Avrupa’da “Kadın”ın Kategorik Olarak Ortaya Çıkışı
29 Nisan 2008
Nazife Şişman
Kadın meselesinin ortaya çıkışı modern dönemle alakalıdır. Biz biliyoruz ki ilk insandan itibaren kadın ve erkek var. Kadın ve erkek oluşumuz yaratılışımızla içkin bir mesele. Kutsal kitaplara baktığımızda insanların atasının bir erkekle bir dişi olduğundan bahsediliyor. Mesela Tao felsefesine baktığımızda eril ve dişinin birbirini tamamlayıcılığı söz konusudur. İslam felsefesinde ise insanların erkek ve dişi olarak yaratılmış olması Allah’ın Celal ve Cemal sıfatlarının yeryüzündeki yansıması olarak görülür. Yani biz kadın ve erkek arasındaki farklılığı ta ilk insana kadar geri götürebiliriz. Tarih boyunca var olmuş bir ikilik söz konusu.
Ama cinsiyetin ya da kadın ve erkeğin birbirinden farklı iki toplumsal kategori olarak ele alınmaya başlanmasının modern dönemde kazandığı daha özel bir anlamı var. Bu ikiliği problem haline getiren ve bu kadar tartışmamıza sebep olan bir arka plan söz konusu. Bu problemin arka planında neler var diye baktığımızda, bu meseleyi modern batıdaki bir takım gelişmelerle ilişkilendirmeden açıklamamız mümkün görünmüyor. Avrupa’da sanayi devriminden sonra gelişen eğitim süreci, işçi sınıfının ortaya çıkışı ve Fransız devrimi gibi bir takım parametrelere bakarak bu meseleyi anlamaya çalışıyoruz. Çünkü Avrupa kültürünün ortaya çıkarmış olduğu modern dönemin tüm dünyaya yayıldığı küresel bir süreci yaşıyoruz. Her ne kadar sanayileşme Avrupa’da ortaya çıksa da teknolojik gelişmenin yayılması bizim gündelik hayat pratiklerimizi de etkilemekte. Aynı şekilde Aydınlanma ve Fransız devrimi vesilesiyle ortaya çıkan fikir akımları da bizim hayata bakışımızı etkileyen unsurlar arasında. O yüzden de biz bugün bu meseleyi Avrupa’ya atıfla anlamak zorundayız. Çünkü kadını bugün sorunlu hale getiren, bu kadar çok tartışmamıza neden olan gelişmeler ilk önce Batı’da vuku bulmuş gelişmelerdir. Bu sebeple biz ilk önce Batı’da ne oldu sorusunun cevabını anlamadan, bugünkü çatışmaların mahiyetini, bugünkü kadın erkek eşitliği, kadınların kurtuluşu, tarih boyunca kadınların ezilip ezilmediği gibi bir takım sorunlara ya da “dinler kadınları ezmiştir” gibi bir takım genel yargılara nereden bakacağımızı bilmekte zorlanırız.
İşte bu yüzden bir bakıma meseleyi ilk önce Batı’da gelişmiş ve gelişmekte olan bir süreç olarak görmek gerekiyor. 19. yy’da gelişen sürece 20. yy’da bir takım başka parametreler ilave ediliyor. 21. yy’a gelindiğinde teknolojik gelişmeler ve post modern kültürün ortaya çıkmasıyla bir sürü yeni unsur bunun üzerine ilave oluyor ve bugün kadın konusu daha farklı bir zeminde tartışılır hale geliyor. Ama bugünü anlamak için işte o geçmişten gelen süreci kısaca gözden geçirmek gerekiyor.
“Kadın”ı mesele haline getiren nedir diye baktığımızda Avrupa’da yaşanan modernleşmenin üç ayağına bakmak zorundayız. Bunlardan birincisi Aydınlanma felsefesidir ki yeryüzünde insanın kendi başına anlamını bulabileceğini, uhrevi manada bunun ilahi bir belirlenimi olamayacağını iddia etmektedir. Kısaca hümanist felsefe denilen insan merkezli seküler bir dünya anlayışının ortaya çıkışı diye özetleyebiliriz.
Modern öncesi dönemde kadın nedir, erkek nedir diye sorulduğunda bunun cevabını bize dinler veriyordu. Yani asıl referans noktası dindi. Ama Aydınlanma sonrası dönemde kadın nedir, erkek nedir, ne olmalıdır, toplumda ne yapmalıdır diye sorulduğunda bunun cevabını artık dinden değil bizzat toplumun kendi dinamiklerden bulma yoluna gidildi. O yüzden de kadın meselesinin bugünkü halini alışı bir nevi Batı’daki sekülerleşme süreciyle paralel bir seyir izler. Elbette bu süreçte haklı olarak gelişen bir takım mücadeleler de söz konusudur. Ancak daha dikkatli baktığımızda bu durumun dinden referans alan bir anlayışın reddedilmesinden kaynaklandığını görüyoruz.
İkinci temel belirleyici unsur, sanayileşmenin ortaya çıkmasıdır. Zira sanayileşmeyle birlikte toplumsal örgütlenmelerde çok ciddi değişiklikler meydana gelmiştir. Bu konudaki en temel belirleyici husus üretim sürecinin değişmesi ve üretimin ev merkezli olmaktan ziyade fabrika merkezli hale doğru evrilmesidir. Böylece kadın kamusal hayata çıkmış ve annelik rolüyle çalışma hayatı arasında çelişkiler ve çatışmalar başlamıştır.
İkinci temel belirleyici unsur, sanayileşmenin ortaya çıkmasıdır. Zira sanayileşmeyle birlikte toplumsal örgütlenmelerde çok ciddi değişiklikler meydana gelmiştir. Bu konudaki en temel belirleyici husus üretim sürecinin değişmesi ve üretimin ev merkezli olmaktan ziyade fabrika merkezli hale doğru evrilmesidir. Böylece kadın kamusal hayata çıkmış ve annelik rolüyle çalışma hayatı arasında çelişkiler ve çatışmalar başlamıştır.
Aslında kadın sanayi sonrası toplumda iki şekilde değişiklik yaşıyor. Birincisi evin üretim merkezi olmaktan çıkmasıdır. Daha önce kilim ve halı dokumak, sebze yetiştirmek gibi bir takım üretimler evde yapılır, kadın da bu üretime katkı sağlardı. Ama sanayiyle birlikte üretim fabrikalara taşındığında kadın özellikle burjuva yani üst orta sınıf kadınları sadece tüketici konuma indirgenmiş ve bu da aslında onun prestijinde, konumunda bir düşüşe neden olmuştur. Yani artık üreten değil sadece tüketen biri haline gelir kadın. O zamanlar bu duruma karşı çıkan kadın hakları savunucuları sadece evdeki bir süs bitkisi, bir biblo rolünde olmaktan çıkma, yani üretime ve kamusal hayata katılma taleplerini dile getirmişlerdir. Çünkü bu durum onların güçlü oldukları alanda güçsüzleşmesine yol açmıştır. Ve sadece tüketimle sınırlı bir hayat tarzı kadınlar için ikincilleştirici bir durum haline gelmiştirr.
İkinci bir olumsuzluksa sanayi sonrası toplumda, üretici olarak fabrika hayatına işçi olarak katılan kadınların aşırı derecede ezilmeleriydi. Yani bir taraftan eşit işe eşit ücret alamamaları, ucuz iş gücü olarak kullanılmaları, diğer taraftansa ev içi rollerinin aynen devam etmesiyle çift katlı bir ezilme sürecinin yaşanmasıydı.
Ve aslında kadın hakları hareketi de ülkelere göre dağılımı farklı olmakla birlikte bazı ülkelerde bu işçi kadınlar arasında sendikal hareketler olarak ortaya çıkmıştır. Bazı ülkelerde ise daha burjuva kadınların örgütlenmesiyle ortaya çıkar kadın hakları hareketi. Yani bir takım sosyal, toplumsal ve iktisadi değişikliklerle temellenen bir hareket söz konusu. Gerçi bu durumun zemininde bir takım farklı değişikliklerin olduğunu da düşünebiliriz.
Bir başka unsur ise, Fransız devrimi sonrasında vatandaşlık tanımının ortaya çıkmasıdır. Daha öncesinde biliyorsunuz Avrupa’da siyasi olarak söz hakkı sadece feodal beylerdeydi. Ardından merkezi imparatorluklar kuruluyor. O zaman imparatorun sözü daha önemli hale geliyor. Ama bu arada burjuva toplumu güçleniyor. Aslında asil olmayan ama ticaret yoluyla zenginleşen ve artık siyasi kararlar konusunda söz sahibi olmak isteyen bir grup olarak burjuva sınıfı ortaya çıkıyor. Yani bir anlamda siyasal katılım mücadelesi baş gösteriyor. Kral, aristokrat ve burjuva sınıfı arasında bir takım anlaşmalar yapılıyor. Böylece onlar da parlamentoda söz hakkı elde ediyorlar. Ama bu durum İngiltere’dekinin aksine Fransa’da çok kanlı bir ihtilal şeklinde vuku buluyor. Fransa’da kilise feodal beylere karşı çok çetin ve kanlı bir mücadele veriyor. Daha önceleri siyasal katılım ve oy hakkı için kişilerin mülk sahibi olması gerekirken, ihtilal sonrasında bu kesimler de oy hakkı kazanıyor.
Buradan Türkiye’ye bakacak olursak, çobanla benim oyum bir mi diyen profesörlerin, sanatçıların düşüncelerinde de bu seçkinci tavrı görmek mümkün.
İşçi ve tüccar kesimden sonra en dış cephede kalan kadınlar da oy hakkı kazanmaya başlıyorlar. Bu arada tabi kölelik de kalkıyor ve kölelerin de bir insan, bir vatandaş olarak tanınması devreye giriyor. Bu açıdan baktığımızda kadın meselesinin bir sorun şeklinde ortaya çıkışının siyasal katılım boyutunu da görebiliriz. Yani kadın hareketinin ortaya çıkışına baktığımızda gerçekten bu işin maddi bir temeli olduğunu da görmek mümkün. Bu durumun ortaya çıkışının iktisadi hayatla alakalı bir temeli var. Düşünce planında, fikir planında, hayata bakışta bir değişiklik var. Yani sekülerleşme sürecinin sonunda gelinen bir nokta var. Kadın haklarıyla ilgili mücadeleler 19. yüzyıl sonuna kadar, siyasal katılımdaki çabalarla paralel bir seyir izliyor.
İşçi ve tüccar kesimden sonra en dış cephede kalan kadınlar da oy hakkı kazanmaya başlıyorlar. Bu arada tabi kölelik de kalkıyor ve kölelerin de bir insan, bir vatandaş olarak tanınması devreye giriyor. Bu açıdan baktığımızda kadın meselesinin bir sorun şeklinde ortaya çıkışının siyasal katılım boyutunu da görebiliriz. Yani kadın hareketinin ortaya çıkışına baktığımızda gerçekten bu işin maddi bir temeli olduğunu da görmek mümkün. Bu durumun ortaya çıkışının iktisadi hayatla alakalı bir temeli var. Düşünce planında, fikir planında, hayata bakışta bir değişiklik var. Yani sekülerleşme sürecinin sonunda gelinen bir nokta var. Kadın haklarıyla ilgili mücadeleler 19. yüzyıl sonuna kadar, siyasal katılımdaki çabalarla paralel bir seyir izliyor.
20. yüzyıla gelindiğinde artık sadece kadınların oy hakkı olsun, onlar da vatandaş sayılsın, eşit işe eşit ücret alsınlar, insan yerine konsunlar anlayışı kalmıyor. Bahsettiğim o bütün sekülerleşme süreci artık tavan yapıyor ve kadınlar artık fıtri olan hiçbir şeyi, verili olan hiçbir şeyi kabul etmemeye başlıyor. Kadın hakları savunucuları ya da feministler tarafından bedenin Allah tarafından verilmiş olduğunu kabul etmeme ve bedenin fonksiyonlarını da, mesela doğurma fonksiyonunu, kabul etmeme şeklinde bir anlayış gelişiyor. 60’lardan sonra bu yaklaşım kürtajın bir kadın hakkı olduğu, bedeniyle istediğini yapabileceği şeklinde bir iddiaya dönüşüyor, ve 80’ler sonrasında tartışılan bir sürü mevzuda kadınların kiralık rahim olarak kullanılması, doğurmama hakkı gibi başka noktalara doğru savruluyor.
Özellikle 80 sonrası dönemde kadının bir kategori olarak ortaya çıkışının kimlik tanımlarıyla da bağlantılı bir boyutunu görmeye başlıyoruz. 19. yüzyıl öncesi kadın daha çok aile içinde tanımlanıyordu. Toplumda herkesin belli bir yeri vardı. Aristokrat bir tabakadan geliyorsanız, eşiniz bir aristokratsa burada kadının görevi; eşinin sahip olduğu unvana göre davranmak onun zenginliğini bir anlamda sergilemek. Mesela o beyaz dantelalı kabarık etekleri giymenin bir mesajı var. Ben çok zenginim, iş yapmam gerekmiyor gibi. Zaten o etekle bir iş de yapılmaz. Bunun böyle bir sembolik anlamı var ve böyle bir hayat tarzı içinde bu kadının bir yeri var. Hizmetli olarak çalışan ya da tarlada çalışan kadınların da belli bir konumu var. Ama birdenbire bir değişim ortaya çıkıyor. Artık kadınların fabrikada çalışması gerekiyor ama aynı işi yaptığı erkekle eşit ücret alamıyor. Kadınlar da insandır, onların da oy hakkı olması gerekir gibi bir takım anlayışlarla yeni bir toplumsal kesim ortaya çıkmış oluyor. Peki, bu yeni kadını bu toplumsal örgütlenmede nereye yerleştireceğiz, buna oy hakkı verecek miyiz, siyasi hayata katılacak mı katılmayacak mı, eğitimi nasıl olacak, bu kadını nasıl tanımlayacağız gibi bir çok problem ortaya çıkıyor. Ve işte o yüzden toplumsal bir kategori olarak kadın meselesi ortaya çıkmış oluyor. Geçiş dönemleri her toplumda biraz sıkıntılı olur. Çocukluktan ergenliğe geçiş gibi biraz itina ister. Halbuki hızlı değişimlerde bu olamıyor.
Ayrıca kadına bakışın Hıristiyanlıktaki cinselliğe kötü bakmakla, onun şeytani bir şey olduğu konusundaki inançla da alakalı bir boyutu var. O yüzden orta çağda cadı yakma törenleri çok fazla. Bizatihi kadının kendisi şeytani görülüyor. Ancak soy devam etsin diye kerhen cinsellik kabul ediliyor. Halbuki aynı dönemde İslam dünyasında edebi eserlere, divan şiirine falan baktığımızda pek çok şeyin cinsel sembolizm üzerinden anlatıldığı görülüyor. Yani batıyla İslam dünyası arasında kadınla alakalı mevzuda ciddi anlamda farklı bir anlayış var. Ama yine de “Bizde kadın hakları hareketi çıkmadı, çünkü biz kadınlarımıza çok iyi davranıyorduk. Batıda onlar kadına haksızlık yapıyorlardı onun için onlarda kadın hakları hareketi çıkmıştır.” demek çok da doğru değil. Pek çok toplumda kadınlara karşı haksızlık, adaletsizlik yapılmıştır. İslam dünyasının birçok yerinde de yapılmıştır. Evet, ilkeler olarak baktığımızda belki İslam’da böyle bir şey yok ama uygulamada olmadığını söyleyemeyiz. Ama neden böyle bir hak arayışı başka bir yerde değil de Avrupa’da ortaya çıkıyor. Çünkü onun arka planındaki biraz önce bahsettiğim etkenler söz konusu.
İslam dünyasına baktığımızda ise kadınların çok genel olarak böyle bir “ne oluyor” sorusu yok ama kişilerin hak ve adalet arayışları tabiî ki var. Son yapılan araştırmada Osmanlı’da kadınların bir adaletsizliğe uğradıklarında mahkemeye gittiklerini gösterir kayıtlar var. Bireysel mücadelelerde bulunuyorlar. Ama toplumsal olarak işte erkekler bizi eziyor toplumda bize haklarımız verilmiyor o yüzden mücadele edelim diye böyle kalkışma şeklinde bir hareket söz konusu değil.

Marshall Hodgson “Dünya Tarihin Yeniden Düşünmek” adlı kitabında, Sanayi Devrimi gibi bir gelişme Avrupa’da değil de İslam coğrafyasında ortaya çıksaydı, Avrupa’nın ötekileştirici mantığına sahip olmadığı için daha çok adaletin, çoğulculuğun ve kozmopolitliğin hakim olduğu, bireysel hakların daha çok korunduğu bir genel kültür ortaya çıkabilirdi diyor. İşte o zaman otomatikman kadınlar için de aynı şey geçerli olacaktı diyebiliriz.
Aslında İslam’da kadınların ezilmesi meselesi bizim zihnimize kazınmış batılı bir önyargıdır. Yani ezilmekten kastedilen nedir, kadın neye göre, kime göre eziliyor. Böyle bir genelleme yapmak bütün zamanlar, bütün mekanlar için çok anlamsız olmakla birlikte böyle bir ezber var zihnimizde. Ama bu demek değil ki İslam’da kadınlar eziliyor cümlesi salt subjektif bir tanımlamadır. Mutlaka bizde de haksızlık olmuştur ama bizdeki hikaye çok daha başka bir hikaye. Bu konuyu ayrıca ele almak lazım.
Bir de ezilmeyi nasıl tanımlayacağımız meselesi var. Bizde diyelim ki 1830’larda İstanbul’da Fatih’te yaşayan hiçbir sosyal hayatı olmayan, dört duvar arasına kapatılmış, dışarı çıktığında da yüzündeki birkaç kat peçe ile kapatılmışlığı devam eden, hukuki ve sosyal hakları olmayan bir kadın imajı var. Kocasının dört eşinden biri olan, ayrıca evde bir sürü cariyeyle yaşamak zorunda kalan bir kadın… Adam istediği şekilde istediği kadar kadınla evleniyor, sonra boş ol diyor boşuyor. O dönem yaşayan kadınlar için böyle bir imaj var kafamızda ve bu fotoğraf doğrudan ezilmişlik imajını pekiştiriyor.
Ama gerçekten o dönemde böyle bir hayat var mı? Bu imaj o dönemin kadınlarının gerçeğiyle ne kadar ilintili diye dönüp kaynaklara bakmıyoruz. Örneğin yapılan araştırmalar dört değil, iki eşli olmanın bile mesela Osmanlı dönemi batı Anadolu kentlerinde yüzde 2,5’un üzerine çıkmamış olduğunu gösteriyor. Aslında Türkler’in taa Orta Asya’dan beri tek eşli yaşamı tercih ettiği de biliyor. Ayrıca tarihçi bir arkadaşım 18. yüzyıl İstanbul haneleri üzerine yaptığı araştırmada evlerin yüzde 80’inin iki odalı olduğunu tespit etmişti. Şimdi siz bu iki odanın neresine dört eş ve şu kadar cariyeyi koyacaksınız. Yani bu fiziki olarak da mümkün gözükmüyor.
Hatta acaba bu iki odalı bir evde mahremiyet nasıl korunuyordu diye araştırma yapıyorlar. Çünkü bizde mahremiyet önemlidir. Zira ebeveyn ve çocukların ayrı odalarda yattığı bir kültürden geliyoruz. Peki, o halde bizde neden böyle bir imaj var. Çünkü biz batıdaki oryantalistlerin İslam dünyasında kadın hakkındaki yönlendirici düşüncelerinden etkileniyoruz. Onların anlatımlarına göre bütün İslam dünyası adeta koskoca bir harem gibidir. Hani orada erkeklerin cinsel hizmetinden başka bir işlevi olmayan kadınlar süt banyolarında yatarlar, bu kadınlar pamuklara sarılıp sadece erkeklerin hizmetine sunulur… Batıdan alınan böyle bir imaj üzerinden savunma geliştirmeye çalışıyoruz. Halbuki vakıayla tamamen çelişen bir durum söz konusu. Sadece padişah sarayında harem-i hümayun dediğimiz bölüm vardı. Ama oradaki haremdeki kadınların örgütlenişi de başka bir incelemeyi gerektiriyor. Mesela orada da bütün kadınlar padişahın gelişi güzel cinsel obje olarak kullandığı kadınlar değildi. Onların da başka bir eğitim süreci var, başka bir hiyerarşisi var, bürokratik bir tarafı var, organizasyonu var. Eğitiliyorlar, terbiye ediliyorlar, belli görevlere geliyorlar. Paşalara eş olarak yetiştiriliyorlar. Bir sürü başka boyutu var.
Yine batılıların yönlendirmesiyle 1850’lerden sonra “İslam tarihinde kadınlar ne kadar vardı” sorusuna cevap arayışına girmişiz. Mehmet Zihni Efendi 1887’de Meşahür-ü Nisa diye bir kitap yazmış. O kitaba baktığımda İslam tarihinde beni şaşırtacak kadar çok alim kadının varlığıyla karşılaştım. Mesela meşhur hadis alimi olan Suyuti’nin hocaları olarak geçen 13 tane kadın ismi var. Hepsini isim isim yazmış. İbn-i Arabi bir kitabında hocam Fatma Hanım 93 yaşındaydı ve bir genç kız kadar taze ve güzeldi diyor. Yani hem zihin hem yüz güzelliği için… ve kitaba baktığımızda, o kadar çok hadis alimi, fıkıh alimi, şair sayamayacağımız kadar isim var ki. Şimdi bu isimler nasıl çıktı ortaya. İslam’ın ilk üç yüzyılında olmuş da sonradan kesilmiş değil ki bunlar. Klasik dönem dediğimiz 15. ve 16. yüzyılda baskının en yoğun olduğu kadınların hareme kapatıldığı dediğimiz dönemde alim olan kadınlar var. Burada aslında bir algı kırılması yaşıyoruz. Tarihe bugünden bugünkü kişiliğimizle bakıyoruz. Bugünkü kafamızdaki sorularla baktığımız için de önyargılarımızla malul bir bakış geliştiriyoruz.
Yine batılıların yönlendirmesiyle 1850’lerden sonra “İslam tarihinde kadınlar ne kadar vardı” sorusuna cevap arayışına girmişiz. Mehmet Zihni Efendi 1887’de Meşahür-ü Nisa diye bir kitap yazmış. O kitaba baktığımda İslam tarihinde beni şaşırtacak kadar çok alim kadının varlığıyla karşılaştım. Mesela meşhur hadis alimi olan Suyuti’nin hocaları olarak geçen 13 tane kadın ismi var. Hepsini isim isim yazmış. İbn-i Arabi bir kitabında hocam Fatma Hanım 93 yaşındaydı ve bir genç kız kadar taze ve güzeldi diyor. Yani hem zihin hem yüz güzelliği için… ve kitaba baktığımızda, o kadar çok hadis alimi, fıkıh alimi, şair sayamayacağımız kadar isim var ki. Şimdi bu isimler nasıl çıktı ortaya. İslam’ın ilk üç yüzyılında olmuş da sonradan kesilmiş değil ki bunlar. Klasik dönem dediğimiz 15. ve 16. yüzyılda baskının en yoğun olduğu kadınların hareme kapatıldığı dediğimiz dönemde alim olan kadınlar var. Burada aslında bir algı kırılması yaşıyoruz. Tarihe bugünden bugünkü kişiliğimizle bakıyoruz. Bugünkü kafamızdaki sorularla baktığımız için de önyargılarımızla malul bir bakış geliştiriyoruz.
Bugünün dindar camiasının erkeklerinin bu “yeni kadına” bakışı iki uçta seyrediyor. Bir tarafta kadınları sürekli harekete geçirmeye çalışan adeta sosyal hayata iten, Tanzimat’taki kadınlar eğitilsin ki toplum kurtulsun düşüncesini savunan erkekler gibi tutum takınanlar var. Diğer tarafta bu kadınlar azıttı, yoldan çıktı deyip, o eski statik durumu korumaya çalışanlar var. Bu da dinle alakalı bir mevzu olmayıp değişime direnmekle alakalı gibi görünüyor. Yani toplumun nereye gittiğini bilmiyor ve bakıyor ki dışarıda her şey çok kötü değişiyor. Bu değişimden ancak kadını stabil tutarsam kurtulabilirim diye düşünen erkekler var. Arka planda kadını stabil tutarsa dinin de korunabileceği düşüncesi var. Tabii bu arada kendim istediğim kadar “geniş” davranabilirim, “mezhebim geniş” olabilir ama kadınları sabit tutmam lazım diyor.
Diğer taraftan da erkekler bir iktidar kaybı yaşıyor. Aslında baskının bu kadar yoğunlaşmasının temelinde bu var. 19. yüzyılda bir kategori olarak ortaya çıkan kadınlar bugün her yeri kaplamış vaziyette. Hem evdeki görevlerini başarıyla sürdürüyorlar, hem işteki görevlerini sürdürüyorlar. Kadınlar tırnaklarıyla kazıya kazıya sürekli bir mücadele içine girdiler. Sanayi devrimi sonrası gelişen teknoloji de bunu besliyor. Yani eskiden kas gücüne ihtiyaç duyularak yapılan üretim artık bir tuşa basılarak yapılabiliyor. Hatta savaş için yiğitliğe bile gerek yok. Bilgisayarın tuşuna bir kadın da basarak bombayı patlatabilir. Yani erkekler çok ciddi bir mevzi kaybı yaşıyor. O kaybın telafisi için erkek şiddete yöneliyor. Aile içi şiddet olgusunun artmasında mevzi kaybeden erkek psikolojisinin de etkili olduğunu söyleyebiliriz. Zira kadınlar sürekli gelişirken, güçlenirken, alanlarını sürekli genişletirken erkekler sürekli büzülmek zorunda kalıyor. İşte o zaman ne yapıyor erkek, aşırı bir güç gösterisiyle tepki veriyor. Bu durum dindarlar erkekleri biraz da dini kullanarak kadını kısıtlamaya ve kadına şiddete yöneltebiliyor. Dindar olmayan erkeklerde de aynı oranda artarak devam eden şiddet var. Eğitimli ya da modern görünümlü ailelerde bile şiddeti görebiliyoruz.
Konuya tekrar dönelim; Komünizm kadını, işçi olarak kodladığı çerçeve içerisinde tanımlıyor, kullanıyor. Kapitalizm toplumsal fotoğrafa bakıp kadını istediği yere koyuyor. Kadınları kadın hakkı arayışı içinde ucuz emek olarak kullanıyor. Komünizm de “kadınlar eziliyor” söylemi üzerinden proletaryadaki kadın sayısını artırarak yine kendini destekliyor.
Günümüzde kadın kendisine yabancılaşmış durumda. Bugün biz özgürüz, birçok yere gidiyoruz falan filan ama şu an dindar kesimin fıtratın dışına taşmış bir kadın söylemi var. Ama kadınlar mutsuz. Evde başarılı, işte başarılı, çocuk yetiştirmede başarılı, erkeğiyle aynı safta aynı platformda, fakat mutsuz. Neden çünkü fıtratına uygun o kuşatılmadan, erkeğin şefkatinden, erkeğe biraz daha sırtını dayayabileceği güç mekanizmasından yoksunlaştırıldı.
Bizdeki kadının değişimini sadece batılı fikir akımlarına bağlamak yanlış olur. Sosyal ve iktisadi hayatta yaşanan çok ciddi değişikliklerin bunda önemli katkıları var. Mesela özellikle 20. yüzyıl başında uzun süre yaşanan savaşlarda erkek nüfusun azalması meselesi var. Zaten en ciddi toplumsal değişimler savaşlarla birlikte yaşanır. O dönemde kadınların çalışmasıyla ilgili devletin çok ciddi planlamalar yaptığını görüyoruz. Mesela tam yılını hatırlayamadım ama sanırım 1912 yılında Cemal Paşa’ya bağlı 4. Kolordu’da kadın amele taburları kuruluyor. Yani kadınlara o kadar ihtiyaç var ki geri planda askere alınıyorlar. Atölyeler kuruluyor, kadınların çalışmasına ön ayak olmak üzere Kadınları Çalıştırma Cemiyeti İslamiyesi diye bir dernek var. Çünkü çok sayıda kız var, dul kadın var ve bunların bir şekilde maişetlerini temin etmeleri gerekiyor. Savaşın olduğu ortamda fuhşun yaygınlaşması, ailelerin dağılması çok muhtemel. O yüzden de devlet bir takım sivil girişim grupları, yardım cemiyetleri kuruyor ve destekliyor. Kadınlara belli fabrikalarda çalışma imkanı sağlanıyor. Halbuki daha öncesine baktığımızda mesela Bursa’daki tekstil atölyelerinde yabancı sermayenin kadınları ucuz işçi olarak kullanma isteğine Müslüman kadınlar çok rağbet göstermiyor. Daha ziyade azınlıkların kızları gidiyorlar ama bir dönem sonra savaşlarla birlikte ihtiyaç hasıl oldukça Müslüman kızlar da fabrikalarda çalışmaya başlıyorlar. Yani kadının toplumsal hayata katılımın ekonomik bir temeli de var.
Kadınların okuma-yazma öğrenmesinin kadın hareketine katkısı nedir?
Kadının değişimi, modernleşme süreci ve toplumsallaşması okumakla başlıyor. En erken, en yaygın okuma oranları Almanya’da 18. yüzyılda başlıyor. Bu da merkezi hükümetin Almanya’da daha önce kurulmasıyla alakalı, kadınların çalışması için okuma yazmayı, hesap yapmayı bir ölçüde bilmesi gerekiyor. Mesela burjuva sınıfında eşi ticaretle uğraşan kadınların muhasebeyi tuttuğu görülüyor.
Kadının değişimi, modernleşme süreci ve toplumsallaşması okumakla başlıyor. En erken, en yaygın okuma oranları Almanya’da 18. yüzyılda başlıyor. Bu da merkezi hükümetin Almanya’da daha önce kurulmasıyla alakalı, kadınların çalışması için okuma yazmayı, hesap yapmayı bir ölçüde bilmesi gerekiyor. Mesela burjuva sınıfında eşi ticaretle uğraşan kadınların muhasebeyi tuttuğu görülüyor.
Diğer taraftan okuma yazma farklı bir sosyalliği de ortaya çıkarıyor ve kadınlar bir kez okuma-yazma öğrendikten sonra başka şeyler de okumaya başlıyorlar. Yükseköğretim gibi formel bir eğitim söz konusu değil, ama çok okuyarak kendisini geliştirmeye çalışan, var olmaya çalışan, evlerinde edebiyat sohbetleri yapan kadınlar var ki biz bunun birebir aynısını 1880’lerden sonra İstanbul’da, Kahire’de Tahran’da görüyoruz. Aslında kadınların okuma yazmaya başlayışıyla modern hayata girişi çok paralel yaşanıyor. Bizde çok hızla belki 5-10 yıla sıkıştırılmış ama Avrupa’da 100 yıl boyunca devam eden bir süreç bu. Kadınlar artık okumaya başladıktan sonra okumakla kalmıyor, bu birikimlerini bir şekilde ifade etmek istiyorlar ve ilk yazdıkları metinler mektup olarak ortaya çıkıyor. O mektuplar özel bir anlam yüklenerek yazılıyor ve özel hayatları da buna dahil oluyor. Mesela on sekizinci yüzyılın başlarında Leydi Montague eşinin görevi nedeniyle İstanbul’da bir yıl kalıyor. Bu sürede Avrupa’daki kardeşine, arkadaşlarına mektuplar yazıyor. Daha sonradan bu metinler Leydi Montague’nün Mektupları diye yayınlanıyor ve bugün 18. yüzyılın İstanbul’u nasıldı, diye bakıldığında seyahatnameler gibi kaynak olarak kullanılıyor.
18. yüzyıla gelindiğinde roman da devreye girmiş oluyor. 16. yüzyıldan itibaren ilk modern manada edebiyat eserinin Cervantes’in Don Kişot adlı romanı olduğu söylenir. Sonra 19. yüzyılda gazeteler yayımlanmaya başlıyor. Önce haftalık daha sonra günlük gazeteler çıkıyor. Ve bu gazetelerde arkası yarın tarzında romanlar yer alıyor. Bu romanlar kadınlar tarafından topluca ve sesli olarak okunuyor. İstanbul’da da benzer bir süreç yaşanıyor. Ardından roman yazma süreci başlıyor. İlk kadın romanlarından birisi ve en ilgi çekeni kocasından memnun olmayıp aşığıyla kaçan bir kadının hayatını ele alan “Madam Bovary”. Kadınları yoldan çıkaran roman olarak şöhret bulmuştur. Buradan yola çıkarak erkeklerde kadınlar bu tür romanları okuyup yoldan çıkarlar düşüncesi bir kanaat haline geliyor. Daha sonra yazılan romanlara, roman okuyup yoldan çıkan kadın kahramanlar da dahil olmaya başlıyor. Şöyle düşünüyorlar; Kadınlar ne yapacağını bilmez. Neyi nereden öğrenecek? Tabiî ki bir romandan öğrenir. Aynen bizdeki gibi, yazı yazmayı öğretmeyin sevgilisine nağme yazar mantığı var.
Kadınlar farklı coğrafyalarda benzer süreçleri yaşamaktalar. Mesela Hindistan’daki kadının konumuna bakıyorsunuz, yaklaşım aynı. Orada da kadınlar kültürü temsil eden, Batılı değerlere asla yanaşmaması gereken kesimi temsil etmektedirler. Kıyafetlerinde Hint kültürünün özelliklerini muhafaza etmeli ve ev kadını olmalıdırlar. Hintliler “İngilizlere teslim olmayacağımız yer evimizdir. Onlar dışarıyı kontrol edebilirler ama biz evimizi asla bozmamalıyız, kültürümüzü ancak böyle koruyabiliriz” düşüncesiyle sömürgecilerle mücadelelerini evin içi, evdeki kadın ve evin dışındaki o kötü ortam üzerinden ortaya koyuyorlar.
Bizde de özellikle 60’lardan sonra İslami camiada yaşanan benzer bir süreç var. Kadın evin içinde İslam’ı koruyan çocukları güzel güzel eğiten kişidir, ama erkek ne yapsın dışarıda böyle pespaye de olsa mücadeleye devam etmek, ekmek parası kazanmak zorunda. İşte ona mukabil kadının evde değişmeden kalması, kültürü ve dini muhafaza etmesi gerekiyor. Yani dindarlığın taşıyıcısı kadın olmak zorunda. Böyle bir görüş hakim oluyor 60’lı ve 70’li yılların İslamcılarına.
Yahudiler de buna benzer bir süreç yaşıyor. Modernleşmenin bütün toplumlarda benzer bir tepki yaratıyor olması çok ilginç. Yani hızlı değişme karşı bir fren gerekiyor ve o fren de kadın oluyor. Değişmeyecek, değişimi tutacak şey yani hızlı gidişe karşı konan fren kadın oluyor.
Yazmak kadının bir nevi kendisini, duygu ve düşünce dünyasını ifşa etmesi gibi algılanıyor. Yazmak aynı zamanda bir iktidar alanı oluşturuyor ve bir iktidar alanı olduğu içinde çatışma alanı olarak ortaya çıkıyor. bu yüzden tepki almamak için ilk kadınlar yazdıklarında müstear isimler, ya erkek isimleri ya da kadın mı erkek mi olduğu belli olmayan isimler kullanıyorlar.
Kadınlar yazmaya tercüme yoluyla başlıyorlar. Bu şekilde, karşı çıkışları bertaraf ediyorlar. Ama bir adım sonrasında yazmaları da engellenemiyor. İslam dünyasına baktığımızda ilk kadın yazar olarak gördüğümüz Fatma Aliye de yazmaya tercümeyle başlıyor. Ama belki o daha güçlü bir konumda olduğu için ilk tercüme kitabını “bir kadın” diye imzalıyor. Ardından yazdığı kitabı, Mütercime-i Meram adıyla yayınlıyor. Yani ilk tercüme ettiği kitabın mütercimesi yani yine kadın olduğu belli. Ancak yayınlanan üçüncü kitabına kendi ismini Fatma Aliye olarak koyabiliyor. O dönemdeki tartışma da bir kadın bunu nasıl yazar, yazabilir mi, yazamaz mı oluyor. Fatma Aliye ilk romanını 1892’de yazıyor. Şurası açık ki Osmanlı’da çalışma ve meslek hayatına girmiş olan kadın tahminimizden daha fazla. {jcomments on}