedir.