İLMÎ ve FİKRÎ BAŞARI
Gazzâlî, kendi döneminde revaçta olan dinî ve aklî ilimlerin tamamında ileri düzeyde birikim sahibi olmuş ve İslâm kültür tarihinde derin izler bırakmış müstesna ilim ve fikir adamlarından biri hatta birçok araştırmacıya göre birincisidir. Bu alanlarda çok sayıda ilmî ve fikrî eserler ortaya koymuş; nihayet bütün bu başarılarıyla gerek İslâm ilim tarihinde gerekse erken dönemlerden itibaren Batı dünyasında bitmeyen bir ilgiye mazhar olmuş; eserleri ve fikirleri her dönemde inceleme, araştırma ve tartışma konusu olmayı günümüze kadar sürdürmüştür.
Gazzâlî’nin Fıkıhtaki Yeri
Gazzâlî temel öğretimden sonraki tahsil hayatına fıkıhla başlamış; önce Tûs’ta er-Râzkânî’den, daha sonra Cürcan’da Ebû Nasr el-İsmâilî veya İsmâil b. Mes‘ade adlı bir âlimden fıkıh okumuş, ders notları tutmuştur. Bugün mevcut olmayan bu notlar, Gazzâlî’nin ilk kalem çalışması olarak kabul ediliyor. Hayatının ikinci devresinde, yani 478’den sonra el-Menhûl fî usûlü’l-fıkh’ı yazmış; İmâmü’l-Hare¬meyn’in vefatından sonra da fıkıh sahasındaki çalışmalarını el-Basît, el-Vasît ve el-Vecîz adlı telifleriyle sürdürmüştür. O’nun, usûl-i fıkıhta en meşhur çalışması hatatını son yıllarında yazdığı el-Mustasfâ min ilmi’l-usûl adlı eseridir.
Gazzâlî, döneminin iki temel dinî ilmi olan kelâm ve fıkıhta saygın bir yere sahip olmakla birlikte, genel olarak eserlerinde ele aldığı ilmî ve fikrî alanların temsilcileri hakkında güçlü bir zihniyet sorgulaması yapan kişiliğini bu iki alanda da ortaya koyarak fukaha ve kelâmcılara karşı ciddi eleştiriler yöneltmiştir.
İhyâ’da ilmin, insanın ruh ve ahlâk dünyası üzerinde tesir bırakmasının önemi üzerinde dururken, fıkhın furuunda ve usulünde temayüz etmelerine, bu alanlarda otorite olarak görülmelerine rağmen ruhlarını ahlâkî kötülüklerden arındıramamış bulunan bazı büyük âlimler ve fakihlerin varlığından yakınır. Gazzâlî’nin gözlemine göre döneminin kelâm ve fıkıh âlimleri, dinî düşünce, yaşayış ve ahlâk yönünden, İslâmiyet’in ilk zamanlarındaki içtenlik, dürüstlük ve faziletten uzaklaşmışlardı; onlar, sergiledikleri ustaca ama içtenlikten yoksun polemiklerle halkın ve siyasetçilerin gözüne girip itibar kazanmaya, çıkar sağlamaya çalışıyorlardı. Gazzâlî, İhyâu ‘ulûmi’d-dîn’in mukaddimesinde şöyle der:
“Peygamberlerin vârisleri olan âlimler din yolunun rehberleridir. Fakat gelin görün ki, zaman o nitelikteki âlimleri alıp götürdü; geriye sadece şekilci ulema kaldı. Onların çoğunu da şeytan kendine bağladı; hırsları onları saptırdı. Bunların her biri, kendini dünya menfaatlerine kaptırır oldu. Bu yüzden doğruyu eğri, eğriyi doğru görmeye başladılar. Nihayetinde gerçek dinî bilgi ortadan kalkmaya, yeryüzünde hidayetin feneri sönmeye yüz tuttu. Bu sözde âlimler halkta öyle bir kanaat uyandırdılar ki, artık insanlar ilmin, toplumdaki karışıklar yüzünden ortaya çıkan anlaşmazlıkları giderme hususunda hâkimlere yardımcı olmak üzere verilen fetvalar ile rakibini alt edip susturarak bununla itibar kazanma peşinde olanlara silah işlevi gören cedelden ve vâizlerin halkın gözünü boyamak için kullanacakları yaldızlı sözlerden ibaret olduğunu, bu üçünden başka ilim bulunmadığını düşünür oldular. Ahiret kurtuluşun yolunu gösteren ilme ve faziletli Selef âlimlerinin sahip olduğu, Allah’ın kitabında ‘fıkıh, hikmet, ilim, aydınlık (ziyâ), ışık (nûr), hidayet, rehber (rüşd)’ diye adlandırdığı bilgilere gelince, artık bunlar halk nezdinde bir kenara bırakıldı ve unutulup gitti.” Gazzâlî İhyâu ‘ulûmi’d-dîn’i unutulan bu gerçek ilmi yeniden canlandırmak için yazdığını belirtir.
Gazzâlî’nin burada değindiğimiz eleştirileri, asla onun fıkıh ilmini kötülediği anlamına gelmez. Eleştirilerinin hedefi, insanların din ve dünya ile ilgili görevlerini yerli yerince ifa etmeleri için muhtaç oldukları fıkıh ilmi değil, fıkhı sadece formel boyutuyla ele alıp dinin deruni ve ahlâkî boyutunu ihmal ettiklerini, benlik duygularının, itibar ve menfaat sağlama arzularının esiri olduklarını düşündüğü fukahanın dünyevileşmesidir. Gazzâlî bu durumun bie dönemden sonra âlimleri ilk müslümanların dinî dünyasındaki içten ve doğal dindarlıktan uzaklaştırdığını düşünüyordu. Ulemanın içine düştüğü bu durumun bizzat kendisini de kuşatmakta olduğunu farkettiği için itibarının zirvsinede olduğu bir dönemde Bağdat’ı terkederek yıllarca süren bir tür ruhsal hesaplaşma ve arınma devresi yaşamış; toplumda oluşan mânevi boşluğu doldurmak üzere İhyâ’yı da bu dönemde yazmıştır. Bu suretle deruni ve ahlâkî dindarlığın mahiyetini İhyâ’da ortaya koyan Gazzâlî şeklî ve amelî kısmını da fıkıh ve fıkıh usulüne dair eserlerinde işlemiştir. İleri düzeyde öğrenimine fıkıhla başlayan Gazzâlî’nin fıkıh alanında bir kısmını yukarıda zikrettiğimiz birçok eser telif etmesi, özellikle konuyla ilgili en önemli eseri olan el-Mustasfâ’yı hayatının sonlarına doğru yazmış olması onun fıkıh ilmine her zaman yüksek bir değer verdiğini gösterir.
Gazzâlî’nin fıkıh ilmiyle ilgili çalışmalarını üç kısımda değerlendirmek mümkündür:
a) Usûl-i fıkıh
Şâfiîlik metoduyla yazılan eserlerin en önemlileri, Mûtezilî olan Ebü’l-Hüseyin Muhammed b. Ali el-Basrî’nin (ö. 413/1022) el-Mu‘te¬med’i, İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî’nin (478/ 1085) Kitâbü’l-Burhân’ı ve Gazzâlî’nin el-Mustasfâ’sıdır. İbrahim Medkûr’a göre Gazzâlî el-Mustasfâ’daki mukaddimesiyle hukuk (fıkıh) ilminde Şâfiî metodolojisini tamamlamış; mantıkçı ve fıkıhçı olarak meseleleri tartışmaktaki maharetini göstermiş ve eserin bütününde hem hukukçu hem hukuk felsefecisi olduğunu isbat etmiştir.
b) Furû-ı fıkıh
Bu konudaki müstakil eserleri el-Basît, el-Vasît ve el-Vecîz ile yüz doksan mesele hakkındaki fetvalarını içeren el-Fetâvâ’dır. Sübkî’nin Tabakâtü’ş-Şâfiiyye’sinde de kendisine yöneltilen sorulara verdiği fetvalar kaydedilmiştir. Bir usûl kitabı olan Şifâü’l-galîl’de usûl konularını incelerken furû-ı fıkha giren birçok meseleye ve bunların hükümlerine dair örnekler vermiş; İhyâ’nın özellikle I. ve II. ciltlerinde çeşitli fıkhî meseleleri işlemiş ve gerektiğinde kendi görüş ve içtihadını ortaya koymuştur.
c) Hikmet-i teşrîiyye veya şerîatın esrarı
Gazzâlî başta İhyâ olmak üzere ilgili eserlerinde sadece fıkhî konularla ilgili formel bilgiler vermekle yetinmez; ayrıca emir ve yasakların neden konulduğunu, bizlere çeşitli yükümlülük ve sorumluluklar yüklenmesinin hikmetlerini, bunların dinî, ahlâkî ve insânî yönden taşıdığı anlam ve önemi de tam bir ilmî vukuf ve dînî duyarlılıkla anlatır.
Gazzâlî Şâfiî mezhebine mensuptur. Bu mezhep fakihlerinin derecelerine dair eserlerde Gazzâlî’nin müctehidler listesinde yer almadığı görülür. Ancak fıkhî meseleler hakkındaki açıklamalarına ve bazı fıkhî konularda Şafiî mezhebindeki hâkim kanaatlerden farklı görüş ve ictihadlar ortaya koymasına bakarak onu müctehid kabul eden Şâfiî âlimleri de vardır. Nitekim Başta el-Mustasfâ min ‘lmi’l-usûl ve Şifâü’l-galîl olmak üzere fıkıh usulü alanındaki eserlerinde onun bu müctehid kimliği açıkça görülür. Bazı modern fıkıh araştırmacılarının kanaati de bu yöndedir. Esasen anılan eserin girişinde Gazzâlî’nin ilimleri sırf naklî (dinî kaynaklı), sırf aklî ve hem aklî hem naklî şeklinde üç gruba ayırarak fıkıh ve fıkıh usulünü üçüncü kategoride gömesi, bu alanlarda akla ve dolayısıyla ictihada verdiği öneme işaret eder. Gazzâlî, fıkıh ilminin ne sırf aklî aklî bir tasarruf olduğunu ne de sırf aklın şahitliğini dışta bırakacak şekilde taklide dayandığını; aksine eşit derecede hem dinden (şer‘) hem de akıldan yararlandığını belirtir. Bu sebeple fıkıh ilminde yetkin olanları “âlimler içinde en üst makamda bulunanlar, onların en şereflileri, izleyenleri ve destekçileri en çok olanlar” diye niteler. Bizzat kendisinin de gençlik yıllarından itibaren bu alanla meşgul olduğunu ve bu ilimde gerek usûle gerekse furûa dair birçok kitap yazdığını ifade eder. Buna rağmen, görüldüğü kadarıyla, Gazzâlî’nin kelâm, felsefe, mantık gibi aklî ilimlerle tasavvuftaki dirayet ve şöhreti, onun fıkıhtaki yetkinliğinin layıkıyla görülmesi ve değerlendirilmesini belli ölçüde sınırlamıştır.
Gazzâlî yukarıdaki sınıflandırmada üçüncü sırada zikrettiği hem akla hem nakle dayanan ilimleri “ilimlerin en şereflisi” sayar, fıkıh ve fıkıh usulünü bu ilimlere dâhil eder. Kuşkusuz fıkhın bu önemi dinî ve dünyevî hayata ilişkin amelî kuralları ve bunların ilkelerini belirleyen bilgi alanı olmasından ileri gelir. Gazzâlî fıkhı, “yükümlülük şartlarını taşıyanların eylemleri hakkında konulmuş olan şer’î hükümlerin bilgisi” şeklinde tanımlar. Buna göre insanî eylemler için konulmuş şer’î hükümleri bilenlere fakîh denir. Usûl-i fıkıh ise bu hükümlerin dayanağı olan deliller ile bunların hükümlere delâlet şekillerini toplu olarak tanımayı sağlayan disiplindir.
{jcomments on}