İsrail Filistin İlişkisi

Hazırlayan: Yorum yapılmamış Paylaş:

Akademisyen / Gazeteci / Yazar Soli ÖZEL

“Bildiğiniz gibi Ortadoğu, Osmanlı imparatorluğunun dağılmasından sonra emperyalist ülkelerin kendi tren yollarının geçit hatlarına göre çizmiş oldukları sınırlarla belirlenmiş olan bir takım coğrafi ve siyasi bölgelere ayrıldı. Belli bir dönem sonrasında bölgedekiler, Arap milliyetçiliği arzusunun yanı sıra, Suriye, Irak, Ürdün milliyetçiliği şeklinde kendi siyasi mantıklarını yarattılar. Sonra uzunca bir müddet bu ülkeleri milliyetçi liderler yönetti. Fakat bu liderlerin milliyetçi tutumlarını ve imtiyazlarından hiç feragat etmeden bütün toplum adına konuşuyor olma iddialarını hızla büyümekte olan genç nüfusa rağmen sürdürebilmeleri pek mümkün değildi. Nitekim zamanla bu ülkelerde hakim olan milliyetçi elitler, darbeyle veya başka girişimlerle yerlerinden edilerek bu devletleri devlet haline getiren yeni nesiller iş başına geldi. Böylece bir zamanlar sun’i olarak oluşan siyasi sınırların konsolidasyonu bence 30-35 yıl öncesinden başlayarak artık bugün tamamlandı. Bu yüzden bu liderlerin bir an önce ortadan kalkmaları herkesin hayrına bir gelişme olacaktır. Maalesef bizim ülkemiz dahil bu bölgede emr-i hakk vuku bulmadıkça siyasi liderler ortadan kalkmıyor yani iş hep Allah’a kalıyor.

Ortadoğu bugün geçmişe nazaran daha durulmuş, daha oturmuş, bir anlamda fetret devrini bitirmiş bir bölge özelliğini taşıyor. Dünyada 1948’den 1973’e kadar soğuk savaş, oldukça gergin bir ortamda sürmüştü. Küba krizi sebebiyle dünya bir nükleer savaşın eşiğine gelmişti. Türkiye’deki füzelerin kaldırılması karşılığında Sovyetler de Küba’dan füzelerini çekti ve yumuşama dönemine geçildi. Portekiz imparatorluğunun çökmesi, Portekiz sultasından kurtulan Afrika’daki ülkelerde Marksist ve Leninist olduklarını iddia eden gerillaların peş peşe iktidara gelmeleri, İran dönemi, Afganistan’ın işgali ve özellikle ABD’de başkanlığa Ronald Reagan’ın seçilmesiyle, literatürde ikinci soğuk savaş dediğimiz yeni bir sertleşme dönemi başlamıştır. Bu dönemde İsrail, ABD’ye Ortadoğu’daki yegâne güvenilir ve stratejik müttefiki olduğu mesajını vermeye çalıştı. Fakat İsrail’in Lübnan’ı işgal etme yanlışlığıyla, Lübnan bataklığının hem ABD’yi hem de İsrail’i yutması sonucu, 1980’li yıllardan sonra İsrail’in stratejik ittifakı, ABD açısından birinci derecede önemli olmaktan çıktı. (Yine de buna rağmen ABD’nin İsrail’le olan ilişkisinin çok özel ilişki olduğunu kabullenmek gerekir.) Begin ve Şaron’un Lübnan’a girme amacı FKÖ’yü Güney Lübnan’dan atmak ve Filistin milliyetçiliğini öldürmekti. Buna ham hayal denir. Düşündüklerinin tam tersi oldu. 1982’de İsrail, FKÖ’yü Lübnan’dan sökmek üzere işgali başlattığı zaman Lübnanlı Şiiler tarafından pirinçle karşılandı. Fakat birkaç ay içerisinde Şiilerin de canını sıktılar ve Hizbullah kuruldu, palazlandı, sonunda İsrail’e kök söktürdü. Öte yandan FKÖ’nün Lübnan’dan gitmesiyle Filistinlilerin askeri alternatifleri kalmadı dolayısıyla siyasetleri ön plâna çıktı. Daha da önemlisi FKÖ’nün Batı Şeria’daki Filistinliler üzerinde yaptırım gücü azaldı ve oradaki insanların kendi örgütlenmeleriyle FKÖ’yü gafil avlayan ve 1987 Aralığında çıkmış olan “intifada” yaşandı.
Taş atan çocuklar üç şey yapmıştı:
1. İsrail’in insan haklarına saygılı olduğu imajını çok kötü çökertmiştir. (TV’de bir çocuğun kolunun taşla kırılmasını seyretmek, insanda bambaşka imaj uyandırır.) Bu belki de en önemsiziydi.
2. İsraillilerle Filistinliler arasındaki ateşkes hattı olan yeşil hattı fiilen yeniden tesis etmiştir.
3. “İsrail Devleti’nin Filistin realitesini “bu yoktur” demekle yok edemeyeceğini anlamasını sağlamıştır.
İsrail’in Lübnan’dan çekilmesinin arkasında bir şey aramamak lazım. İsrail toplam nüfusu 6 milyondan daha az bir ülke. Bunun zaten %20’si Filistinli Arap. Nüfusun az olmasından dolayı İsrail’de bir iki kişinin ölümü üzücü oluyor.

Karşıdan bakıldığında herkes Lübnan’ı kolay hallederiz sanıyor. Fakat giren batağa saplanmış gibi oluyor. İsrailliler bu hatayı 1982’de yaptılar ve 1985’te aşağı sınırlara çekilmek zorunda kaldılar. O günden bugüne de ayda birkaç kişi kaybeder oldular. Bu çok uzun bir zamandır İsrail toplumunun huzurunu kaçıran bir durumdu ve Ehud Barak Lübnan’dan çıkacağım sözüyle geldi. Hiçbir asker kaybetmeden de bu işi yaptı.
Devletler savaşırlar, barışırlar, antlaşma imzalarlar. Bir barış antlaşması imzalandıktan sonra içlerine sindirdiler mi çok sıcak olmaları da gerekmez, birlikte yaşamayı becerirler. Dolayısıyla İsrail’in Suriye, Mısır, Irak, Ürdün ve Lübnan’la olan ilişkileri, nispeten çözümü daha kolay olan ilişkilerdendir. Buna karşılık Filistinlilerle İsrailliler arasındaki mesele bana göre ahlaki boyutu, moral boyutu daha farklı, daha karmaşık iki milliyetçiliğin aynı topraklar üzerindeki hak iddiası ile ilgilidir.

Filistinlilerin tarihsel olarak çok büyük bir haksızlığa uğramış bir toplum olduğunu kabul etmek lazım. Filistinliler, Siyonistler karşısında tarihsel olarak örgütsüz oluşlarının, strateji geliştirememelerinin cezasını ödediler. Daha da önemlisi kendi seçkinlerinin kısa vadeli düşünme, aile çıkarlarını toplum çıkarlarının önüne koyma gibi bir lüksleri bence olmamalıydı ama Filistinli liderler çok kritik anlarda bu hataları yaptılar. Filistinlilerin dağınık oluşu, elitleri arasında mutabakat olmaması ve kıskançlık, Filistinlileri kaybetmeye mahkum etti.

Filistinliler bence Arap ülkeleri tarafından da ihanete uğramışlardır. 1947’de ABD’nin dayatması sonucu kıl payı üçte ikilik çoğunlukla BM genel kurulu tarihi Filistin toprağını İsrail-Filistin devletleri arasında altı parçaya bölüp iki devlet kurulması kararını vermişti. Fakat 1948’de yapılan ciddi savaş neticesinde İsrail, Arap ülkelerini yenmeyi becerdi, el altından yapılan antlaşmalarla Batı Şeria’yı Ürdünlüler ele geçirdiler, ardından da ilhak ettiler, Gazze Mısır’da kaldı.

Şimdi İsrail ve Filistin meselesinin çözümündeki zorluk iki toplumun bir arada yaşıyor olmasından dolayıdır. Aynı topraklar üzerinde hak iddia eden iki toplum gündelik hayatta çok karşılaşıyorlar. Bu kördüğüm nasıl çözülür, bu iki toplum birbirinden nasıl ayrılır meselesi şu an sürmekte olan Filistin-İsrail konuşmalarının en önemli unsurlarından bir tanesi.

İsraillilerin Filistinlilerle ilişkilerini sadece şiddete dayalı tahakküm şeklinde sürdürmeleri mümkün değil. Bunun farkında olduğu için Arafat, son şans olarak Oslo sürecine katıldı. 93 Oslo anlaşmasına göre1947-1948 döneminde mülteci olmuş Filistinliler, -hazmedilmesi zor bir durumdur ancak- koyunlarında sakladıkları anahtarlarını artık çöpe atmalıdırlar. 1967 göçmenlerinin bir kısmı ise yerlerine dönebilirler. Şimdi bütün bunlar içe sindirilse de sindirilmese de halledilebilecek şeylerdir. Fakat Kudüs öyle kolay halledilebilecek bir yer değil. Ben çok fazla dindar birisi değilim, öyle ruhumda güvercinler filan uçuşmaz ama 1986 yılında Kubbetüs-Sahra’ya girdiğimde oradaki dinsel yoğunluktan dolayı içim ürpermişti. Ben bile bu kadar etkileniyorsam dinsel duyguları çok güçlü olan o insanların bu konuda yoğun bir kıskançlık hissetmemeleri için hiçbir neden yok. Bu yüzden meselenin siyasi olmasından çok duygusal olduğunu düşünüyorum.

Bence Kudüs meselesinin çözümü, herkesin eşit derecede gayri memnun olacağı ve adil olmaya en yakın formülle gerçekleştirilmelidir. Bu da 1947’de Filistin-İsrail devletlerinin kurulmasını sağlayan BM kararına uygun bir şekilde Kudüs’ün uluslar arası bir kent haline getirilmesi ve burada dini grupların kendilerini ilgilendiren bölgeler üzerinde yönetim hakkına sahip olmalarıdır.

Not: Programın özeti, deşifre üzerinden yapılmıştır.

Hazırlayan: Dilek Karataş

 

Önceki Yazı

Siyasi Kriz

Sonraki Yazı

İsrail Filistin Sorunu ve Ortadoğu

Bunlar da ilginizi çekebilir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir