Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Atölye Çalışmasına Katıldık

Hazırlayan: Yorum yapılmamış Paylaş:
24 Aralık 2009

RAPOR: Kadın-erkek eşitliği politikalarının yaygınlaştırılmasında ve kadın haklarının ihlalinin önlenmesinde kullanılan bir kavram olarak “toplumsal cinsiyet eşitliği (gender equality)” üzerine rapor.
TANIM:
1) Oxford Sözlüğü “Gender” kelimesini şöyle tanımlar:

“the state of being male or female (chiefly in cultural or social contexts); the members of one or other sex”

“kadın veya erkek olmanın (genellikle kültürel ve sosyal kontekst içerisindeki) ifadesi; cinslerden birine ait olanlar”
2) Birleşmiş Milletler ise ilk kez 1995 Pekin Kadın Konferansında, Pekin Eylem Platformu ile kayıtlarına aldığı bu kavramı tanımlamaktan kaçınmıştır. Ancak BM’ye bağlı olarak çalışan pek çok alt kurum ve diğer bazı uluslararası kuruluşlar (Dünya Sağlık Örgütü, BM Çevre Programı, BM Kadın için Kalkınma Fonu, İnsan Ticareti Projesi, BM Kalkınma Fonu(UNDP), Uluslararası İş Örgütü (ILO)gibi) kendi çatıları altında “gender” kavramını tanımlamışlardır.
BM’in genel yaklaşımı kavramı tanımlamayı ülkelerin kendilerine bırakmak olmuştur. Genellikle ülkeler de tanımlamaktan kaçınmış ve kavramı o ülkede genel kabul gören hali ile anlaşılmasına bırakmışlardır.

BM kurumlarının farklı tanımları olsa da, tüm tanımlar 3 ana unsuru içermektedir:
i)    “Gender” biyolojik değil, sosyal bir kavramdır,
ii)    “Gender”in inşası kompleks bir yapıdır. Gender; kültürden, kadın ve erkekten oynaması beklenen rollerden, bu roller arasındaki ilişkilerden, toplumun bu rollere verdiği değerlerden etkilenmiştir,
iii)    “Gender” in muhtevası ve manası kültürler arasında, kültürün kendi içinde ve zamana bağlı olarak çeşitlilik gösterebilir.
3) Türkiye Cumhuriyeti Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığına Bağlı Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü ise kavramı şöyle tanımlamaktadır:

“Toplumsal cinsiyet eşitliği, kadın ve erkeğin, kamusal ve özel alanın her düzeyinde eşit fırsatlar, haklar ve sorumluluklara sahip olması, kadın ve erkeğin eşit oranda görünür, güçlü ve eşit katılımda olmasının sağlanması” anlamına gelmektedir.

“Toplumsal Cinsiyet” Kavramının Gelişimi:

“Toplumsal Cinsiyet (Gender)” kavramının anlamı kadın hakları hareketinin geçirdiği süreçlere bağlı olarak değişkenlik göstermiştir.

Kadın hakları meselesi Sanayi Devrimi ile beraber değişen roller ve kadının ev dışı etkinliklerinin artması ile ortaya çıkmıştır. Önceleri sadece evde çalışan, ailenin önemli bir ferdi olan kadın, artık yerini fabrikada erkeklerle eşit şartlarda aynı işi yapan kadınlara bırakıyordu. Evdeki özel rolünü terk eden kadın fabrikada erkekle aynı işi yapıyor, ama sosyal hayatta eşit haklara sahip olamıyordu. Cinsiyet rolleri üzerine tartışmalar böylece başlamış oldu.
Erkeklerle eşit hak ve özgürlük talebi, erkeklerin hakim ve güçlü olduğu bir dünyada yer almak, varlık göstermek isteyen kadınların, bu varlık mücadelesinin ana temasını oluşturuyordu. Gücünü zayıf üzerinde kullanan zihniyetin ürünü olan haksız uygulamalar bu talebi haklı kılmış ve dünyanın birçok ülkesinde kadınlar, seslerini yükselterek hak mücadelesi vermeye başlamışlardı.
Başlangıçta, kadınların geleneksel rol ve beklentilerden uzaklaştığı oranda sorunun azalacağı ve bunun yalnızca kadının değil erkeğin de yararına olacağı düşünülüyordu. Ancak bugün gelinen noktada mesele; çiğnenen/ihlal edilen hakların sahiplerine iade edilmesi talebini aşmış, cinsiyet ve rollerin yeniden düzenlenmesi gerektiğine kadar varmıştır. Post-modern dönem, pek çok konuda olduğu gibi kadın konusunda da daha radikal bir söyleme zemin hazırlayacak düşünsel dönüşüme yol açmış ve cinsiyet meselesi kadın-erkek eşitliği bağlamından gittikçe uzaklaşmıştır.
Gender kavramının tarihçesine bakıldığında; Sanayi devrimine kadar “biyolojik cinsiyet (sex)” ve “toplumsal cinsiyet(gender)”in birbirinden ayrı kabul edilmediği, iki kavramın birbirinin yerine geçen özdeş kavramlar olarak kullanıldığı görülür. 19. yüzyılda “gender”, gramatik bir terim olarak kadın-erkek arasındaki toplumsal düzenlemeyi ifade için kullanılmakta idi. 1970’li yıllarda, toplumsal referans noktalarının kaybolduğu, rollerin karıştığı, kadınların anne olmamayı seçebildiği; hatta özgürleşme ideali çerçevesinde herkesin kendi cinsiyetini ve cinsel kimliğini seçebileceği iddiasının seslendirilebildiği bir ortamın varlığı, “gender” kavramının anlamını da değiştirmiştir.
Aslında hem Batı dillerinde hem de Türkçe’de yakın zamanlara kadar biyolojik cinsiyet ile toplumsal cinsiyet birbirinden ayrılmadığından, bunları ifade için kullanılan farklı kavramlar da yoktu. Ancak bahsedilen zihniyet değişimi nedeniyle cinsiyetin biyolojik boyutunun (sex) yanı sıra,  kültür tarafından kurgulanan bir boyutu (gender) olduğu ve kadınlık rollerinin doğuştan değil toplum tarafından ihdas edildiği iddia edilmiştir. O halde yapılması gerekenin, toplumun yeniden kurgulanması ve kadınlık-erkeklik rollerinin bu toplumsal dönüşüm bağlamında yeniden düzenlenmesi olduğuna inanıldı.

Kadının elde edeceği haklar açısından yapısal bir engel oluşturduğu gerekçesiyle, kadın bedeninin teknolojik gelişmeler ışığında yeniden inşasını önerenler dahi olmuştur. Bu bağlamda ataerkil yapıyı temellendirdiği iddiası ile heteroseksüel ilişkiye de karşı çıkılmıştır. Daha da ileri giderek homoseksüel ilişki tarzı, sadece cinsel bir seçim değil, tümel bir yaşam tarzı olarak görülmekte; bu yolla kadınların erkeklere yönelik beklentilerinden kurtularak, daha eşitlikçi bir yaşam tarzı ortaya koyacakları iddia edilmektedir. Bu yeni yaklaşım; kadın-erkek eşitliği konusunda hakların salt eşit ediniminin ötesinde cinsel bir devrimi önermektedir.
Sayılan gerekçelerle kadın-erkek eşitliği politikalarının uygulanmasında yerleşmiş bir kavram olarak kullanılan “gender”a, 1995’te yapılan Pekin Uluslararası Kadın Konferansında da tedbirli yaklaşımlar olmuştur. Özellikle Katolik ve Müslüman ülkelerden bazı temsilciler, üçüncü bir cins yaratmaya ve onun haklarını normalleştirmeye açık olması nedeni ile bu kavramın dokümanlara girmesini istememişlerdir.
Özetle, günümüzde politikadan, tıbba, mimariye ve sanata kadar her alanda kullanılmaya başlanan “gender” terimi artık bir sosyal kategori haline gelmiş durumdadır. Yukarıda izah edilmeye çalışıldığı gibi bu kavram, kadın-erkek eşitliğinden, unisex bir toplumu inşa için kadın ve erkek rollerinin yeniden kurgulanmasına ve hatta üçüncü bir cinsin toplumsal kabulüne kadar geniş bir yelpazede değerlendirilecek bir dönüşüme uğramış ucu açık bir kavramdır.

DEĞERLENDİRME ve ÖNERİLERİMİZ:

Total olarak bakıldığında, temelde kadın ve erkek cinsine toplumsal olarak yüklenen roller ve bunun getirdiği eşitsizliklere karşı koymayı öngören “toplumsal cinsiyet eşitliği”, tümüyle reddedilmesi gereken bir kavram olmasa da tarihsel ve felsefi değerlendirmelerine bakıldığında kullanıldığı alanlarda tedbirli kullanımı gerekir.
“ Toplumsal Cinsiyet Perspektifi” her alandaki politikalara uygulanırken, ülkemizin kültür, tarih, gelenek ve değerleri ile örtüşmesini sağlayacak birkaç noktaya dikkat edilmesi, bu perspektifin getireceği öngörülen sorunları bertaraf edebilir. Bu noktaları şöyle sıralayabiliriz:
1) Kadın ve erkek eşit haklara, fakat farklı doğalara sahip canlılardır.
Kadın ve erkek arasındaki farkın doğuştan olduğu, her iki cinsin biyolojik ve psikolojik açıdan farklı donanım ve özelliklere sahip olduğu pek çok bilimsel çalışmada kanıtlanmıştır. Bunun kabulü kadın ve erkekten birinin ötekine üstünlüğü ya da birinin daha aşağı olduğu anlamına gelmez. Aksine doğal faklılıkları içinde kabul edilerek haksız beklenti ve sorumluluklardan korunmalarını sağlar.


2) Kadın-erkek eşitliği söylemi ile yola çıkarak kadının doğasını değiştirmeye yönelik her türlü girişim, kadın haklarının ihlalidir.

Kadınların doğurganlık özelliklerinden dolayı toplumda ikinci sınıf durumuna düştüklerini savunan bakış açısı, kadınların doğalarını değiştirmeye yönelik politikaları hakim kılmaya çalışmaktadır. Bu da kadına yönelik bir hak ihlali olarak görülmelidir. Çünkü bu biyolojik dönüşüme maruz kalan kadınlar, nihai olarak bundan zarar görmekte, doğalarının dışına çıkarılmaya itilmektedir. Başka bir ifadeyle kadınlar erkekleştirilerek, kadın-erkek eşitliği sağlanmaya çalışılmaktadır.
Kadının doğasının gereği olan özelliklerini yitirmesi ile insanlık, aile ve bizzat kadın, hayata önemli ölçüde katkı sağlayacak kadınsı özelliklerden mahrum kalacaktır. Bu durum kültür, sanat, politika, ekonomi gibi alanlarda, dünyayı ihtiyaç duyduğu kadın perspektifinden yoksun bırakacaktır.


3) “Toplumsal Cinsiyet” kavramının özellikle kadın ve erkeği içeren iki cinse işaret ettiği bütün belgelerde yer almalıdır.

BM’nin, tanımlanmasını ülkelerin kendi tercihlerine bıraktığı “gender” kavramının, ülkemizin kültürel, sosyal ve tarihsel gerçeklerine uygun olarak, ulusal ve uluslararası bütün metinlerde kadın ve erkek olarak iki cinse işaret ettiği belirtilmelidir.


4) Aile toplumun en temel birimidir. Kadın-erkek eşitliği politikaları belirlenirken aile unsuru gözden kaçırılmamalıdır.

İnsanların giderek yalnızlaştığı bir dünyada yükselen bir değer olarak aile, aynı zamanda geçmişle gelecek arasında bağ kuran, kültürel devamlılığı sağlayan bir kurumdur. Bireyin sosyal ve psikolojik ihtiyaçlarının karşılandığı ailenin önemi ve değeri inkar edilemez. Rolleri karışan, kendi cinsinin özelliklerini gösteremeyen ebeveynin çocuğun psiko-sosyal gelişiminde doğru bir model olması söz konusu olamaz. Bu durum toplumsal bir çöküşün başlangıcı olacaktır.

Ayrıca, klasik aileyi ataerkil toplumun ana kurumlarından biri olmakla itham eden yaklaşım, yeni aile yapılarını tek ebeveynli ailelere indirgemeye çalışmaktadır. Genetik bilimindeki gelişmeler eşlerden biri olmadan çocuk sahibi olmaya elverişli bir noktaya gelmiştir. Böylece “anne-baba ve çocuklardan oluşan çekirdek aile”, babası ya da annesi olmayan tek ebeveynli çocuklardan oluşan yapılara dönüştürülmeye çalışılmaktadır. Bu yeni aile şekillerine karşı da dikkatli olunmalıdır.

Sonuç:

Modern paradigma kadın ve erkek telakkisini de değiştirdi. Dolayısıyla biyolojik cinsiyetin varlığı inkar edilmedikçe, kadın ve erkek rollerinin değişen toplumsal şartlar çerçevesinde, çeşitli toplumsal ve siyasal düzenlemelerle yeniden ele alınmak istenmesi anlaşılır, hatta gereklidir. Ancak, “toplumsal cinsiyet” kavramının, kadın-erkek eşitliğini sağlamanın ötesinde toplumsal rolleri tümüyle alt üst edecek şekilde “cinsiyetsiz” bir toplum inşa etmek amacıyla kullanılması ve yapılacak düzenlemelerin buna hizmet edecek tarzda düşünülmesi kabul edilemez. Böyle bir anlayış, kadının, kadınlığını yitirmesi sonucuna yol açabileceği gibi, aile birliğinin de tahribine yol açacaktır.

Raporu Hazırlayan: ÖZ Grup (Özgün Fikirler İnisiyatifi) ve HEKVA (Hanımlar Eğitim ve Kültür Vakfı)

Önceki Yazı

İslam Dünyasında STK’lar Toplantısına Katıldık

Sonraki Yazı

Tam Demokrasi İçin Elele Sivil Anayasa Sempozyumuna Katıldık

Bunlar da ilginizi çekebilir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir