Prof. Dr. Alev Erkilet ile “What is a Woman?” Belgeseli Söyleşisi – 8 Temmuz 2023

Hazırlayan: Yorum yapılmamış Paylaş:

Amerikalı aktivist ve yazar Matt Walsh tarafından yapılan “What is a women?” belgeseli üzerine Prof. Dr. Alev Erkilet ile bir söyleşi gerçekleştirdik.

Cinsiyet, toplumsal cinsiyet, kadın olmak gibi kavramlar üzerine konuştuğumuz programın özetini aşağıdan okuyabilirsiniz.

 

Prof. Dr. Alev Erkilet

Bugün MattWalsh’un “What is a Women”  belgeselinden hareketle toplumsal cinsiyet (gender) konusunu masaya yatıracağız. Malumunuz olduğu üzere, toplumsal cinsiyet perspektifinden hareketle “kadın çalışmaları” yaptığı için sürekli olarak eleştirilen grupların amacı, toplumun biyolojik cinsiyet üzerinden kadınlara atfettiği rolleri sorunsallaştırmaktır. Bu sorunsallaştırma çabasının ilk örneklerinden biri Mary Wollstonecraft’ın Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi metnidir ve Rousseau’nun Emilé kitabında ortaya koyduğu önermeleri eleştirir. Rousseau, bir eğitim klasiği kabul edilen kitabında Sophie karakteri ile, Emilé’i mutlu etmek amacıyla kendisini güzelleştirmesi gereken bir kadın tipolojisi ortaya koymaktadır. Wollstonecraft ise, der ki, kadının görevi erkeği rahatlatmak değildir; kadınların da erkekler gibi “bir insan olarak kendilerini geliştirebilmeleri” için hak ettikleri eğitimi almalarına imkân sağlamak gerekir. Bu temel değerlendirmelerden sonra, What is a Woman? belgeselinin giriş sahnesine bakarsak, orada bir yaş günü partisi ve kız ve erkek çocuk tasvirleri görürüz. Kız çocuğu imgesi güzellik, uçuculuk, ev işlerine odaklılık, beğenilme beklentisi gibi kavramlarla özdeşleştirilirken, erkek çocuk silahla özdeşleştirilmiştir. Dolayısıyla belgeseldeki temel hikâye bizi bu özdeşleşimin doğru, iyi ve fıtrata uygun olduğuna ikna etmek üzerine kuruludur. Yani toplumun kadınlara ve erkeklere biçtiği rollerin biyolojik varlığımızla birebir alakalı olduğu temasına yaslanır. Tam da bu nedenle belgeselde bir insanın kadın mı erkek mi olduğunu nereden anlıyorsunuz? sorusuna cevap verilirken sürekli olarak göğüsleri, penisi, vajinası var gibi cevaplar üzerinden biyolojik özelliklere vurgu yapılmış; öte yandan da bu tanımlamalara paralel olarak toplumun yüklediği “kızlar zarif ve güzel görünmeli, erkekler egolarının doyumlanması için militer, sert ve yarışmacı olmalıdır” gibi cinsiyet rollerine ve tanımlamalarına göndermeler yerleştirilmiştir.

Gender çalışmaları bu rolleri ve kadınlık-erkeklik tanımlarını belirleyerek bireylere yükleyen genler, kromozomlar, cinsel organlar vs. değil toplum ve kültürdür görüşünden hareket eder. Matt Walsh belgeselde çok derinlikli bir biçimde ve birçok tartışmayı birbiri içinden geçirerek bu tezi yanlışlamaya çalışıyor. Örneğin Massaileri insan doğasına daha uygun bir yaşam biçiminin sürdürücüleri olarak tanımlayıp Afrika’ya onlarla görüşmeye gidiyor ve buradaki görüşmelerinden insan doğasına en uygun şekilde yaşayan bu insanların kendi görevlerinin ne olduğunu çok net bir şekilde bildikleri sonucuna ulaşıyor. Walsh’ın eşine sorduğu “Kadın nedir?” sorusuna “erişkin dişi” cevabını alması ve belgeseli konserve kutusunun kapağını açabilmek için erkeğinin yardımına muhtaç olan kadın birey imgesiyle tamamlaması, çalışmanın dayandığı ana tezi net bir şekilde ortaya koyuyor. Dolayısıyla oldukça cinsiyetçi bir kadın sayıltısına yaslanıyor. Ama bu cinsiyetçi yaklaşımı tek başına sunduğu takdirde fazla kabul görmeyeceği için olsa gerek, üç ayrı konuyu iç içe geçirerek temellendirmeye çalışıyor: Çocukların cinsiyet değiştirme ameliyatlarına teşvik edilmesi, trans sporcuların müsabakalarda kadınlarla yarışması ve toplumsal cinsiyet (gender) meselesi. Kanaatimce bu konular ayrı ayrı ele alınabilirdi/alınmalıydı. Ama Walsh toplumsal cinsiyet alanındaki kuramsal katkıları diğer alanlarla ilgili ortaya koyduğu veriler yardımıyla karalıyor ve böylece bize cinsiyet kalıplarıyla alakalı mesajlarını veriyor. Bu konudaki ikna gücünü de trans genderismin ebeveynlerde yarattığı endişe ve panik duygusundan alıyor. Oysa bu üç meselenin tek tek ele alınması ve öncelikle kendi bağlamlarında konuşulması gerekiyor.

Belgeselin ana izleklerinden biri toplumsal cinsiyet (gender) diye bir şeyin olmadığı, yalnızca biyolojik cinsiyetin olduğu konusunda izleyiciyi ikna etmek. Walsh “ya kadınsındır ya da erkek” diyor ve toplumun biyolojik cinsiyete yüklediklerinin de tamamen biyolojik donanımlarımızla ilgili olduğunu savunuyor. Hâlbuki antropoloji ve sosyolojide gender tartışmaları bunların aynı şey olmadığı üzerinden yapılıyor. Yani erkek olmanız sizi silah sever ya da militarist yapmıyor. Kadın olmak da sizi bir konservenin kapağını bile kendi başınıza açamayacak kadar güçsüz ve başkasına bağımlı yapmıyor. Bunlar biyolojik donanımdan değil toplumsal kalıp-yargılardan kaynaklanıyor. Kadın veya erkek olarak bize cinsiyet rollerini yükleyen yani “bunu yapma(ma)lısın”, “oraya gitme(me)lisin”,“o tepkiyi verme(me)lisin”,“konuşma(ma)lısın” diyen toplumdur. Mesela konuşabilecek, gündem belirleyebilecek kapasiteniz vardır ama toplum kadın olduğunuz için ve sadece kadın olduğunuz için sizin gündem oluşturmanıza izin vermez. Geçmişte romanlarını, şiirlerini erkek ismiyle yayınlamak zorunda kalan kadınları hatırlayalım. Medya içerikleri ile ilgili sosyal psikolojik çalışmalarda, kadınlar cinsel bir obje olarak görüldükleri için kameranın onların göğüslerine ve bacaklarına odaklandığına, erkekler ise karar verici özneler olarak düşünüldüğü için onların yüzüne odaklandığına dair bulgular var. Bu açıdan bakıldığında, sosyo-kültürel faktörlerin varlığını ve etkisini göz ardı edemeyiz. Bizim akademik ilgimiz cinsel rollerle değil toplumsal rollerle alakalıdır. Gender tartışmasının kendisi de cinsel işlevlerle alakalı değildir. Tam tersine biyolojik temelli farklılıkları veri olarak kabul edip zemine koyar. Bu zeminin üzerine kültürün çıktığı katmanı analiz etmeye çalışır. Eğer ikisi arasında, yani biyolojik ve toplumsal cinsiyet arasında bir fark olmasaydı, Kuran-ı Kerim’de çok açık ve net bir şekilde kız çocukla müjdelenen babaların yüzünün neden karardığı sorulmazdı. Ben toplumsal cinsiyet (gender) meselesinin Kuran ve Sünnet temelinden hareketle anlaşılması gerektiğini düşünüyorum. Biyolojik cinsiyetten farklı bir toplumsal cinsiyetin olmadığını söyleyerek toplum kaynaklı eşitsizliklerin üstüne gidemezsiniz. Cahiliye toplumundaki erkeklerin kız çocuktan bu kadar nefret etmelerini biyolojileriyle mi izah edeceğiz? Hayır, edemeyiz. Kız ve erkek çocuğu birbirinden ayırmak ve erkeği yüceltmek o cahili kültürün dayattığı bir kalıptı. Kız çocuğu bir an önce kazasız belasız evlendirilene kadar taşınması gereken bir yük olarak kabul ediliyordu. Bu durum toplumsal değilse nedir?

Bir kere daha vurgulamak gerekir ki, toplumsal cinsiyet ve kadın çalışmaları biyolojik cinsiyeti reddetmiyor. Queer teorinin toplumsal cinsiyeti eleştirmesi de bu sebeptendir. Çünkü toplumsal cinsiyet (gender) biyolojik cinsiyetin -bir sabite olarak- varlığını kabul ederken; queer teori cinsiyeti performatif hale getirmesiyle toplumsal cinsiyet ve kadın çalışmalarından ayrılıyor. Her ne kadar sonradan toplumsal cinsiyet çalışmalarını queer teorinin altına koymaya dönük bir çaba olmuşsa da, bunların birbirinden ayrı olduğunun altını mutlaka çizmemiz gerekir. Kadın çalışmalarında cinsiyet performatif bir şey olarak kabul edilmez. Ama rol kalıpları toplum tarafından biçimlendirilmiştir. Margaret Mead’in Yeni Gine’deki topluluklarda kadın ve erkek rolleriyle ilgili karşılaştırmalı çalışması bu bağlamda zikredilebilir. Onun bulgularına göre bazı kabilelerde hem kadınlar hem de erkekler meseleleri daha saldırgan yöntemlerle veya savaşla halletmeye çalışıyor, fazla empati yapamıyordu ki bu “erkeksi” bir karakteristikti. Bazı kabilelerde ise kadınların ve erkeklerin hepsi daha empatiklerdi ve sorunlarını konuşarak çözmeye çalışıyorlardı ki bu da “kadınsı” bir karakteristikti Mead’e göre. Yani rol kalıplarının biyolojik cinsiyetle değil kültürle ilgisi vardı. Batı’nın çocuk yetiştirme kalıpları başka, Yeni Gine’deki toplulukların çocuk yetiştirme kalıpları başkaydı; çünkü bu toplulukların kültürel değerleri farklıydı. Kültür aktarımı ve sosyalizasyon yoluyla cinsiyet rolleri de aktarılıyordu.

Çiğdem Kağıtçıbaşı’nın Çocuğun Değeri: Türkiye’de Değerler ve Doğurganlık isimli kitabı da bu bağlamda zikredilebilir. Çocuğun değeri kırda nasıl kentte nasıl tanımlanmaktadır? İkisi aynı değildir çünkü birinde tarım hayatı var ve tarım hayatında emeğin, emekçinin rolü çok büyük. Bu nedenle de fazla sayıda çocuk isteniyor. Aynı zamanda İbn Haldun’un asabiyesinde olduğu gibi nüfus sayısı gücü gösteriyor. Endüstri toplumunda/ kentte iki çocuğu olan aile içinse çocuğun değeri, anlamı farklı. Orada çocuk sevginin ve manevi doyumun bir vesilesi olarak ön plana çıkıyor. Bunu konumuzla ilişkilendirecek olursak, kadının değerine ve rollerine ilişkin atamalarında bu şekilde toplum ve kültür tarafından yapıldığını söyleyebiliriz. Bunların biyolojiyle kesişen ve ayrışan tarafları kuşkusuz olacaktır. Mesela İslami açıdan erkeğin ailenin bakımıyla alakalı sorumluluklarını bununla bağlantılandırabiliriz. Bu örnekten çıkarmamız gereken sonuç kadının erkeğin bakımına muhtaç olduğu değil, kadının hamilelik, doğum gibi ihtiyaç duyduğu dönemlerde bu bakımı almaya hakkı olduğudur. Burada söz konusu edilen husus, belgeselde ima edilen “kavanoz kapağı açamamak” noktasındaki bir muhtaçlık değildir sizin de takdir edeceğiniz gibi.
Zikrettiğimiz bütün bu örneklerden hareketle, belgeselin cinsiyetçi bir yaklaşımla çekildiği söylenebilir.

Belgeselde sorunsallaştırmamız gereken ikinci nokta, klasik atanmış roller üzerinden bir erkeklik tanımı yapılmasıdır. Erkek nedir? Erkeklik nedir? Belgeselde erkeklik karısına bakmak, çocuk sahibi olmak, çocuklarının karnını doyurmak olarak tanımlanıyor. Bir kişi eğer çocuklarının karnını doyuramıyorsa erkek değildir denilmiş oluyor. Zaman zaman intiharlara da neden olan bu sorumluluğu salt biyolojiyle mi ilişkilendireceğiz? Bu tanımları aşıp geçmişe baktığımızda, yüzyıllardır kadın ve erkeğin birlikte çalıştığı dönemlerin varlığına şahit oluyoruz. Tarımsal hayatta bütün işi yapan kadınların varlığını görüyoruz. Modern kent kültüründe kocasıyla birlikte çalışan ya da eşini kaybetmiş, eşi çalışamayan veya eşinin kazancı yetersiz kaldığı için çalışan kadınları görüyoruz. Demek ki doğuran ve bakım veren kadın tipolojisi ile eve ekmek getiren erkek tipolojisinin çok ötesine geçen, çok daha karmaşık bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Toplumsal cinsiyet bağlamında sorunsallaştırılan mesele “kadınların görevi çocuk doğurmak, erkeklerin görevi eve ekmek getirmektir” atamasının biyolojiyle gerekçelendirilerek evrensel şekilde dayatılmasıdır. Ve bu dayatılan rollerin dışına çıkılmasının fıtrata aykırı olduğunun savunulmasıdır. Mehmet Birekul hoca, Peygamber Günlerinde Kadın başlıklı kitabında kadın sahabelerin hayat hikâyelerinden hareketle, Müslüman kadınların toplumdaki yerini incelemişti. Kadınların serbestçe kamusal alanda yer aldığını, hocalık yaptığını, hukuk işlemlerine baktığını, savaştığını, hekimlik yaptığını, kısacası toplumsal hayatın her alanına katkı sağladığını göstermişti. Bugün yine dini bazı referanslarla kadınların bunların hiçbirini yapamayacağı, yapmaması gerektiği iddia ediliyor ve bu tezler biyolojiyle meşrulaştırılıyor ise, bizim de cesaretle, İslamcı bir duruşla bu meseleyi nasıl tanımlayacağımıza karar verip,doğru ve adil olanı çocuklarımıza aktarmamız gerekir.

Dr. Sevinç Sanisoğlu – Asap

Asap olarak 2018 yılından sonra sağlıklı cinsiyet kimliği oluşturmakla ilgili bazı çalışmalarımız oldu. Cinsiyet kimliği nasıl oluşur, cinsiyet kimliğiyle ilgili sorunlar çocukluktan yetişkinliğe kadar hangi yollardan geçerek kimlik yerleşiyor, sorunlu olduğu durumlarda yapılması gerekenler ve yöntemler nelerdir gibi konular üzerine eğildik. Eğitimler verdik ve sahada çalışmalar yapmaya da devam ediyoruz. Toplumda kavramların anlaşılmadığına, karıştırıldığına dair tespitlerimiz oldu. İngilizcede cinsiyet anlamında kullanılan “Sex” kelimesine biz cinsellik anlamı yüklüyoruz. Aslında sex sadece cinsiyet iken “gender” toplumsal cinsiyettir. Toplumsal cinsiyetin LGBT’ye açılan bir kapı olduğu böylece LGBT lobisinin işine yarayan bir kavrama dönüştüğü düşüncesi var. Kavramları yerli yerine oturtmayınca böyle bir karmaşanın ortaya çıkması da mümkün hale geliyor. Belgeselde de bu karmaşayı görüyoruz.

Belgeselin ne amaçla yapıldığını anlayabiliyorum ama tamamıyla transeksüeller üzerinden oluşturulmuş, içine toplumsal cinsiyet sosu katılarak sunuma konmuş karmakarışık bir çorba olmuş. İçinde doğru birkaç soru var ama çok fazla yanlış var. Şu anda Batıda toplumsal cinsiyet nasıl LGBT’nin elinde oyuncak olduysa transeksüellik de aynı şekilde oyuncak olmuş durumda. Halbuki transeksüellik tamamen başka bir şey. Belgeselde translar, eşcinseller, trans olduğunu zannedenler hepsi bir arada sunulmuş. Tıbbi olarak tamamen karşı olduğumuz bir sunum şekli bu. Çünkü belgeselcide farkındalık ve bilgi yok. Soruna farklı bir perspektiften bakmış. LGBT lobisi translığı ve eşcinselliği normal hale getirmeye çalışıyor. Bu durum yetişkinlere bir yere kadar etki ediyor ama çocuklara daha fazla etki ettiği için medya sosyal medyayla bu olayları kullanıyorlar. Lgbt lobisinin bu karşı taarruzuna belgeselde reaksiyon oluşturmaya çalışılmış halbuki lgbt lobisi transları da kullanıyor.

Bizim yapmaya çalıştığımız ise kavramların ne anlama geldiğini tek tek gruplara anlatmak ve farkındalığı artırmak. Çünkü insanlar gerçekte Lgbt lobisinin tepesindekilerin ne yapmaya çalıştığını anladığında, hakikatle karşılaştığında daha farkında bir şekilde çocuklarına ve topluma faydalı olabilecekler. Bütün kesimlerin bu farkındalığa erişmesi gerektiğini düşünüyoruz.

Batının kafası da çok karışık konuyla ilgili. Önce feminizm sonra eşcinsellik arkasından da queer teorileriyle ucu açık ve nereye gittiği belli olmayan bir karmaşa var. Türkiye’de psikiyatri camiasında trans olmak isteyen bir yetişkin 18 yaşından sonra detaylı bir şekilde incelenir. Cinsiyet disforisi varsa rapor aldıktan sonra izin verilir. Batıda ise 10 yaşına gelen çocuk “memelerim büyüsün istemiyorum” derse hemen bir yol açılır. “Hormon tedavisi istiyorum, kız olmak istemiyorum, erkek olmak istemiyorum” derse istediği verilir. Doktorların kafası zaten temelden karışık Batıda. Bizim böyle olmamız mümkün değil. Toplumsal cinsiyetin yüklediği diğer yükleri tartışıyoruz şu an. Batının yükleriyle kendi toplumumuzu değerlendirince kafamız karışıyor. Biz daha toplumsal cinsiyet eşitsizliğini anlayamıyor ve fikir birliğine varamıyorsak bu çok somut sorunlar konusunda bir yerlere varamayız. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğini düzeltmek ve adaleti sağlamak İslam’ın önce “la” ile başlaması gibi, eşitsizliklere önce hayır demek sonra gerçek adaleti korumak için toplumsal cinsiyet eşitsizliğini kabul etmekle olur.

 

 

 

 

 

Önceki Yazı

TİHEK Başkanı Prof. Dr. Muharrem Kılıç ile TİHEK ve STK İşbirlikleri İstişare Toplantısı – 22 Haziran 2023

Sonraki Yazı

Dünya Mülteciler Günü Programı – 20-21 Haziran 2023

Bunlar da ilginizi çekebilir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir