Muhafazakarlık

Hazırlayan: Yorum yapılmamış Paylaş:

Bekir Berat Özipek

5 Mayıs 2012

       Giriş

Bu çalışma, bir siyaset teorisi olarak muhafazakâr teoriyi kurucu unsurları ve beslendiği kaynakları ile ele alırken aynı zamanda günümüzdeki diğer yaklaşımlarla (modernite, post modernite, liberalizm) ilişkisini de araştırarak okuyucuya geniş bir perspektif sunmaktadır.

“Muhafazakârlık Batı tarihinde zengin bir felsefi miras taşıyıcısı olan ciddi bir geleneğini, modern zamanların hem bir parçası hem muhalifi olan kapsamlı bir doktrini ve içinde yaşadığımız tarih dönemine damgasını vuran bir siyasi ideolojiyi ifade etmektedir.” Ancak muhafazakârlık tutuculukla özdeşleştirildikçe gelişmenin önünde engel gibi algılanmaktadır.

Kavramın tarihçesini Ortaçağa ya da Antik Yunan’a götürmek mümkünse de muhafazakâr söylemin yükselişi 19. yüzyıla rastlamaktadır. Bu yüzyılı farklı kılan ayırıcı unsur ise 19. yüzyılın “Akıl Çağı” olarak adlandırılmasında saklıdır. Hümanizmin merkeze koyduğu, Descartes’in “kurucu özne” olarak belirlediği Aydınlanma dönemi insanının devrimci dönüşüm projelerine karşı, evrimci veya tedrici değişimi savunan zihniyet muhafazakâr düşüncenin omurgasını oluşturmuştur. Muhafazakârlığın felsefi öncüllerini ”akıl”, “toplum” ve “siyaset” kavramları oluşturmaktadır.

Muhafazakârlığın iki ana biçiminden söz etmek mümkündür: Kıta Avrupası geleneği ve Aglo-Amerikan düşünce geleneği. İlki Kıta Avrupası akılcı devrimci geleneği içinde yer alan kolektivist ancak rasyonalizm eleştirisini de saklı tutan bütüncül bir muhafazakârlık anlayışıdır, diğeri ise ampirist, evrimci ve nispeten bireyci bir düşünce geleneğinden gelen Anglo-Amerikan muhafazakârlığıdır.

Muhafazakârlık “ontolojik bakımdan insanın sınırlı bir varlık olduğunu, onun akıl kapasitesinin evreni ve insanlığı anlayamayacağını, insan aklının bunu başarabileceğine ilişkin Aydınlanma iyimserliğinin tersine aklın, bu kurumların ve değerlerin “yardımından” bağımsız kaldığında gerçek bilgiye ulaşamayacağını öngörür.”

Muhafazakârlığın ikinci kabulü gelenekten, tarihten, dinden ve tecrübeden bağımsız olarak ideal bir toplum oluşturulamayacağına ilişkindir.

Bu çalışmada muhafazakârlık, akıl, toplum ve siyasetle ilişkileri üzerinden betimlenmektedir.

I.Bölüm/ Muhafazakâr Akıl

Muhafazakârlığın ortaya çıkışındaki değer ve ilkeleri analiz ederken tarihsel olarak Fransız Devriminin getirdiği siyasal kopuşun ve Aydınlanmanın getirdiği felsefi kopuşun önemine dikkat çekmek gerekir. 18. yüzyıl Avrupa’sında dünya tarihine yön verecek olan zihinsel dönüşümün ve felsefi kopuşun merkezinde Aydınlanma aklı yer almaktadır.

Aydınlanma çağı filozofları, kökleri Antik Yunan’a kadar giden, Platon’un, Aristo’nun dile getirdiği mükemmelleşebilirlik anlayışına ilerleme kavramının da eklenmesiyle yeni bir anlam verdiler; bu bireysel ve toplumsal olarak insanın fiziksel, zihinsel ve ahlaki mükemmelliğe doğru sonsuz ilerleme kapasitesine duyulan inançtı. Aydınlanma aklı, aklın aşkın boyutunu tanımamış ve aklı varlıktan ayırarak yalnızca özne olarak insana hasretmiştir. Var olanla uyumu temel alan bu öznel akıl, uzlaşma adına tin ile doğayı, felsefe ile metafiziği birbirinden ayırmıştır. Kartezyen aklı tahtından indiren bu kavrayışın siyasal anlamlarından en önemlisi Aydınlanmanın getirdiği sekülerizm oldu.

Muhafazakâr akıl da liberalizm gibi Aydınlanma dönemi çalkantı ve istikrarsızlıklarının kriz zemininde yeşerdi. Muhafazakârlık sıkça Aydınlanmanın düşmanı olarak sunulsa dahi başta David Hume olmak üzere bu iki geleneğin ortak zeminini ifade eden düşünürler de ortaya çıktı.

Kökleri Antik Yunan’a kadar dayanan Muhafazakâr aklın eleştiri nesnesi Aydınlanma rasyonalizmi oldu. 18. Yüzyıl İngiltere’sinde Aydınlanmanın getirdiği materyalist ve ateist saldırılara karşı, dinin rasyonel bir savunusunun olamayacağını dile getiren Evanjelikanizm, Wesleyanism gibi dini akımlar sahneye çıktı. Ancak muhafazakâr düşünceyi ileriye taşıyan kol, dini muhafazakârlık adına Aydınlanmayı topyekün reddeden din adamları arasından çıkmadı, ikinci ana akım muhafazakârlık (Burke’çü muhafazakârlık ) katı ve uzlaşmaz monarşist çizginin aksine güçlü, yaşayan bir muhafazakârlığı savundular, akılcı olmaktan çok makul olmayı temsil ettiler. Bu grubun temsilcileri arasında Tocqueville, Churchill, Hume, Montesquieu gibi isimler bulunmaktadır. İskoç Aydınlanmasının mimarı olan Hume, ahlakı ve toplumsal kurumları, salt akıl temelinde eleştirmek isteyen aşırı soyut düşünme tarzına karşı toplumu savunmuştur.

Muhafazakârlık, Aydınlanmanın insana biçtiği mükemmelleşebilirlilk rolüne karşı, insan aklı ve doğasına ilişkin karamsar bir felsefi ve dini zeminden hareket eder. Bununla birlikte muhafazakâr düşünce nesnel bir aklın varlığını yadsımaz. Fransa Devrimi sonrasında yaşanan Jakoben terörü eleştiren Edmond Burke, örf, adet ve deneyimde somutlaşan bilgeliğin altını çizer, bilinen gerçeklere dayandırılarak çıkarılan sonuç ve önyargıların toplumu yıkımdan koruyan kolektif bilgelik olduğunu söyler. Gadamer’e göre de Aydınlanmanın tüm önyargıları gayrimeşru kılışı ”önyargıya karşı önyargı”dır. Muhafazakâr akıl, geleneğin akıl aracılığıyla keşfine müracaat etmek demektir. Gadamer, Aydınlanma aklını “ bütünüyle tarih dışı bir akıl anlayışı” olarak nitelerken, Oakshott da uygulama içinde barınan “pratik bilgi”yi bilgi saymayan rasyonalist düşünceyi eleştirir.

Aydınlanma Çağı’nın Descartes’de somutlaşan felsefi dönüşümüne alternatif felsefi geleneği savunan ilk düşünürlerden biri olan ve yeni bir beşeri bilimler kuramı ifade eden kişi Vico olmuştur. Vico “akıl adına muhayyilenin tard edilemeyeceğini “ savunur ve tarihi, şiiri, mitosu ve diğer muhayyile kalıplarını yaratan “şuur”a yer açar. Bacon ve Descartes’ da akla ve bilime inanç septisizme dönüşmüş, Hume ve Kant’ın felsefi sorgulamaları sonrasında aklın felsefi sorunları çöze bilirliğine ilişkin Kant ‘ın kuşkuculuğu ortaya çıkmış ve onu izleyen Nietzsche, ahlaki ve siyasi değerler için bir temel oluşturma çabasında aklın kesin sınırlarını ifade etmiştir. Lyotard, Foucault gibi postmodern düşünürler de modernlerin aklı etik, siyaset ve felsefe için bir temel olarak kullanmasını eleştirmişlerdir. Sonuç olarak Muhafazakâr akla dayanılarak yapılan siyaset artık çok destek bulmaktadır.

 

  1. Bölüm/ Muhafazakârlığın Toplumu

Muhafazakâr düşüncede birey tek başına yeterli bir varlık değildir, muhafazakârlığın bireyi ne liberalizminki gibi kendinden hareketle bir ideoloji inşa edileceği özerk bir varlık, ne de sosyalizminki gibi ancak ait olduğu kollektif varlığın veya üretimde ifadesini bulan “nesnel koşulların” bir belirlenimidir. Muhafazakârlığın temel ontolojik varlık olarak kabul ettiği “ben(self)”, bireyin maddi ve psikolojik boyutlarının ötesinde metafizik boyutuna da işaret eder.

Muhafazakârlığın toplum anlayışı geçmişten geleceğe uzanan ve şimdiki zamanı da içine alan dinamik bir “bütün” dür. Liberallerin düşündüğü gibi rasyonel bireyler tarafından kurcalanarak yeniden inşa edilecek bir makine değil, “yaşayan bir organizma”dır.   Çağdaş muhafazakâr yazarlardan Oakeshott muhafazakâr toplum kavrayışını “sivil birlik” kavramı ile kavramsallaştırır.

Muhafazakâr anlayışa göre toplum, çeşitli kurumlar ve normlar bütünüdür ki bunlar tarihsel gelişimin ürünleridir. Sadece siyasetin ya da yasaların belirlediği normlar değil, din, adet, gelenek gibi kurumların ürettiği normlar da bağlayıcıdır. Her toplumun kendi deneyiminin belirlediği bir “normlar bütünü” vardır ve modernizmin küçümsediğinin aksine muhafazakârlık bir normlar çoğulculuğuna dayanır. Ancak bu normların hala sürebilmesi onların bugün de şanlı bir değer ifade etmesi, ona bağlıların sadakatini içermesi ve kaynaklandığı fiilden daha uzun olması şartlarına bağlıdır ki bu ölçütler muhafazakâr düşüncenin, eleştirilen olumsuz geleneksel normlar için “korunmaya layık” olup olmama noktasındaki kriterleridir.

Muhafazakârlığın toplum kavrayışında geleneğe yapılan ısrarlı vurgu, onun değişime karşı bir ideoloji olarak anlaşılmasına neden olur. Muhafazakârlığın, toplumu bir organizma olarak nitelendirmesi onun değişimi yavaş ve ılımlı bir değişim olarak kabul ettiğini gösterir. Yani muhafazakârlar toplumun evrimci bir süreç içinde geliştiğini kabul ederler ancak değişim temel yapının korunması ve değişecek parçaların bu yapıya uyumlu biçimde üretilmesini talep ederler. Devrime kategorik olarak karşıdırlar.

Muhafazakârlığın toplumsal düzen ve istikrara verdiği önem, bu ideolojinin otoriteye yüklediği geniş anlamı da beraberinde getirir. Muhafazakârlık, siyasal otoriteyi aşan ve bireye davranışlarında itaat etmesi gereken ahlaki kodların çerçevesini veren dini veya dini olmayan üstün bir buyurma gücünün belirleyiciliğini öngörür. Bu çerçevede “liderlik ve disiplin”e özel önem atfedilir.

Muhafazakârlıkta “özgürlük” kavrayışı liberalizm ve sosyalizmin “pozitif” ya da “negatif” özgürlük ikilemiyle açıklanamaz. Muhafazakâr özgürlük, her toplumun kendi tecrübelerini yansıtan bir özgürlüktür, özgürlük tarihsel ve toplumsal koşullardan bağımsız düşünülemez. Otoritenin muhafazakârlıktaki merkezi yeri, bir değer olarak özgürlüğü yerinden etmez. Ancak bu özgürlükler soyut değil somut hak taleplerini içermelidir ve bu özgürlükler sadece yasal, siyasal değil, geleneksel, dini vs. normlar bütünü içerisinde anlaşılmalıdır.

 

III. Bölüm/ Muhafazakârlığın Siyaseti

Muhafazakârlar açısından Aydınlanma aklı ve onun ürünü olan rasyonalist siyaset dünyayı yıkıma uğratan bir felaketi getirdi. Yirminci yüzyılın totalitarizmi, 1917 Ekim Devrimi’nin yarattığı hayal kırıklığı muhafazakârlığı, liberalizm ve sosyalizmin yanı sıra yüzyıla damgasını vuran üçüncü bir siyasal doktrin haline getirdi.

Rasyonalist felsefenin ütopyacı mükemmelleştirme ideali, modern devletin gelişimiyle paralel olarak insan aklına ve onun ürettiği teknolojiye egemenlik alanı açmıştır. 20. yüzyılın baskın ideolojileri; Komünizm, faşizm, sosyalizm, pragmatizm ve kolektivist liberallerin ideolojisi refah devletçilik bu ütopyacı tutumun en son aldığı biçimlerdir. Rasyonalist politikalar mükemmeliyet ve tek biçimlilik içerir ve rasyonalist siyasetçi kendini mühendis olarak görür. Akıl ideal dünyayı yaratmak için araç ve nihai otoritedir.

Muhafazakâr yaklaşım, siyaseti sınırlı bir etkinlik alanı olarak algılamıştır. İnsanın mükemmel olmayışı aşırı iddialı siyaset biçimlerine karşı olmayı getirir. Ancak muhafazakârlığın soyutlamalara dayalı bir siyaset anlayışının olmaması, siyasetin basite indirgenerek amaç ve araçlardan oluşan pragmatik bir teknik olarak görülmesini getirmemelidir. Bugün Amerikan muhafazakârlığına egemen olan pragmatizm, muhafazakârlığın temsilcisi Burke’ün “siyaseti yüce bir yasaya, ‘insan eliyle yapılmış olmayan’ bir yasaya tabi olması gerektiği fikri” ile ters düşmektedir. Muhafazakâr siyasetin, ilkeli ama sınırlı oluşu siyasal yönetimin toplumdan topluma değişebilen ilkelerle uyumlu olması demektir. Yine Burke’ün ifadesiyle siyaset, reel, toplumsal çeşitlilik içinde bir uzlaşmayı ifade etmektedir. Toplumun kendiliğinden doğan düzen’ine müdahale anlamında bir siyasal erki dışlayan muhafazakârlığın, anlaşılması en güç argümanı onun teoriyi reddeden bir teori oluşudur. Bütün teorilere uzak bakmış olmakla birlikte Burke’ün temel doktrini “Tabiatın belirli, istikrarlı bir nizamı olduğu ve bu nedenle siyasetin keşfedilebilir yasalara tabi olduğu” idi. Bu çerçevede muhafazakâr siyaset bir yandan insanın doğası gereği yetkin olmayışıyla hükümetin gerekliliğini savunur, diğer yandan devletin meşruluğunu toplumsal yapıya göstermesi gereken saygıya bağlar.

Muhafazakârlık bir siyasal ideoloji olarak ‘otorite’ye verdiği önemle, bireysel özgürler karşısında demokrasiyi güçleştiren bazı özellikler barındırmaktadır. Muhafazakârlığın toplumsal ortaklıklara verdiği önem ise demokrasiyi destekleyen boyutu oluşturur. Muhafazakârlığın insanın mükemmelleştirilemeyen bir varlık olduğu ön kabulü ve iyi yönetimi kendi kendisini yönetimle özdeşleştiren ve mükemmelleşme ideali barındıran demokrasi anlayışları demokrasiyi daraltıcı işlev görebilirler. Kültürel farklılıklara ve her toplumun kendine özgü kurallarına saygı ilkesiyle muhafazakâr siyaset liberalizm ve sosyalizmden daha “demokrat” bir perspektifi temsil ettiği tezi de, muhafazakârlığın içinde barındırdığı mutlak fikirlere olan inancın onları otoriteryanizme götürebileceği tezi de aynı ölçüde tartışılabilir.

Günümüzde kısaca “klasik muhafazakârlık” ve “liberal muhafazakârlık” biçiminde sınıflanabilecek iki ana muhafazakârlıktan söz etmek mümkündür. Muhafazakârlık ve liberalizm, her ikisi de totaliter devlete, kollektivizme, radikal ütopyacılığa, kurucu rasyonalizme ve bunları az çok barındırdığını düşündüğü sosyalizme ve faşizme karşı çıkmıştır. Her ikisi de serbest piyasayı, özel mülkiyeti ve sınırlı devleti savunmuşlar; ancak muhafazakârlık bu mekanizmaları bireyin özgürlüğü için değil, bu yasaları toplumun geleneksel yasalarıyla uyumlu bulduğu için savunmuştur. Neo muhafazakârlık ise kapitalizmi meşrulaştırırken bunu, bireye maksimum özgürlüğü sağlayan liberal gerekçelerle değil, kurumları destekleme argümanıyla yapmaktadır.

Muhafazakârların haklar ve özgürlükler alanında sol ve liberal kesime karşı verdiği mücadele muhafazakâr akıl ve toplum anlayışının sonucu olarak görülebilir. Ancak muhafazakârlığın başta din olmak üzere insan ve toplum konusundaki duyarlılıkları azalmış, sekülerleşmeye paralel olarak dine ilişkin taleplerinden vazgeçen neo muhafazakârlık ise kollektif bir kimlik olarak dinin yerine milliyetçiliğin geçmesiyle yeni çatışma alanları edinmiştir. Bu bağlamda neo muhafazakârlığın saldırgan politikalarının örneklerini Amerikan dış politikası vermektedir. Neo muhafazakârlık böylelikle farklı kültürlerden olana müdahaledeki geleneksel çekingenliğinden uzaklaşmıştır.

 

  1. Bölüm/ Akıl ve Muhafazakârlığın Geleceği

Muhafazakâr söylemin yükselen egemenliği aynı zamanda Aydınlanma ile sürdürülen felsefi mücadelenin de zaferi anlamına gelmemektedir. Zira 21. yüzyılda yükselen aslında yine Aydınlanma zihniyetidir. Aydınlanmanın ürünü olan bir dünyada statükoyu savunmak, aynı zamanda Aydınlanmaya teslim olmak anlamına gelmez mi?

Aydınlanmaya karşı verilen mücadelede benzer bir çizgide yer alsalar da, çoğulculuk, toplumsal kurumlara verilen değer, yerleşik kuralların sorgulanışı gibi konular, muhafazakârlığın post modernizmle çatışma alanları olarak sayılabilir.

Önümüzdeki süreçte muhafazakârlığın ciddi bir iç tartışma yaşayacağı söylenebilir. Muhafazakârlık ve liberalizm ortak felsefi köklerden gelse de “Protestan ahlakının” yerini ” tüketim ahlakının” aldığı bu yüzyılda iki düşünce geleneğinin farklılıkları belirginleşmiştir. Anthony Giddens’e göre, tanımı gereği radikal değişimlere karşı olan muhafazakârlık, bu koşullarda hem yeni bir radikalizmin, hem de yeni bir ütopyacı düşüncenin taşıyıcısı olacak hareketlerin oluşturulması bakımından önemlidir. Frankfurt okulunun kavramlarıyla ifade edilecek olursa “eleştirel idealleri” canlı tutarak, var olanı olumsuzlayabileceğimiz negatif bir zemin sağlamak muhafazakârlığın kendisini Aydınlanma aklının dışında tutarak sorgulayabilme potansiyelinde saklıdır.

Hazırlayan: Fatma Topçu

Not: Bu metin Bekir Berat Özipek’in Muhafazakarlık adlı kitabından özet olarak hazırlanmıştır.

 

 

 

 

 

Önceki Yazı

Kürt Meselesi ve Açılım Süreci

Sonraki Yazı

İntihar, Bağımlılık ve Manevi Danışmanlık

Bunlar da ilginizi çekebilir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir