Prof. Dr. Levent Korkut
22 Mart 2017
Hükümet sistemlerinin en belirginleri; parlamenter sistem, başkanlık sistemi, yarı başkanlık sistemi olmakla birlikte farklı sistemler de mevcuttur. Türkiye’de bu sistemler tartışmalıdır ama asıl problem, mevcut 1982 Anayasası ve ondan önceki dönemden kaynaklanan sistem problemleridir. Bu yüzden de sistem değişikliği gündeme gelmiştir. Türkiye’de anayasa dendiğinde hak ve özgürlükler alanı düşünülür. Türkiye’de devlet sistemi içerisinde; hükümet sistemi, güçler ayrılığı, devletin temel organları, bunların tanımlanması ve görev alanları anayasa ile belirlenir.
Türkiye’de şu anda var olan sistem, 1961 ve 1982 Anayasalarının bir sonucudur. Bu sistemin en önemli ayırt edici özelliği, vesayetçi oluşuydu. Tek parti dönemlerinde oluşmuş olan bürokratik yapılanma, seçilmişlerin kontrol edildiği bir sistem oluşturmak istedi ve 1960 askeri darbesinden sonra bunu hayata geçirecek bir anayasa yaptı. Bu model çerçevesinde vesayetçi dediğimiz sistemin temelleri atıldı. İşte bütün bu milli güvenlik kurulu meseleleri, askeriyeye tanınan imtiyaz ve ayrıcalıklar, anayasal korumalar bu vesayet sisteminin bir parçası olarak düşünüldü. Bu vesayet sisteminin orkestra şefi olarak, Cumhurbaşkanlığı makamı öngörüldü.
Cumhurbaşkanı mecliste seçiliyordu ancak 1961 anayasası yürürlükteyken seçilen Cemal Gürsel, Cevdet Sunay, Fahri Korutürk’ün normal şartlarda meclis tarafından seçilecek bir kimlikleri yoktu. Çünkü siyaset içinden gelmiyorlardı, hepsi asker kökenliydi. Aslında bu bile, bu sistemde cumhurbaşkanının vesayet sisteminin bir unsuru olduğunu göstermektedir. Bu sistemde Cumhurbaşkanı, seçilmiş, hükümete karşı bir denge unsurudur, aynı zamanda MGK’nın başkanıdır, orduya da hâkimiyeti vardır. Seçilmiş olan hükümetlerin üzerinde onların politikalarını sınırlandıran, belirleyen bir rol oynayabilir. Normalde demokratik devlette bunlar kabul edilebilir değildir.
O nedenle de zaten o dönem boyunca Türkiye demokrasisi, uluslararası literatürde “hibrit demokrasi” olarak nitelendirilmiştir. Tam olarak seçilmişlerin değil aynı zamanda seçilmemişlerin de etki edebildiği ya da kontrol edebildiği bir sistemdir. 1982 Anayasası bu tabloyu değiştirmediği gibi daha da derinleştirmiştir. 1961 Anayasasında cumhurbaşkanı daha az yetkili, daha parlamenter sisteme uygun sembolik bir cumhurbaşkanı görünümünde iken, 1982 Anayasası cumhurbaşkanına icrai yetkiler vermiştir. Bu yetkiler iki kurum açısından çok önemlidir; yargı ve üniversite. Yani vesayet sistemi içerisine yargı ve üniversiteler de dâhil edilmiştir. YÖK de bunun bir parçasıdır. YÖK üyelerini cumhurbaşkanı atar.
1982 Anayasası da bir darbe sonucu yapılmıştır. Kenan Evren ilk cumhurbaşkanıdır. Burada da vesayet sisteminin korunması amaçlanmıştır ama Özal’la birlikte bu sistem tam olarak işlememeye başlamıştır. Özal cumhurbaşkanının vesayet rolünü görünce kendisinin bunu bloke edebileceğini düşünmüş ve Demokrat Parti döneminden sonra ilk kez bir siyasi lider cumhurbaşkanlığına adaylığını koymuştur. Böylece aslında vesayet sisteminin temel unsurlarından olan cumhurbaşkanlığının konumu değişmiştir. Yani asker veya bürokrat kökenli olmayan bir siyasi figür cumhurbaşkanı olmuştur. Fakat Cumhurbaşkanı olduğu partiyi kontrol edemez hale gelmiş, partisi zayıflamış ve sonuçta cumhurbaşkanı iken vefat edince süreç sona ermiştir. Ondan sonra siyasiler cumhurbaşkanlığına yönelmeye başlamışlardır. Çünkü insanlar makamın başkaları tarafından bir vesayet makamına dönüştürüleceğini görmüşlerdir ancak bir vizyona sahip olunmadığından çok fazla değişim sağlanamamıştır.
Yeniden bürokratların güçlendiği bir dönemde, Ahmet Necdet Sezer cumhurbaşkanı olmuştur. Sezer’in döneminde ciddi bir politik kriz yaşanmıştır. O dönem Ak Parti’nin cumhurbaşkanı adaylığının nasıl zorluklarla karşılaştığını ve bunları aşabilmek için nasıl seçimle iş başına gelme kuralı getirdiğini biliyoruz. Seçim kuralı gelmesiyle cumhurbaşkanının o vesayet rolü sekteye uğramıştır. Çünkü seçimlerde meclis üzerinde baskı kurmak kolayken, halk tarafından seçilmede manipülasyon daha zordur. Dolayısıyla seçim önemli bir aşamadır fakat seçimle gelmesi cumhurbaşkanının tamamen vesayetten kurtulacağı anlamına da gelmez.
Bu sefer sistemin kendi mantığı gereği bir başka problem ortaya çıkar; önceden Cumhurbaşkanı daha çok bürokratları kontrol ediyorken şimdi bir de hükümet var. Buradaki temel zorluk, seçilmiş olması dolayısıyla cumhurbaşkanlığının sembolik bir makam olmaktan çıkmasıdır. Bu durumda bürokrasinin de etkisiyle cumhurbaşkanı farklı bir lider haline gelebilir ve hükümetle çatışabilir. Bunlar o zamanda görüldüğü için, AK Parti cumhurbaşkanlığı sistemi önerisini 2012’den beri geliştirmekteydi.
Bu sistem değişikliğinin temel sebebi vesayet kurulmayan bir sistem oluşturma kaygısıdır. AK Parti’de geçmiş uygulamalardan dolayı parlamenter sisteme bir güvensizlik vardı denilebilir. 1961’den beri uygulama hep vesayet sistemiyle birleştirilerek uygulandığı için, gerçekten de Türkiye’de parlamenter sistem uygulamasının büyük bir dönemi bu şekilde gerçekleşmiştir. İster daha sembolik olsun, ister 82 Anayasasındaki gibi aktif olsun, cumhurbaşkanlığı tam bir vesayet kurumu olmuştur. Dolayısıyla AK Parti’nin düşüncesini oluşturan temel faktör, Türkiye’deki bu deneyimdir. Eğer seçilmiş tek bir organ olursa denetim sağlamanın daha kolay olacağı güçlü yetkileri olan ikili yapılarda siyasi oyunların daha kolay devreye girebileceği düşüncesidir. Başkanlık sistemi; halk tarafından seçilmiş bir kişinin bir heyet olmaksızın yürütme organı oluşturduğu bir sistemdir. Burada daha net, yalın bir demokratik model oluşturulabileceği düşünülüyor. Bu nedenle başkanlık sistemi üzerinde duruluyor.
Sistem “Cumhurbaşkanlığı Sistemi” olarak anılıyor ama esas itibariyle benzeştirildiği yapı başkanlık sistemidir. Dünya üzerinde öyle başkanlıklar var ki mesela demokrasi içermez ama yine de başkanlık diye anılırlar; Azerbaycan, Özbekistan gibi. Önemli olan şekli benzerliktir. Brezilya, Amerika, Şili, Arjantin gibi demokratik başkanlıklar da var. Genel olarak hepsine başkanlık denir. Bizim sistem de böyle bakıldığında başkanlık grubuna girer. Bununla birlikte parlamenter sistemden çıkılmış oluyor. Zira parlamenter sistemde mutlaka hükümet meclisten çıkar. Hükümet meclisten çıkmıyor ve güvenoyu almıyorsa bu parlamenter sistem olmaz.
Ayrıca halk tarafından seçiliyorsa, bu da o sistemi başkanlığa yakın hale getirir. Ancak şunu diyebiliriz bu getirilen sistem ABD’deki sisteme de benzemiyor. Bunun da nedeni şu; Amerika’da başkanlık sistemi oluşurken iki temel problem vardı. Birincisi İngiltere gibi monarşi olmamaktı. İkincisi de, Fransız Devriminin felsefesinden anlaşılan sadece çoğunluğun sesinin çıktığı herkesin üstünde bir yasama organı olsun istenmiyor. Dolayısıyla bu başkanlık sistemini kurguladılar. Böylece ne başkan, ne yasama organı üstünlük sağlamıyor. İsterse bu iki organ birbirini kilitleyebilir. Bu kilitleme çok önemsenmemiş hatta bazen arzu bile edilen bir durum olmuştur. Federal sistem olduğu için kilitlenirlerse eyaletlere yansıması az olur. Bunlardan biri egemen olacağına birbirlerini kilitlemeleri tercih edilmiştir. O nedenle Amerika’da yasama başkanlığı engelleyebilir, bütçe kesildiği zaman hiçbir şey yapılamaz. Başkan da yasamayı durdurabilir, veto yetkisini kullanarak yasaları geçirmeyebilir. Bu şekilde Amerikan sisteminin temel mantığı saf güçler ayrılığıdır.
Bizdeki başkanlık sistemi ise tam tersi bir mantıkla kurulmuştur. Aman kriz çıkmasın düşüncesi hâkimdir. Bu da vesayetçi yapıdan kaynaklıdır. Krizler bu ülkede hep vesayetçi güçler tarafından kullanılmıştır. Vesayetçi güçler bürokrasiyi hep kendi lehlerine kullanmışlardır. Siyasi kriz artarsa bürokrasinin etkisi artar, krizsiz bir sistemi nasıl oluşturabiliriz temel mantığından hareket edilmiştir. Bunun için de iki önemli şey yapılıyor: Yürütme organı öne çıkarılıyor ve diğer organlardaki kriz oluşturma kapasitesi de minimize ediliyor. Bu modeli böyle anlamak gerekir. Amerikan başkanlık sistemi ile felsefe itibariyle zıt diyebileceğimiz bir durum var. Amerika’da “Krize razıyız” felsefesi, Türkiye’de ise “Aman kriz olmasın da birisi üstün olsun, hatta gerekirse parlamenter sisteme ait bazı kurumları da buraya entegre edelim.” düşüncesi var. Mesela seçimlerin yenilenmesi böyle bir şey; Cumhurbaşkanı ve meclis seçimleri yenileme gücüne sahip bu sistemde. Bunu getirmeleri dahi kriz olmasın kriz durumunda hemen seçimler yenilensin düşüncesindendir.
Amerika’da krizler eyaletleri etkilemez, bir tek federal yapıyı etkiler. Ama o da ancak kriz uzun sürerse etkilenir. Obama, Clinton, Bush dönemlerinde kısa krizler yaşandı. Mesela Obama döneminde kongre bütçeye onay vermediği için bir aya yakın federal sistem durdu. Maaşlar verilmedi, hiçbir harcama yapılmadı. Ama bugüne kadar çok büyük bir problem olmadı. Amerika’da sistemin 200 yıllık uygulamasının getirdiği bir uzlaşma ihtiyacı var ve iş bu noktalara gelmeden kültürel olarak uzlaşıyorlar. Amerika halkı ideolojik davranmıyor. Kim krizin sebebiyse ve bir gerekçesi de yoksa halk tarafından cezalandırılıyor. Dolayısıyla başkan da, senatörler de kriz çıkarmaya korkuyorlar.
Türkiye’de vesayeti 61’le başlattık ama bürokrasi-iktidar ilişkileri itibariyle, 19.yy’dan da başlatılabilir. Oraya gidince de bürokrasi egemenliği var. Bizde hep bürokrasi güç odağı olmuştur, Amerika’da böyle bir durum da yoktur. Amerikan sisteminin performansı olumsuz etkilediğine dair eleştiriler de yapılıyor. Mesela Obama’nın ikinci dönemi boş geçmiştir. Bu durum bizim gibi ülkelere için de zararlı olmuştur. Öyle bir noktaya gelmiştir ne Obama yasama organını ikna edebilmiştir ne de yasama organı Obama’yı. Her şey olduğu gibi kalmıştır. Obama ekstra bir politika oluşturamamıştır bu tarihten sonra. Bu eleştiriler Türkiye’deki sistemde dikkate alındı ama asıl dikkate alınması gereken nokta, vesayete engel olacak vesayete izin vermeyecek bir sistem oluşturmaktı.
Bu kâğıt üzerinde kurgulandı fakat pratikte böyle mi olur ya da bunun sakıncaları var mı bunu da konuşmak gerekiyor. Kriz olmasın fikrinin yarattığı en büyük problemlerden biri, güçler ayrılığı ilkesinin ikincil planda kalmasıdır. Yani krizi önlemek meselesi birinci plana yükseldi. Krizleri önlemek adına bir takım kurumlardan ya da ilişkilerden taviz verildi. Örneğin yasama organı daha güçlü kılınabilirdi. Çünkü başkanlık sistemlerinde yasama organının önemli işlerinden biri denetimdir. Fakat bu denetim modülleri yasama organına entegre edilmedi. Çünkü denetimi verirsek yasama organı bunu gereği gibi yapamaz ve çok siyasi tartışmalar ortaya çıkar, yürütme engellenir düşüncesi var. Yasamadaki problemler yüzünden, yürütmenin yeterince işini yapabilecek, performansını gerçekleştirebilecek bir ortam bulamayacağı düşüncesi var. Demokratiklik açısından tartışacak olursak demokratik değil bu durum. Çünkü demokrasi açısından yasamanın yürütmeyi dengeleyecek bir yapıya sahip olması gerekir.
Başkanlık sisteminde gensorunun olmaması çok eleştirilen bir konu oldu. Ama aslında bu Türkiye’nin icat ettiği bir şey değil. Hiçbir başkanlıkta gensoru yoktur. Parlamenter sistemde hükümeti görevlendiren meclis olduğundan doğal olarak görevden alacak olan da meclistir, dolayısıyla gensoru olması anlamlıdır. Gensoru yok ama bu başkanlık sisteminde başka mekanizmalar olmayacağı anlamına gelmiyor. Amerikan başkanlık sisteminde bugün, kongre genel kurul faaliyetlerinden çok komisyon faaliyetleriyle çalışma yapıyor. Orada her şeyi sorguluyorlar. Şunu neden yaptın, bunu neden atadın, bunu neden görevlendirdin gibi her şeyi sorguluyorlar. Çoğu zaman buralardan başkanı sıkıştıracak siyasi sonuçlar çıkmasa da bu ciddi ölçüde sistemi şeffaflaştırıyor.
Başkan ve yürütme organı da kongrenin komisyonlarında sorgulanmaktansa işlerini daha düzgün yapmayı tercih ediyorlar. Amerikan sisteminin en büyük farkı budur. Ciddi bir denetim organı bütün yüksek atamaları kontrol ediyor. Yargıya ilişkin atamaları kontrol ediyor. Yürütmenin bütün icraatlarını sorgulama kapasitesi var. Ve böylece daha etkili bir yasama organı olabiliyor. Bizde ise cumhurbaşkanı sisteminde denetim rolünü geliştirmemişler. Belki bu açıdan eleştirilebilir bir durum var. Bunu yapmalarının sebebi de kriz olmasın düşüncesi. İstikrar ve icraatı önceleyip denetimi geride bırakan bir yapı görebiliyoruz. Bizdeki bu model Amerika’dan uzak o anlamda ama Güney Amerika’daki bazı ülkelerdeki sistemlerle benzerlikleri var.
Sistemdeki bir diğer önemli nokta; cumhurbaşkanı sisteminde cumhurbaşkanı ve yardımcılarının bulunmasıdır. Cumhurbaşkanı Yardımcısı diye bir kategori bulunur ve sayıları sınırlı tutulmamıştır. Seçilmiş değillerdir. Cumhurbaşkanı seçimle iş başına gelir, yardımcıları ve bakanları kendi seçer. Bu seçilenler eğer milletvekili ise istifa etmek durumundadırlar. Buraya kadar normal çünkü başkanlık sisteminde cumhurbaşkanının altındaki kişileri cumhurbaşkanı belirler. Bütün başkanlık sistemlerinde böyledir. Fakat Amerika’da ve diğer Latin ülkelerinde Başkan Yardımcıları da Başkanla beraber seçilir.
Bizde yardımcıların seçimle iş başına gelmemeleri biraz problemli olabilir. Yardımcılar salt bakan değiller. Cumhurbaşkanına bir şey olduğu zaman onun yerini alıyorlar. Eğer cumhurbaşkanlığı boş kalırsa seçime bir yıldan az kalmışsa o süreyi tamamlayabiliyor. Bu konularda bir tartışma yürütülüyor. Bu konuda cumhurbaşkanı yardımcılığı biraz parlamenter sistem mantığıyla düşünülmüş gibi burada. Cumhurbaşkanı yardımcılığı koalisyonlar olarak kullanılacak bir şey olarak gözüküyor. Cumhurbaşkanı seçimlerinde 50+1 gerekiyor. Birçok aday gelecekte bunu sağlamak için başka partilerle iş birliği yapacaktır.
İki turlu seçim var. Birinci turdan sonra partiler arası koalisyonlar oluşacak ve bu koalisyonlarda “Size bir cumhurbaşkanı yardımcılığı verelim.” gibi teklifler olacak. Cumhurbaşkanı yardımcıları cumhurbaşkanı ile birlikte seçilse aynı partiden olacaklar ve böyle bir şey sunma olanağı kalmayacak. Eğer cumhurbaşkanı yardımcıları seçimle gelirse, bu sefer bir ikilik çıkabilir mi diye düşünülüyor olabilir. Bu tür kaygılarla cumhurbaşkanı yardımcılarının seçimsiz geldiğini görmekteyiz. Sorumluluk açısından baktığımızda ise yapılan tartışmaların büyük bir anlamı yok. Başkanlık sistemi uygulanan ülkelerin çoğunda başkanın cezai açıdan suçlanabilmesi ve görevden alınabilmesi ile ilgili eşikler Türkiye’de de uygulanmış. Fakat bunun seçilmemiş cumhurbaşkanı yardımcılarına da uygulanması biraz sorun teşkil edebilir.
Seçimlerde uygulanacak yüzde 51 mevzusu nedir? Birinci turun gerçekleştiğini ve 3-4 adayın yüzde 30-35-40’larda kaldığını düşünelim. Yüzde 40’ta kalan aday, 10’luk kısmı bulabilmek için mecburen başka partilere gidecek. Adayını çekilmesini ve oyların kendisine verilmesini teklif edecek. O da karşılığında bir şey isteyince bakanlık ve cumhurbaşkanı yardımcılığı teklif edilecek vs. Bu şekilde farklı koalisyonlar oluşabilecek. Normalde bu tür koalisyonlar parlamenter sistemde seçimleri yaptıktan sonra, koalisyon oluşurken bu sistemde seçimlerden önce oluşmuş olacak. Cumhurbaşkanı yardımcılığı ve diğer kurumlar buna uygun olarak hizmet etsin diye düşünülmüş kurumlardır. Onun için belki seçimle iş başa gelmesi de uygun görülmemiş hazırlayanlar tarafından. Koalisyon tartışmasının önceden olması daha iyi çünkü seçmen de neyi oyladığını bilecek böylece. Öbür türlü hiç istemediği bir partiyle koalisyon kurulabiliyor.
Başkanlık sisteminde, cumhurbaşkanının partili olması normaldir. Bu tartışma çok anlamlı bir tartışma değil. Bir de kısmi değişikliklerle anayasanın 18 maddesinin değişmesi durumu ve bu değişikliğin yarattığı bir sürü mantıksızlık var. Mesela, anayasada cumhurbaşkanı yeminini değiştirmemişler hala tarafsızım diye yemin ediliyor. Bir de siyasi partiler ve seçim kanunu tamamen parlamenter sisteme göre 12 Eylülde hazırlanmış kötü kanunlardan oluşuyor. Bunlar değişmezse başkanlık sistemine çok zararları olur. Gelecek 1-2 yıl çok yoğun bir yasama faaliyeti olacak. Bir belirsizlik durumu var tabii ki…
Türkiye’yi vesayetten kurtaracak yeni bir anayasal çerçeveye ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. O açıdan hükümetin çalışmasını değerli buluyorum. Ancak bunların nasıl yapılacağı konusunda da sistemin tehlikeleri var. Kriz çıkmaması adına yapılan bütün bu düzenlemeler sistemi başka bir şekilde tıkayabilir. Bir siyasi kriz yasal yollardan ifade edilemezse bu sefer toplumda huzursuzluklara neden olabilir. Bu sistemde 5 yıl içinde hiçbir şey yapamıyorsunuz, seçimleri beklemek durumundasınız. Parlamenter sistemde erken seçim kararı alıp yeni bir hava yaratılabiliyor. Yeni sistemde öyle bir olanak yok. Düdüklü tencere gibi içeriden kaynarsa her şey ve delik yoksa patlar.
Bir de istikrar olsun diye güçler ayrılığı mekanizmasında yaptığı dengesizlikler var. Bunlar olmamış olsaydı başka bir başkanlık modeline yaklaşacaktı. Ama bunlarla birlikte düşünmek zorundayız. Bir de uyum yasaları nasıl olacak onları da düşünmek durumundayız. Bu anayasa değişikliği AK Parti tarafından daha kapsamlı bir şekilde yapılmak istenirken, MHP’liler dar kapsama çektiler. AK Parti de başka yol olmadığından Bahçeli’nin önerdiği çerçeve içerisinde bir değişiklikle yetinmek zorunda kaldı.
Kutuplaşmış toplumlarda anayasa yapımı da ayrı bir mesele. Birçok toplumda benzer kutuplaşmalar olabiliyor. Bu anayasa düzenlemesi kutuplaşmış toplumlar için öngörülen yöntemlerle yapılmadı. Dolayısıyla kutuplaşmayı gidermediği gibi derinleştirebilir. 2012’deki anayasa çalışması kutuplaşmayı giderici, herkesin biraraya gelip tartıştığı bir çalışmaydı. Eğer seçim sonuçları yüzde 51-50, 52-48 gibi olursa tartışmalar devam edebilir. Tartışmaları tamamen sonlandıran bir şey olsun istiyorsak, yüzde 70’i bulmak gerekir.
Bunun örnekleri var. İspanya çok çatışmalı, farklı etnik gruplara sahip bir ülke iken, 78’de sağlanan bir konsensüsle bir demokrasi kuruldu ve tartışmalar bitti. Bu tarz durumlar için yüzde 70 gibi bir oran gerekiyor. Yüzde 51-52-53 oranıyla hayır da çıksa evet de çıksa tartışmanın devam edeceğini gösterir. İçerikteki 50+1 kuralı aslında toplumda uzlaşıyı artırabilir. Çünkü partiler mecburen o orana ulaşmak için uzlaşmaya gidecekler. Bir açıdan uzlaşmaz insanları elemine eden bir sistem bu. Cumhurbaşkanı adayının uzlaştırıcı olması gerekiyor. Sert ideolojik kimlikler o orana ulaşmayı engelleyebilir.
-Yeni HSYK nasıl olacak bahseder misiniz?
Hâkimler Savcılar Kurulu meselesine gelince; gönül isterdi ki savcılar için ayrı bir kurul olsun ama o konuda bir uzlaşı sağlanamamış gibi gözüküyor. 12 Eylül rejimi hâkimi ve savcıyı eşitledi. Hâlbuki hâkim konum olarak tarafsız olması gereken, herkesi savunması gereken, vatandaşı devlet kadar düşünmesi gereken bir kişi olduğu halde; savcı devletin avukatlığını yapan, devlet adına hareket eden kişidir. HSK meselesi önemli ama henüz kendi sistemimizi bulabilmiş değiliz. Anayasa değişikliğinde getirilmiş olan sistem fena değildi fakat kötü bir yargı toplumuna iyi bir sistem getirirseniz o da çalışmaz. Türkiye’de ne yaparsanız yapın yargı organının kalitesini yükseltmedikçe bunların da bir faydası olacağını düşünmüyorum.
Yapılacak değişiklikle seçilme yaşının 18 olması çok normaldir. Birçok ülkede de böyle zaten. Zaten 18 yaşındaki birine partilerde hemen “Gel, milletvekili ol.” diyecek değil. Milletvekili olmak zor bir iş,baskı grupları, lobiler var. 1-2 kişi ancak olabilir 18-25 yaş grubundan. Mesela Almanya’da 18’dir seçilme yaşı. Hatta bir ara Alman Parlamentosu Türkiye masasının başında 19 yaşında bir genç kız vardı. Türkiye’ye gelmişti. Nasıl olduğunu sorduğumda dedi ki, “Ben, 13-14 yaşında partide çalışmaya başlamıştım.” Yani bu çok kolay bir şey değil insanların düşündüğü gibi aslında.
Avrupa’nın bizim sistem değiştirmemize olan itirazlarının nedeni, Avrupa’nın esas itibariyle bir parlamenter sistemler bölgesi olması dolayısıyladır. Ülkelerin bir kısmı parlamenter sistemden vazgeçemez çünkü meşruti monarşilerde ne yarı başkanlık ne de başkanlık uygulanabilir değil. Bu yüzden Avrupa’nın çoğu parlamenter sisteme mahkûmdur. Burada böyle bir başkanlık sistemi bünyeye uyumsuzluk olarak değerlendirilebilir.
Hazırlayan: Zeynep Sena Karataş
Not: Bu metin, Prof. Dr. Levent Korkut’un 22 Mart 2017 tarihinde Hazar Derneği’nde gerçekleştirdiği “Yeni Anayasa ve Cumhurbaşkanlığı Sistemi” başlıklı seminerin deşifresinden hazırlanmıştır. Kaynak göstermeden alıntılanması ve yayınlanması yasaktır.