Doç. Dr. Yaylagül Ceran Karataş ile “Kötülüğün Tarihteki Yeri”

Hazırlayan: Yorum yapılmamış Paylaş:

Bugün kötülük üzerine konuşmamızın üç temel sebebi var: Tanrı’yı daha iyi tanımak, insanı daha iyi tanımak ve varoluşumuzu anlamak.

19.yy yüzyılın sonuna kadar, kötülük üzerine düşünmek genelde klasik tartışmalarla sınırlı kalmış. Ancak 1950’lerden sonra bu tartışmalar daha radikal bir hale gelmiş. Çünkü Batı dünyası hem felsefe ve teoloji alanında hem de teknoloji ve bilim aracılığıyla Tanrı’yı sistemden çıkarmış görünmektedir. İnsanın aklıyla hem kendini hem nesneler dünyasını bilebileceğini varsaymaktadırlar. Bu süreçte Tanrı, sistem dışına itilmiş. Önce geri plana atılmış, sonra tamamen sistemin dışına taşınmıştır. Gündelik hayatta kötülüğün doğallığı ve basitliği fark edilince, bu daha da belirgin olmuştur. Tanrı’yı devreden çıkarıp aynayı kendimize tuttuğumuzda kötülüğün ortadan kalkmadığı görülmüştür. Asıl dehşet de burada başlıyor, çünkü insan sadece iyi değil, aynı anda hem iyi hem de kötü olabiliyor.

Fenomenolojiye göre dünya, aklın imkanları çerçevesinde kurulur. Bu çok önemli bir yargı. Dünyada varoluşumuz bize ait bir şeydir. Tanrı’yı bu dünyada görebiliriz ya da görmeyebiliriz. Ama bir yanda da tanrının, her şeyi bir düzen içinde yarattığı ve bizi de bu düzen içinde ortaya koyduğu ve şimdi de bizi izlediği söylenebilir. Sanki bir yönetmen sahneyi kurup filmi çektikten sonra oturup izlemesi gibi. Bu, pasifleştirici bir şey de değil.

İnsan sürekli bir ilişkiler ağı içinde yaşıyor ve bu ağda kendisiyle yüzleşmeye başladığı andan itibaren problemleri daha çoklu şekilde görmeye başlıyor. Eskiden ilişki sadece Tanrı’yla veya devletle insan arasındaydı. Ama şimdi Tanrı da devlet de insanın kendisiyle olan ilişkisinde çözüm üreten ya da suçlanması gereken bir konumda bulunmamaktadır.  İnsan, aklı ve alışkanlıkları gereği her bir eylemin arkasında hep bir suçlu arar, bir günah keçisi bulmak ister. Nefs kendini hep akladığından suçlu insanın kendisi de olmaz. Suçlu dışarıdaki ötekiler: Sapkınlar, sadistler, mazoşistler… gibi görebildiğimiz kötülükler onlarda mücessem olur. Ama herhangi bir kötülük alameti olmayan, kelimeleri özenle seçen, giyim kuşamına dikkat eden, herkese merhametli görünen birinin işlediği kötülükleri görebiliyor muyuz?

Varoluşumuzu temellendirirken kullandığımız ifadelerle bizler, varlığa şiddet uyguluyoruz. Karşımızdakini eksikliğiyle kabul etmeyip onu düzeltmeye çalışıyoruz. Çünkü bu da insanın doğasında var. Burada insan doğasının iyiliği de kötülüğü de yapabildiğini görmemiz gerekiyor. Hem iyiyiz hem kötüyüz. Bu durum yaşadığımız çevreyle ve sahip olduğumuz görüntüyle ortaya çıkar. Bunun üzerine felsefi olarak bir teorik çerçeve kurduğumuzda psikolojinin, edebiyatın, sanatın alanının biraz daha dışına çıkıp daha genel bir bakışla ele aldığımızda insan aklının var olma biçimi üzerinden bu sorunu görmemiz gerekir.

İlk oturumda, duyma, okuma ve görmenin aslında bize bir bilme biçimini sunduğunu söylemiştik. Duyarak, görerek ve okuyarak biliyoruz. Ama bu bilmeyi her şeyin ölçülebilir olduğu ve bizi kesin bir yargıya ulaştıracağını düşündüğümüzde problemlerimiz çoğalır. İnsan aklı hesap eder, ölçer, biçer ve ölçtüğü şeyde tam bir nizam ister. Bu ölçüye uyulduğunda her yerde ve her zaman geçerli olacağını kabul eder. Modern bilimin temelinde de bu vardır. Biz 500 yıl boyunca Newton’un hareket yasalarına iman ettik. Ama sonraki bilim yapma biçimleri, doğa yasaları ve doğanın gözlemlenmesi arasında ortaya çıkan açıklık, “yarık” “Eğer doğa, yasalara göre işlemiyorsa doğa saçmadır, yasa doğrudur” dedirtti. Modern bilimin kuantum mekaniğini dikkate aldığı, gözlemcinin gözlediği doğayı hareket etmeyen sabit bir şey olarak kabul etmesinin ötesine geçip sorguladığı andan itibaren bütün o karşılaşmaların temelinin yeniden kurulması gerekti.

1800’lerin sonu, dünya üzerinde pek çok siyasi, politik ve ekonomik hareketliliğin olduğu bir dönemdi. O zamanlar pozitif bir bilgi ortaya koyduğunuzda kabul edilirdi. Fakat ekonomi politikiği fiziksel çevresel etkilerden arındırılmış bir laboratuvar ortamında düşünmek mümkün değil. Gözlemcinin etkisi bertaraf edilemiyor. Bu yüzden her yerde aynı formülün geçerli olacağına inanmak yanlıştı. Zaten her yerde aynı formülün geçerli olacağı yargısı politik bir süreçti. Modernleştirme biçimi ile bir ideal belirlenmiş ve evrensel hale gelmişti. 

Bütün bunların kötülükle ilgisi, varoluşumuzu anlayabileceğimiz bir zemin inşa etmemizdendir. Biz dünyada varoluşumuzla dünyayı anlama şeklimizle aslında Tanrı’yı, devleti ya da bilimi aradan çıkarıp kendimizle kaldığımızda bu dünyayı çok ideal bir formda kurmuyoruz. İlişkilerimiz, çevremiz ve içinde bulunduğumuz koşullar iyilik ve kötülüğe olan yönelimimizi de belirliyor. İnsanlar koruyucu, bağlayıcı bir ilke yokluğu içindeyse kötülüğü çok rahat yapabiliyor. Bu kötülük apaçık bir kötülük olduğu gibi örtük bir kötülük de olabiliyor. Stanford Üniversitesi Deneyi buna iyi bir örnektir. 

Bu deneyde, bir grup psikoloji öğrencisinin kötülüğün psişik temellerini araştırmak için yaptıkları, ahlaki olarak da çok tartışılmış bir deneydir. Bu deneyde öğrencilerin bir kısmı mahkum bir kısmı da gardiyan rolü oynamışlardır. Deneklere bir miktar para da verilmiştir. Üniversitenin zemin katında kurmaca bir hapishane oluşturulmuştur. Mahkumların adi bir hırsızlık yaptıkları söylenmiştir. Buradaki herkes birbirinin orada bir deney için var olduğunu bilmesine rağmen üçüncü günden itibaren gardiyanlar mahkumlara şiddet uygulamaya başlamışlar. Mahkumlar isyan ettiğinde şiddetin dozu daha da artırılmış ve iki hafta sürmesi planlanan deney 6 günde bitirilmek zorunda kalınmıştır. Bu deney, kötülüğün insan doğasıyla ilişkili olduğunu ve insan doğasındaki bu kötülüğün uygun ortam sağlandığında nasıl açığa çıktığını gösterir.

Psikologlar ve psikiyatristler özellikle kötülüğü felsefi bir anlamda tartışmaktan çok psikolojik bir süreç olarak görüp, kötülüğü anlamaya çalışıyorlar. Patolojik durumları anlayabiliyorlar fakat iyiliğe bürünmüş kötülüğü anlamak o kadar kolay olmuyor. Bir insana kötü olduğu için ilaç yazılamıyor, terapi uygulamakta zorluk yaşanıyor. Çünkü hep o kötülüğün arkasında somatik ya da bilinç dışı bir gerekçe aranıyor. Tam da burada kötünün ne olduğuna dair felsefi tavır alış karşımıza çıkıyor. Örneğin “Ben senin iyiliğini düşünüyorum, iyiliğin için bunu yapman gerekiyor” gibi yaklaşımlar iyilik kisvesi altında ciddi bir şiddet ve kötülük olarak karşımıza çıkabiliyor. Ruhları kalın olanlar bütün bir dünyada kendilerinin var olduğunu kabul edip, herkesin ve her şeyin ona göre olması gerektiğini düşünürler. Kendileri hasta olduğu halde hastalıklarının farkına varmaz çevrelerindeki iyi insanları hasta ederler. Kendilerinin terapiye ihtiyacı vardır ama genellikle çevresindekiler terapi almak zorunda kalır. Çünkü onun o kadar güçlü bir “iyilik kabuğu” vardır ki kendilerini suçlu hissederler. Bir de ince ruhlu, temas eden, empati kuran, diğergam insanlar vardır ki onlar da genelde kırılgan, özgüveni eksik olarak algılanır. Oysa bu insanlar kırılganlıklarından, nezaketlerinden letafetlerinden dolayı yapılan kötülüğe ses çıkarmıyorlar ve o zaman letafetin kırılganlığa da dönüştüğünü görüyoruz. Çünkü bu insanlar da sahip olduğu konformist durumdan vazgeçmek istemiyor. Bu da zariflik altındaki kötülük. Kalın ruhlu insanların kötülüğü somut bir şekilde görülebiliyor ama nezaket, letafet, zerafet adı altında yapılan vurdumduymazlıkların, görmemezliklerin kibrin ve de aşırı merhametin altındaki kötülüğü görmek daha zordur. 

İyilik ve kötülüklerin ortaya koyduğu eylem biçimi bir ilkeye, varoluşsal olarak bir köke ve temele gitmiyorsa burada her ortama göre şekil alan bir çerçeveye de dönüşebilir. Davranışçı ekolün bir dönem iddia ettiği gibi sadece ortama ya da insanın bilişsel süreçlerine de indirgenebilir. Doğru olan her ikisini beraber değerlendirilmesidir. O yüzden bir insanın varoluşu, bir çevrede oluşu ve o çevreyi algılayış biçimi birbirleriyle ilişkilidir. İnsanla, Tanrıyla ilgili tartışmalar yapılırken çevre, genetik yapı, epigenetik diye bir çerçeve oluşur ve bu inşa edilen tarihsel, kültürel ve mimari çevreyle, o çevrede yaşama biçimleri oluşturulur. 

Philip Zimbardo “Eğer kalbiniz iyi ve eylemleriniz de iyiye odaklıysa yaptığınız iyilikler gelişir. Ama bir kere apaçık bir kötülüğe dahil olduysanız ve bunun herhangi bir yaptırımıyla karşılaşmadıysanız kalbinizde o kötülük gittikçe büyür” der. Bu “Günahlar bir leke gibidir, karşılığı görülmedikçe büyür” demek. Ancak yasayla düzenlenmiş bir inanç sistemi, devlet ya da mistik bir çerçeveyle insan bütün yapıp ettiklerini bir noktada anlamlandırabilir. Bu yüzden kötülük dediğimizde günün sonunda artık Tanrıyı suçlamaktan vazgeçip, aynayı kendimize tutup, ahlaki olarak “Biz ne yapıyoruz?” sorusunu sormamız gerekiyor. “Benim kalbim temiz, her şeyi biliyorum” bağlamının oluşturduğu kötülüğü de fark etmemiz gerekiyor. 

İnsan iyiyi de kötüyü de yapabilme potansiyeli var. Bu durum uygun şartlar oluştuğunda açığa çıkabiliyor. Kötülük üzerine düşünmek insanın bu yönlerini de anlamaya imkan tanıyor. Niyetlerimizi, eylemlerimizin sonucu ve etkilediği çevreyi hesaba katmayı beraberinde getiriyor. Sadece niyetlerimiz ve sonuçları yok ortada. Hannah Arrendt Nazi komutanını gözlemlerken kuralları ve düzeni olan, çocuklarına ve eşine saygılı iyi bir adam olduğunu görüyor. Fakat bu adam binlerce insanı devletten emir aldığı için katledebiliyor. İşte tam da burada “Kötülük bu kadar sıradan” diyor Arrendt. Tam da sorgulanması gereken nokta da burası. Biz hep bir suçlu ve günah keçisi ararken teknoloji insanların yapmış olduğu kötülükleri çok daha radikal bir şekilde gösteriyor. Mesela artık bir deprem yaşadığımızda, “Çok fazla fuhuş olduğu için Tanrı cezalandırdı” açıklaması kimseyi tatmin etmiyor. Depremde müteahhitler, belediyeler, işçi, projeyi kontrol eden, teslim alan herkes suçluysa tüm sistem suçlu oluyor ve bu durumda cezalandırılacak bir muhatap bulamıyorsunuz bu bir başka sorun ama asıl üzerinden düşünülmesi gereken nokta çok katmalı, dolanık bir yaşamın içinde olunduğunun fark edilmesidir. Başka bir ifadeyle, Nietzsche’nin dediği gibi, “Eylemin ya da eylemsizliğin iyi ya da kötü olduğunu düşünmenin ötesinde düşünebilir miyiz?” İyilik ve kötülüğü Tanrı’nın huzurunda olmaya doğru düşünebilir miyiz? İyi ya da kötü demeden o huzurda olmanın, muhatap olmanın şartları nelerdir? Bunların üzerine düşünmek gerekiyor. O zaman gerçekten bir antropodise, insan savunusu, yapabilme imkanımız olacak aksi takdirde insan sadece “bir damla gözyaşı ve bin damla kandan” oluşuyor olacak.

Önceki Yazı

Üsküdar Belediyesi – Üsküdar Yenileniyor Lansmanı – 19 Ağustos 2024

Sonraki Yazı

Doç. Dr. Yaylagül Ceran Karataş ile “Peki, Şimdi Kötülük Nerede?”

Bunlar da ilginizi çekebilir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir