Feminizm Türkiye’ye 19. Yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı döneminde girmiş bir harekettir. Bu hareketten haberdar olan bir grup okumuş yazmış Osmanlı kadını feminizmi benimsemiş, bir hak mücadelesi geleneği oluşturmuş, dergiler çıkarmış, haklarını talep etmişler ve bu hakların bir kısmına da kavuşmuşlardır. Bu dönemdeki feminist hareketin belirgin özelliği, talep ettikleri haklar için dinden de meşruiyet üretme çabalarıdır. Dini yok sayarak seküler bir tavır takınarak değil, taleplerini dini gerekçelerle de meşrulaştırmaya çalışarak dile getirmişler ve müdafaa etmişlerdir. Bu bakımdan Birinci dalga feminizmin karakteristik özelliklerine uyan, dinle barışık bir tür İslami feminizmin öncüsü olan bir hareket ortaya koymuşlardır. Cumhuriyetin ilanıyla birlikte daha da gelişip serpilmesi beklenen bu hareket ne yazık ki teveccüh görmemiş, aksine söndürülmüştür. Bunda TBMM’indeki muhafazakâr vekiller kadar, bir dönemin Osmanlı paşaları olan Cumhuriyetin kurucu elitlerinin de rolü vardır. Modern bir devlet kurma iddiasında oldukları halde, kadınların bu kadar özgüvenli, bu kadar talepkâr olmasını kaldıramamışlar, neticede de kadın hareketini kontrol altına almışlardır. Dolayısıyla o dönemden bizim kuşağımıza miras olarak bir şey gelemedi. Biz böyle bir kadın hareketinin varlığını, tartışmalarını, neleri sorun ettiğini ve bunları dinle meşrulaştırmaya çalışarak nasıl savunduklarını bilmiş olsaydık, belki her şey daha kolay olacaktı. Ancak o gelenek orada kesildi, 80’lerde bu hareketi gün yüzüne çıkarmak için yapılan çalışmalar sonucunda kadınlar böyle bir geçmişten ve birikimden haberdar olabildiler ancak.
Atatürk’ün sağlığında 1930-1934 yılları arasında aşamalı olarak kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınması, devletin kadın haklarını tanıması açısından önemli bir gösterge olarak kabul edilir. Burada gözden kaçırmamamız gereken şey, devletin bir “makbul kadın” modeli oluşturduğu ve bu makbul kadının “modern” bir kadın olarak kurgulanmış olmasıdır. Bu rol model kadın; eğitimi, kıyafeti, adabı muaşeret tarzı, meslek sahibi olması gibi özellikleriyle modernliği temsil ederken aynı zamanda terbiyeli, iffetli, fedakâr, anaç, vatanın hizmetine adanmış kadınlık özellikleriyle geleneksel kadınlık çerçevesinden de çıkmıyordu. Fakat şunu teslim etmek gerekiyor ki o kadınlara “Siz erkeklerle eşitsiniz” hissiyatı verilmişti. Ne kadar kontrollü de olsa kadınları cesaretlendiren bir ortam ve söylem vardı. Dolayısıyla o dönemde yetişmiş kadınların gayet özgüvenli kadınlar olduklarını görüyoruz. Milliyetçi, vatansever, aynı zamanda tabi ki Atatürkçüdür bu kadınlar ve Atatürk’e minnet duymaktadırlar. O dönemin önemli temsilcilerinden biri olan Nermin Abadan Unat örneğin, Atatürk’ün eleştirilmesine asla razı olmaz. Türkiye’de kadınlara sağlanan imkanlardan biri olan ücretsiz eğitim hakkı sayesinde bir sürü meslek sahibi kadının yetiştiğini dile getirir. Ancak bu imkânlardan faydalananların küçük bir kesim olduğunu da gözden kaçırmamak lazım. Mesela dindar muhafazakâr kesim bu imkânları olumlu bir gelişme olarak görmekten ziyade batılılaşma yolunda bir kültür transferi olarak gördüğü için uzak durmayı tercih etmiş, kızlarını da okula göndermemiştir; ama devletin modernleşme ideolojisine yakın duran kesimlerde kız çocuklarının eğitime ve meslek sahibi olmaya teşvik edildiklerini görüyoruz. Köy enstitüleri açıldığı zaman oralardan yetişen, tek tük de olsa öğretmen olmuş, hatta profesörlüğe kadar yükselmiş kadınlar vardır. Parasız yatılı okullarla imkânı az ailelerin çocuklarının da okumasına imkân sağlanmış bir ortam vardır. Eğitim sınıf atlamada taşıyıcı bir unsur olarak işlev görmüştür.
70’li yıllar Türkiye’de siyasal hareketlerin özellikle üniversitelerde yaygınlık kazandığı, kamplara/fraksiyonlara ayrılarak çeşitlendiği ve hatta silahlı çatışmalara dönüştüğü bir dönemdir. Bu iki harekette de kadınlar vardır, ancak geleneksel rollerden pek de uzaklaşamamışlardır. Bu süreçte dini gruplar da, kadınları da büyük ölçüde içine alarak etkinliğini ve gücünü arttırmıştır. Cemaatlerin kamusal yüzleri olarak genelde erkekleri görüyoruz ama aslında bunların arkasında arı gibi çalışan bir kadın grubu vardır. Şemsinur Özdemir iki ciltlik ‘Hizmet Anneleri’ isimli kitabında özellikle çeşitli nurcu gruplarda kadınların neler yaptığına odaklanmıştır. O iki ciltlik eserde birçok kadının dine hizmet etmek, dindarlığını korumak, yeni nesli dine uygun yetiştirmek gayesiyle bir sürü farklı çalışma modeli içinde olduğu görülür. Bu kadınlar genelde Anadolu’nun çeşitli yerlerinde kız öğrencilerin yatılı kaldığı dershaneler açmışlar, dini eğitimin yanı sıra okul eğitimi de vererek dışardan lise diploması almalarını sağlamışlardır. Böylece başörtülü bir dindar kadın kuşağı yüksek öğretime hazırlanmış oluyordu. Ancak bu dönemde “kadın hakları” konusunun hiçbir siyasal ve dini harekette feminist bir yaklaşımla ele alındığı söylenemez, aksine feminizm tüm bu hareketlerin ortak düşmanı konumundadır.
80 darbesinden sonra sol kesimdeki örgütlerin dağılmasıyla kadınların daha çok kendi meselelerine dönük bir arayış içine girdiğini görüyoruz. Batı’daki ikinci dalganın bir yansıması olarak “kadınların kurtuluşu” düşüncesini benimsiyorlar. Çeviriler yapılıyor, kişisel tecrübeler ve pratikler üzerine tartışmalar yapılıyor. Dergiler çıkarmaya, eylemler yapmaya başlayınca sesleri duyulur oluyor ve ortaya bir kadın hareketi çıkıyor.
Cihan Aktaş, Yıldız Ramazanoğlu, Mualla Gülnaz, Halime Toros gibi dindar entelektüel yazarlar da bu tartışmalarla ilgileniyorlar, kendi aralarında müzakere ediyorlar, kamuya da açıyorlar. Ali Bulaç’ın “Feminist Kadınların Kısa Aklı” başlıklı yazısına itiraz edip, eleştirel yazılar yazıyorlar. Mualla Gülnaz ve arkadaşları “Ayça” isimli bir dergi çıkararak, teksir makinası ile çoğaltıp, bir iş birliği ve anlaşılma bekleyerek önem verdikleri insanlara gönderiyorlar, ancak o ortamda olumlu bir destek bulduklarını söylemek mümkün görünmüyor. Dolayısıyla feminizm dindar camiada kadınlar arasında bile bir tartışma konusu olamıyor, beşerî bir ideoloji olarak etiketleniyor ve uzak durulması tavsiye ediliyor.
O yıllarda feminizm kişisel olarak benim de hiç gündemimde değildi mesela, çünkü asıl gayretimi “donanımlı bir ilahiyatçı ve iyi bir Müslüman olmaya” hasretmiş durumdaydım. Çalıştığım imam hatip lisesinde idarecilerin kadınlara yönelik aşağılayıcı ve kaba tavırlarının arkasında yatan sebebin büyük ölçüde kadınlarla ilgili hadis rivayetleri olduğunu anladığımda, doktora tezimde kadınlarla ilgili hadisleri çalışmaya karar verdim. Ama yine “Feministler bu konularda acaba neler yazmış, çizmiş?” diye bir düşünce geçmedi aklımdan, böyle bir tavsiyede bulunan da olmadı. Dokuz sene sürdü tez çalışmam. Kadınlarla ilgili tüm rivayetlere ve bu rivayetlerin şerhlerine bakmaya çalıştım. O dönem yaşadığım hayal kırıklığımın izleri hala kitapta durur. Çünkü bu kitaplarda -kadınlarla ilgili- gözden kaçmış olabileceğini düşündüğüm iyi bir şeyler ararken, kötüsüyle ve daha kötüsüyle karşılaştım. Bunu nasıl anlamlandıracağımı da bilemedim, bocalama moduna girdim, ta ki Fatma Gül Berktay’ın ‘Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın’ isimli kitabıyla karşılaşana kadar… Sonra gerisi çorap söküğü gibi geldi ve taşlar yerine oturdu. Dinin ataerkil fonunu böylece fark ettim. Bütün malzememi bu anlayışla tekrar taradım ve kadınlarla ilgili rivayetlerin ataerkil zihniyetle tek tek ilişkisini kurarak tezimi yazdım. İslami feminizm tartışmaları ile ilgili literatürden yararlanmak için maalesef yeterince vaktim kalmamıştı, çalışmamı kendi sınırlı kavramsal çerçevem içinde “ataerkil zihniyetin kadın karşıtı perspektifine” odaklanarak tamamladım. Şimdi bu sınırlı kavramsal çerçeveyi biraz açayım:
Tezin ilk bölümünde Kur’an’ın kadınlarla ilgili ayetlerini inceledim ve bu ayetlerin nüzul döneminde hakim olan ataerkil toplum yapısı, zihniyet ve dil gereğince “ataerkil bir fon”a sahip olduğunu göstermeye çalıştım. Ancak bu ataerkil fonla birlikte ve hatta çoğu zaman buna rağmen, ilahi yönlendirmelerin kadınların mevcut durumlarını, statülerini, haklarını dönemin şartlarına göre iyileştiren ve onları doğrudan muhatap kabul eden bir muhtevaya sahip olduğunu ortaya koymaya çalıştım. Tezin diğer bölümlerinde ise, o zamanki isimlendirmemle “kadın aleyhtarı” olduğunu düşündüğüm hadis rivayetlerine odaklandım. Bu isimlendirmeyi yaparken hadis rivayetleri içinde kadınlara erkeğe göre ikincillik, zayıflık, eksiklik, kötülük ve değersizlik atfeden rivayetleri “kadın aleyhtarı rivayetler” olarak tanımladım. Sonra bunları gruplandırarak, kadının yaratılışı üzerinden üretilen “ihanet ve eğrilik söylemi”, cehennemin çoğunluğunu kadınların oluşturmasıyla ilişkili olarak “din ve akıl eksikliği söylemi”, kadının uğursuzluğu ve namazı bozan varlıklardan biri olarak kadın/köpek/eşek benzetmesi ve şeytanla özdeşliği üzerinden de “uğursuzluk ve değersizlik söylemi” başlıkları altında ilgili rivayetleri analiz ettim. Bu analizi yaparken birçok hadis rivayetini Kur’ân’a arz ederek, bu rivayetlerin Kur’an’ın genel yaklaşımı bakımından içerdiği çelişki ve aykırılıkları ortaya koymaya çalıştım.
Kadınlarla ilgili hadis rivayetlerinin gündelik hayattaki kullanım alanlarına baktığımızda, bu rivayetlerin kadınlara ikincil statüde varlıklar olduklarını, erkeklerin kadınlardan üstün olduğunu hatırlatarak onları hizaya çekme, erkekler karşısında minnettar ve itaatkâr bir role büründürme amacına matuf olarak işlevselleştirildiğini görüyoruz. Ancak bu rivayetler kadın hakları ya da kadının insan hakları bağlamında birileri tarafından sorun edilirse ve buna da bir cevap verilmek zorunda kalınırsa, bu tür rivayetlerin geneli kapsamadığı, bazı özel durumlarda bazı kadınlar için söylendiği gibi açıklamalar yapılmaktadır. Ya da mevcut rivayetleri çeşitli şekillerde yorumlayarak yumuşatma ve rahatsız edicilikten kurtarma çabalarına girişilmektedir. Bir üçüncü yol da Hz. Peygamberden “söz/kavl” olarak nakledilen hadislerdeki sıkıntıları, yine kendisinden “fiil” olarak nakledilen rivayetlerle giderme çabasıdır. Benim de yararlandığım bu yöntemin gerekçesi bağlamında hadis rivayetlerine toplu olarak baktığımızda Hz. Peygamberin üç şekilde bu rivayetlere kaynaklık ettiğini görüyoruz:
1.Eyleyen peygamber
2.Söyleyen peygamber
3. Onaylayan peygamber
“Eyleyen” ya da “onaylayan” peygamber rivayetlerine baktığımızda birkaç mevzu haricinde genelde kadınlar için hayrı murad eden, merhametli ve kibar bir erkek profili görüyoruz. Fakat iş “söyleyen” peygamber rivayetlerine geldiğinde son derece ataerkil, kadınları küçük gören, hatta kadın düşmanı diyebileceğimiz bir profil karşımıza çıkıyor. Bu rivayetleri şerhlerden takip ettiğimizde sonraki yüzyıllar boyunca da bu iki çelişkili profil temsilinin pek de garipsenmeden sürdürüldüğünü tespit ediyoruz. Hz. Ayşe’nin kayıtlara geçmiş itirazlarının bile bu tutumun sürdürülmesine bir etkisi olmuyor ve geçerlilik davasını Ayşe kaybederken, Ebu Hureyre kazanıyor.
Ancak zaman geçiyor, devran dönüyor ve kadınların güçlendiği, erkekler gibi eğitim imkânlarına kavuştuğu, ilahiyatın mutfağına girdiği ve asırlardır din adına üretilen ürünlerin ne şekilde üretildiğini anlama şansına eriştiği günler geliyor ve Ayşe yeniden itibarına kavuşuyor. Ayşe’nin kızları olan bizler Hz. Peygamberle dolu dolu bir 3 yıl bile geçirmemiş birinin nasıl bu kadar çok şey işitmiş olabileceğini sorgulayarak, Ebu Hureyre’nin Hz. Ömer’i bile rahatsız eden bu “peygamberin sözcülüğüne soyunma” çabasının işlevini anlamaya çalışıyoruz.
Bizlere zararsız basit dini açıklamalar olarak sunulan kadın karşıtı hadis rivayetlerinin aslında nasıl da kadını “tam, yetişkin, özgür, kamil insan” olma potansiyelinden uzaklaştırdığını, onu “eksik, defolu, ahlaksız, nankör, fasık, cehennemlik” insan kategorisine yakıştırdığını ve böylece günahkârlık suçlamasıyla cehennemlik olma tehdidini nasıl da başının üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallandırarak kadın üzerinde ilahi bir otorite kurmaya çalıştıklarının farkındayız. Aşağıda örnek olarak seçtiğimiz rivayetler kadına yönelik bu suçlama ve tehditlerin somut ifadelerini içermektedir.
Havva ve İhanet Söylemi
Resulullah buyurdu ki: ‘Benû İsrail olmasaydı et bozulmazdı; Havva olmasaydı, kadınlar kocalarına ihanet etmezlerdi. (Buharı, (60) Enbiya’ 1, IV, 103.)
Havva/Kaburga kemiği: Eğri asıl / Defolu yaratılış
Kadın kaburga kemiğinden yaratılmıştır, onu hiçbir şekilde (tam anlamıyla) düzeltmen mümkün değildir. Ondan yararlanacaksan, ancak sahip olduğu bu eğrilik durumuyla birlikte yararlanabilirsin. Onu düzeltmeye çalışırsan, kırarsın. Kırılması, boşanmasıdır. (Muslim, (17) Rada’a 18, h. 59 (1468), 11, 1091)
Cehennem Ehlinin Çoğunluğunu Oluşturan Kadınlar
“Cennete muttali oldum, ahalinin çoğunluğunun fakirler olduğunu gördüm. Ve cehenneme muttali oldum, içinde bulunanların çoğunun kadınlar olduğunu gördüm.” (Buhari, (81) Rikak 51, VII, 200)
Cennete Girecek Kadınların Azlığı
Umare ibn Huzeyme şöyle dedi: Amr ibn el-As ile bir hacc veya umrede beraber idik. Bize dedi ki: “Biz Resulullah ile birlikte bir dağ yolunda bulunurken, ansızın şöyle dedi: ‘Bakın! Bir şey görüyor musunuz?’ Biz dedik ki: ‘Kargaları görüyoruz.’ İçlerinde, gagası ve ayaklan kızıl renkli, alaca bir karga var. Resulullah (s.) şöyle buyurdu: ‘Kadınlardan cennete girebilecek olanlar, ancak şu (siyah) kargalar içindeki alaca karga gibi olanlardır’ Musned, 1V, 197
Cehennemlik Kadın Suçları: Kocaya Karşı Nankörlük
Ebû Umâme’den (ö. 81/700) nakledildiğine göre şöyle dedi: “Hz. Peygamber’e (s.) bir kadın geldi. Yanında iki çocuğu vardı. Birisini (kucağında) taşıyordu, diğerini de elinden tutuyordu. (Bunu gören) Hz. Peygamber şöyle söyledi: ‘(Çocuklarını karınlannda ya da kucaklarında) taşıyanlar! Doğuranlar! Merhametliler! … Ah bir de kocalarına karşı kusur işlemeselerdi, onların namaz kılanları cennete girerdi’ (İbn Mace, Nikah 62, h. 2013, II, 6.)
Kadınların Cehennemlik Suçlarından Arınma Kefareti Olarak Sadaka
Zeyneb’ten nakledildiğine göre, şöyle demiştir: “Resulullah bizlere hitap etti ve şöyle dedi: ‘Ey kadınlar topluluğu! Ziynetlerinizden bile olsa, sadaka verin; çünkü sizler Kıyamet Günü’nde, cehennem ehlinin çoğunluğu (olacaksınız)’! (Tirmizi, (5) Zekat 12, h. 635, III, 28.)
Ebû Sa’id el-Hudri, Abdullah ibn Ömer, Ebû Hureyre ve Cabir ibn Abdillah’tan, birbirine neredeyse çok yakın ibarelerle nakledilen rivayetlere göre Hz. Peygamber kadınlara hitaben şöyle demiştir:
“Ey kadınlar topluluğu! Sadaka verin ve istiğfarlarınızı çoğaltın! Zira sizleri cehennem ehlinin çoğunluğu olarak gördüm. (Dinleyicilerden) akıllı bir kadın şöyle söyledi: “Bizim neyimiz var da cehennemin çoğunluğu oluyoruz ey Allah’ın Resulü?” Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: “Çokça lanet edersiniz ve kocalarınıza karşı nankörlükte bulunursunuz. Sizin kadar eksik akıllı ve eksik dinli olup da akıllı ve ihtiyatlı bir kişiyi mağlup eden birini görmedim!” Kadın (sordu): “Ey Allah’ın Resulü! Aklın ve dinin eksikliği nedir?” Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: “Aklın eksikliği, iki kadının şahitliğinin, bir erkeğin şahitliğine denk sayılmasıdır; işte bu aklın eksikliğidir. Günlerce namaz kılmazsınız, Ramazan’da oruç tutmazsınız; işte bu da dinin eksikliğidir. (Muslim, (1) İman 34, h. 132 (79), I, 86-87.)
Kadın Şeytan Özdeşliği/Benzetmesi
Cabir ibn Abdillah’tan rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.) bir kadın gördü. (Bu sebeple) deri işlemekte olan Zeyneb’in yanına gelerek hacetini giderdi. Sonra ashabının yanma gelerek şöyle söyledi: “Şüphesiz kadın, karşınıza bir Şeytan suretinde gelir ve bir Şeytan suretinde gider. Biriniz (hoşunuza giden bir kadın) gördüğünde, kendi hanımına gelsin. Çünkü böyle yapması nefsinde oluşan (etkiyi) giderir. Muslim, (16) Nikah 2, h. 9 (1403), II, 1031.
Kadın/Köpek/Şeytan Benzerliği ve Hz. Aişe’nin itirazı
Ebü Sa’id el-Hudri’den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle demiştir: “Sizden biriniz namaz kılarken, önünden kimsenin geçmesine izin vermesin. Gücünüz yettiğince onu engelleyin. Eğer ısrar ederse, onunla mücadele edin; çünkü o Şeytan’dır.”
Biriniz sütre (koymaksızın) namaz kıldığında, onun namazını (köpek), eşek, domuz, Yahudi, Mecusi ve kadın bozar. (Fakat) bunlann bir taş atımlık mesafe (nin ötesinden) geçmeleri (namazın bozulmaması için) yeterlidir. (Ebu Davud, (2) Salat 1,09, h. 704, ı, 453.)
A’işe’den (r.) nakledildiğine göre şöyle demiştir: “Bizi eşek ve köpekle bir tutmakla ne kötü bir iş yaptınız! Yemin olsun (Resulullah’ın öyle halini) bilirim ki, o namaz kılarken ben onunla kıblesi arasında yatmış olurdum da, secde etmek istediğinde ayaklanma dokunurdu ve ben de onlan çekerdim. (Buhari, (8) Salat 108, 131)
Kadının Uğursuzluğu
Ebû Hasan şöyle dedi: “Beni Amir (kabilesinden) iki kişi A’işe’nin huzuruna gelerek, ona Ebü Hureyre’nin Hz. Peygamber’den (s.) ‘Uğursuzluk kadında, evde ve attadır.‘ dediğini haber verdiler. Hz. A’işe öylesine kızdı ki (öfkesinden çatlarcasına) şöyle dedi: ‘Kur’an’ı Muhammed’e (s.) indirene yemin olsun ki, Resulullah (s.) kesinlikle böyle bir şey söylememiştir.‘ O sadece, ‘Cahiliye ehli bunlarla uğursuzluk yorumunda bulunuyorlardı.’ demiştir. (Musned; Vl, 240.)
Kadın ve Fitne
Usame ibn Zeyd’in (r.) rivayet ettiğine göre, Resulullah (s.) şöyle demiştir: “Benden sonra erkeklere, kadınlardan daha zararlı bir fitne bırakmadım. (Buhari, (67) Nikah 17, VI, 124)
Peygamber’den (s.) rivayet edildiğine göre, (bir grup sahabi) “Ey Allah’ın Resulü! Onların fitneleri nedir?” diye sorunca, Peygamber şöyle cevap vermiştir: “Şam’ın rıytını, Irak’ın güzel elbiselerini ve Yemen’in bürgüsünü giyince ve develerin hörgüçlerini salladığı gibi salına salına yürüyünce, (erkeklerin) fikirlerinde olmayan şeyleri akıllarına getirirler … Beni İsrail’in ilk fitnesi kadınlar olmuştur. (‘Umdetu’l-kari, XX, 89-90)
SONUÇ:
Kur’an-ı Kerîm ataerkil bir topluma nazil olmuştur, bu toplumun ataerkil karakteri pek çok ayete yansımıştır. Bu yüzden Kur’an okuyup anlamaya çalışırken bu hususun göz önünde bulundurulması gerekir. Ayrıca, kadınlarla ilgili ayetlerin bütüncül bir yaklaşımla ve Kur’an’ın genel prensipleri ışığında yorumlanıp değerlendirilmesi gerekmektedir. Hadis rivayetlerinin de Hz. Peygamberin vefatından çok sonra yazıya geçirildiği ve bu rivayetlerin birebir lafzen değil, anlam üzerinden rivayet edildiği, bu yüzden pek çok hatırlama kusurunun, yanlış anlama ihtimalinin, ya da kasıtlı çarpıtmaların olma ihtimalinin söz konusu olduğu hatırda tutularak değerlendirilmelidir. Ayet ve hadisler yoluyla kadınlara tahakküm edici, kadınları aşağılayıcı, küçümseyici dini davranışlara son verilmelidir.