OSMANLIDAN GÜNÜMÜZE KADIN HAREKETİ
-III-
Prof. Dr. Ömer Çaha / 6 Kasım 2010
Bu hafta Cumhuriyet dönemi kadın politikalarına bakacağız. Ana hatları ile nasıl bir kadın kimliği tasavvuru söz konusu olmuştur. Bunun üzerinde duracağız. Öncelikle Cumhuriyet’in temel modernleşme anlayışı üzerinde biraz durmak lazım. Çünkü kadın politikasının da büyük ölçüde onunla bağlantısı var.
Modernleşme tasavvuru içinde kadına bir rol biçiliyor. Bildiğiniz üzere Cumhuriyet’in temel hedefi muasır medeniyetler içinde yer almak. Tabi bu öteden beri Osmanlıda da devam ede gelen bir hedefti. Yani Osmanlıda 19.yy boyunca modernleşmeden anlaşılan şey Batı seviyesine çıkmak ve batı ailesinde yer almaktı. Dolayısıyla batıdan yoğun bir şekilde iktibaslar olmuştur. 1839 Tanzimat Fermanı’ndan itibaren Avrupa’dan çok yoğun olarak kanuni iktibaslar yapılmıştır Şu söylenebilir Cumhuriyet Dönemi’nde alınan kanunlardan çok daha fazlası alınmıştır. Eğitim kanunu alınmıştır ama onun üzerine bir takım değişiklikler yapılarak kendi bünyesine adapte edilmeye çalışılmıştır.
Ticaret kanunu alınıyor, yine ceza muhakemeleri usulü kanunu alınmıştır. Biliyorsunuz Osmanlı’da son iki yüzyılda mahkemelerde ikili sistemi gelişiyor; bunlar Nizamiye Mahkemeleri ve Şer’iye Mahkemeleri’dir. Kamu davalarına daha çok Nizamiye Mahkemeleri bakıyor onun hukuksal alt yapısını temin etmek üzere batıdan kanunlar iktibas ediliyor.
1876 Kanuni Esasi mesela Belçika Anayasası’dır alınıyor ve tercüme ediliyor bazı maddeleri bize uyarlanıyor ve uygulamaya geçiliyor. Dolayısı ile buradan hareketle şunları söyleyebiliriz. Cumhuriyet aslında bu modernleşme anlayışını takip etti ama daha radikal adımlarla.
Osmanlı Modernleşmesi daha sağlıklı bir modernleşmedir. Batıdaki gelişen değerleri alıyor modernleşme adına fakat bir taraftan kendi değerlerini koruyor yani ikisi arasında bir sentez yapıyor, harmanlıyor kendi bünyesine o şekilde aktarıyor. Cumhuriyet Dönemine geldiğimizde ise cumhuriyet geçmişin üstünü yani bize ait olanların üstünü büyük ölçüde siliyor.
Ziya Gökalp’in önerdiği üçlü bir model var; asrileşme, Türkleşme, İslamlaşma. Üç tane sacayak üzerine bina edilecek bir şey öneriyor. Ama buradan zaman içerisinde İslamlaşma ve Türkleşmek gidiyor asrileşme ayağı kalıyor. Mesela yerli müzik yasaklanıyor çünkü halk tasavvuru da değişiyor. En önemli proje de yeni bir ulus yaratmaktır. Almanlar için derler ki devletini arayan millet Türkler için de derler ki milletini arayan devlet. Yani devlet süreklilik arz ediyor her devre de kendine uygun bir millet meydana getiriyor. Cumhuriyet’inde böyle bir millet tasavvuru söz konusu. Osmanlıda millet sistemi var çok dilli çok dinli çok kültürlü bir milletler mozaiği söz konusu ama Cumhuriyet bunu teke indirme çabası içinde oluyor. Esas itibariyle gerek kadınla gerekse toplumla ilgili sorunların kaynağı büyük ölçüde budur. Cumhuriyet buradan hareketle ideal bir toplum ideal bir millet modeli geliştiriyor ideal tip geliştiriyor. Ve bu ideal tip üzerinden de toplumu dönüştürmeyi düşünüyor. Yani herkesin bu ideal tipe uymasını sağlıyor. Bu ideal tipe uyanlar muteber vatandaş uymayanlar da Haso, Memo.
1930’larda Antalya CHP İl Teşkilatı, Konya halkına denize girebilecekleri piknik gibi bir gezi düzenliyor. Otobüslerle Antalya’ya gidiyorlar ertesi gün gazete manşet atıyor; “halk plajları doldurdu vatandaş denize giremedi”. Aslında bugünkü tartışmaların büyük ölçüde bununla bağlantılı olduğunu düşünmek mümkündür. Bir ideal tipe uygun dönüşen değişen vatandaş tipi var bir de bunun dışında kalan cahil cühela kitlesi “halk” var. CHP’nin ilkelerinden birisi halkçılık olmakla beraber aslında halk bu ideal tipin dışında kalan pejmürde, geri kalmış, göbeğini kaşıyan bir tip. Bu düşünce hep böyle devam ede gelmiştir.
Başörtüsü etrafında dönüp dolaşan tartışmalarında bununla alakası var. Çünkü başörtüsü halka ait olan bir şey, geleneksel sembol olarak ona ait olan bir şeydir. Vatandaş olan kurtulmuş olandır, modernleşmiş olandır, aydınlanmış olandır. Dolayısı ile bütün o geleneksel formlardan normlardan silinmiş olandır. O bakımdan hala o değerleri taşıyorsa daha vatandaş olamamış hidayete erememiştir. Ve esasında tam da bunun üzerine bir kamusal alan özel alan tasavvuru söz konusu oluyor. Yani bu ideal tip üzerinden ideolojik kamusal alan formüle ediliyor. Ve bu ideoloji kamusal alanın da kapsamı çok geniş tutuluyor. Yani bu günkü tartışmalarda deniyor ki devletin olduğu yer kamusal alandır ama 1920’lerde 1930’larda devletin olduğu her yer kamusal alandır yani şehirler kamusal alandır. Ankara mesela kamusal alandır ve Ankara ya 1930’larda köylüler sokulmamıştır. Âşık Veysel bir Atatürk hayranıdır. Ankara’ya geliyor ve köylü diye elbiseleri yırtık diye Âşık Veysel’i Ankara’ya sokmuyorlar. Bunu Deniz Baykal iki yıl önce itiraf etti ve bizim CHP olarak bundan kurtulmamız lazım dedi. Ama ne kadar kurtuldular maalesef ortada.
Cumhuriyet tam da bu dönemde kadına bir misyon yüklüyor. Yani yeni bir ulusun yaratılmasında yeni ulusun geliştirilmesinde, rejimin oturtulmasında, değerlerin topluma yaygınlaştırılmasında kadına misyon yüklüyor. Dolayısı ile Cumhuriyetin kadın tipine baktığımız zaman kadın sadece kadın değildir. Cumhuriyetin kadın modelinde “kadın” kadından başka bir şeydir o aynı zamanda politik figürdür. Bunu biraz açarsak üç tane şey önemlidir. Cumhuriyetin kadınla ilgili politikalarında kadına ulusu doğuran ve eğiten bir misyon yüklenmiştir. Bu bütün kurtuluş hareketini gerçekleştirmiş olan üçüncü dünya ülkelerinde ve devrimci toplumlarda kadına yüklenen bir misyondur. Kadın ulusun anasıdır. Ulusu doğurur ve aynı zamanda ana gibi eğitir. Bolşeviklerde de böyle olmuştu üçüncü dünya ülkelerinde de böyle olmuştu. Türkiye’de de böyle olmuştur.
Geçen hafta söylemiştik doğum evelerinin duvarına Atatürk’ün sözleri asılmıştır; “kadının temel vazifesi analıktır” diye. Ama bu analık böyle doğal analık değildir. çünkü kadın ulusu için analık yapmalıdır.
Nüfus mübadelesi ile beraber topraklarımıza önemli bir nüfus gelmiştir. Geniş bir vatan var o vatan üzerinde insana ihtiyaç var. Yani şöyle düşünün Cumhuriyet kurulduğunda nüfusumuz 11 milyondu. Bu gün 70 milyon ve sınırlar aynıdır. Yani 11 milyonun bu toprak parçasına ne kadar az geldiğini düşünmek mümkündür. Dolayısı ile nüfusun çoğalması gerekiyor. Bu anlamda bu görev de tabiî ki kadınındır.
Hocam Bolşevik kadın modeli ile cumhuriyet anne- kadın modeli çelişmiyor mu?
Orada biraz daha farklı Bolşevik kadın modelinde kadın militanlaştırılmıştır. Bizde de Ankaralı Selam modeli var, Bolşevik kadın modeline yakın. Bu kadın tüm kadınsı özelliklerinden sıyrılmış, aynı zamanda aile bağları zayıf, geleneksel normlardan sıyrılmıştır. Kamusal alanda politik bir militana dönüşmüştür. Böyle bir kadın modeli ile burada bir özdeşlik söz konusu. Ama bizde aynı zamanda ulusu çoğaltması ve eğitmesi misyonu yüklüdür.
Öğretmenlik bu bağlamda çok önemlidir. Yani kadın bir öğretmendir öğretmenlik kutsal bir meslektir bu anlamda. Aslında öğretmenlik kutsal değildir yani sürücü kursunda eğitmenlik kutsal mı yani onun kutsal bir görevi yok ya da köyde Ahmet Efendi tarım eğitimi veriyor bunun bir kutsallık tarafı yoktur. Bilginin kendisinin kutsal bir tarafı yok bilgi değişen bir şeydir. Özellikle seküler dünyevi bilgi değişken bir şeydir onun üzerinden bir kutsallık öğretmek nereden bakarsanız bakın farklı bir şey. O misyonla ilgili bir şeydir. Onun için birinci dönem Cumhuriyet döneminde kadın öğretmen olabildiğince önemlidir. Yani Atatürk kiminle konuşmuş ise kız çocuk öğrencilerini öğretmen olmaya sevk etmiştir. Kızlarından biri Afet İnan öğretmendir ve özellikle öğretmen olarak yetiştirilmiştir. Çünkü ulusu eğitmesi gereken kadınlardır. Atatürk diyor ki; erkekler geliyor onu biz eğitiyoruz ama kadınlara ulaşamıyoruz onları da siz eğitin. Okullarda eğitimle ulusu eğitme görevi büyük ölçüde kadınlara verilmiştir. Kadının böyle de bir misyonu var. Bu da aslında sadece bizde olan bir şey değil. Kürt kadın hareketinde “Tanrıça Kadın” imajı var. Mesela Cumartesi Anneleri, Barış Anneleri söylemi biraz bununla bağlantılıdır. Kürt Kadın Hareketi ile ilgili dergileri okuduğumda hakikaten çok şaşırmıştım feminist ama analığı seviyor çünkü Kürt ulusunun, milletinin, halkının devamını sürdüren bir aktördür kadın. Onun için doğum kontrolüne çok şiddetle karşı çıkarlar ve eğitime de karşıdırlar modern eğitime de karşıdırlar. Orada yapılan ÇATOM’lar ve onların verdiği eğitim faaliyetlerini kesinlikle kabul etmiyorlar. Erkeklerin askerlikle, ticaretle, eğitimle zaten asimile olduklarını düşünüyorlar. Elimizde sadece kadın kaldı kadını da elimizden çekip alıyorlar diye düşünüyorlar.
Doğu – Güneydoğu bölgesinde devlet ve sivil toplum kuruluşları eliyle yaygınlaştırılan ÇATOM’lar var. Buralarda kadınlara çok yönlü eğitimler veriliyor. Ama bu eğitimlerin kadınları asimile edeceğini düşünüyorlar. Doğum kontrolünün özellikle ideolojik bir şey olduğunu düşünüyorlar ve buna ana rahminde soykırım diyorlar. Dolayısıyla ÇATOM’lara ve devletin politikalarına kadınlık üzerinden devam edecek olan bir neslin devamını kesintiye uğratmak istiyorlar düşüncesi ile yaklaşıyorlar. Ve buradan hareketle “analığı” çok kutsallaştırıyor, mitleştiriyor ve adeta tanrıçalaştırıyorlar. Onlar için kadın doğuran bir tanrıçadır.
Burada da aynı anlayış söz konusudur. Bizim 1960’lara kadar nüfus artışına ihtiyacımız var ve devletin politikası nüfus artmasıdır. 1960’larda nüfus beklentilerin üstünde olunca da nüfus planlaması ile ilgili önlemler geliştiriliyor. Kadına yüklenen ikinci misyon medeniyetin değişim faktörüdür. Kadın bir medeniyet değişim kulvarı olarak algılanıyor. Ve hatta İslam medeniyetinden Latin medeniyetine geçişin aracı olarak telakki ediliyor. Tam da ‘biz kadın üzerinden modernleştik’ söylemi geliştiriliyor. Bu yeni değil Osmanlı’dan beri devam eden modernleşme anlayışıdır. Ama burada özellikle kendisini Osmanlı’dan ayırt etmek için kadının kamusal alanda daha yoğun bir şekilde ve örtüsünden kurtulmuş olarak dönüşmesi gerekiyor. Yani tamda Avrupalı kız öğrenci tarzında bir kız öğrencinin ya da kamuda çalışan bir bayan tarzında bir bayan modelinin kamuya sürülerek batıya mesaj verilmesidir. Onun için Cumhuriyet’in gerekleri budur. Yani Cumhuriyet’in ilk kuşak öğrencilerinden bir tanesi Hamide Topçuoğlu’ndan bir alıntı onu size okumak istiyorum. Şöyle diyor “ biz hakikaten ayrıcalıklı idik yani o küçük dünyamızda ‘kız öğrenci’ olmak gibi itibar fazlalığımız vardı. Bütün büyükler erkeklere göstermedikleri bir takdir fazlasını bize ayırıyorlardı. Kadınların, kamu hayatına sosyal ilişkileri tam bir yetkinlik ve kişilik özgürlüğü içinde katılmasını amaç edinen Cumhuriyet’in öncüleri biz idik. Hatta ilk öncüleri idik de diyebilirim çünkü bizden önceki kuşak Cumhuriyet’ten önce okula gitmiş idi. Görüyor musunuz bizim sınıfın imtiyazlarını.”
1921’de Cumhuriyet’ten önce karma eğitime geçildi. 1914’te kadınlar üniversiteye girmeye başladı. Dolayısıyla okullu kadın yaygın olarak Osmanlı da gelişti zaten. Ama Cumhuriyet’in okullaştırma kapsamında ilk kuşak cumhuriyet kadını olmak Cumhuriyet’in gönderdiği okullara gönderdiği kız çocuğu olmak imtiyazını işte burada görüyoruz. Dolayısıyla bunun üzerinden bizim medenileştiğimize ilişkin bir mesaj verilmiştir. Kadına yüklenen ikinci misyon budur. Üçüncü olarak ta rejimi koruma görevi kadına yüklenmiştir.
Bütün devrimler bir sosyal tabana dayanmak zorundadır. Yani bir sosyal taban üzerinden gider. Türkiye’de de bu anlamda rejimi üstlenecek bir sosyal taban yoktur. Yani Türkiye’de cumhuriyet devrimi bir köylü devrimi değil bir işçi devrimi değil bir burjuvazi devrimi de değil. Bir elit devrimi ama bu bürokratik elit bir avuç insandır.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu der ki bütün o devrimi yapanlar bir elin beş parmağı kadardı. O devrimcilerden birine bir şey olmuş olsaydı devrimler akamete uğrayabilirdi. Yani bu sınırlı elitle devrime devam etmek zorunda dolayısıyla da bir sosyal tabana dağılması, yayılması gerek. İşte o sosyal taban da o tarihlerde kadın olmuştur. Rejim kendisini bu bakımdan kadınla özdeşleştirmiştir. Aynı zamanda ‘kadın devrimi’ olduğu anlayışı söylemi geliştirmiştir. Ve bunun üzerinden reklam yaparak kadını kurtaran Cumhuriyet olmuştur şeklinde bir propaganda ve söylem geliştirerek kadınları rejime minnettar kılmıştır. Yani özellikle genç kuşaklarla konuştuğunuz zaman ‘Cumhuriyet kadınıyız’ derler. Yani ‘Cumhuriyet kadınıyız’ dediğiniz şey çünkü bizi Cumhuriyet kurtardı demektir. Böyle bir anlayış ve bu anlayış üzerinden kadınlar devlete – rejime minnettar kılınarak kendi borçlarını ödevlerini ödemek ve üstlenmek durumunda bırakılmışlardır. Nedir o ödevler? Rejimi koruma görevidir.
Kadınlara seçme seçilme hakkı verildiği zaman İsmet Paşa mecliste bir konuşma yapar der ki “İlerde bizim devrimimizden söz edildiği zaman bunun aynı zamanda bir kadın devrimi olduğu zikredilecek kaydedilecektir. Bizim devrimimiz bir kadın devrimi.”
Gerçekten Türkiye Cumhuriyeti devrimi bir kadın devrimi midir? Tüm bu konuları konuştuktan sonra göreceğiz ki bir kadın devrimi değildir. Sadece bir söylemdir. Yani Türkiye Cumhuriyeti gibi devrim yapmayan diğer İslam ülkelerinin önemli bir kısmında kadının sosyal hayat içindeki durumu Türkiye’den daha iyidir. Bu devrimin kadın devrimi oluşu söyleminin mitosu anlayışı aynı zamanda bir takım muhafazakâr dindar kadını mağdur eden bir şeydir. Burada bunun da altını çizmek lazım.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Ankaralı Selma dediğimiz kadın tipi o meşhur Ankara romanında çizilmiştir. Ankara Romanı aslında bir kadın romanıdır. Yani kendini rejime adamış bir kadın romanıdır. Selma adında bir karakter var. Bir cumhuriyet kadını Selma tipi erkeksi bir kadın tipi, ki o bütün kadınsı özelliklerinden sıyrılmıştır. Evlenmeyen kendini davaya cumhuriyete adayan, pantolon giyinen, topuklu ayakkabı giyinmeyen, makyaj yapmayan, çok sert duruşlu erkeklerle arkadaşlık yapan ama o erklerde subaydır. Ata binen silah kullanan bir kadın. Zaman zaman kadınların düzenlediği bazı partilere gidiyor o kadınları aşağılayarak çıkıyor. Bu bir militan kadın tipidir. Yani tamamen kendisini rejime adamış ve aynı zamanda politikleşmiş bir kadın tipidir. 1930’lara geldiğimizde kadınlar kendilerini halk evleri vasıtasıyla büyük ölçüde rejime adamış oluyorlar.
Kadına yüklenen misyonda üç tane şey önemli; analık-öğretmenlik, medeniyet değiştirme aracı olma ve rejimi üstlenmesi beklenen aktör olarak kadın.
Cumhuriyet döneminde kadınlara ne gibi haklar verilmiştir? Ana hatları ile iki tane hak verilmiştir. Bunlardan bir tanesi medeni kanundur. Medeni kanun İsviçre’den tercüme edilmiştir. Ve bize de adapte edilmiştir. 1924’te hilafetin kaldırılmış ardından 1926’da medeni kanun getirilmiştir. Medeni kanunda kadınlara verilen üç dört tane temel hak var. Çok evliliğin sınırlandırılması, mahkemelerde eşitlik, mirasta eşitlik, boşanma hakkı. Onun ötesinde hak anlamında yeni bir şey yok. Esasen bunlar Osmanlı’nın Osmanlı kadınının öteden beri yani klasik dönemden beri yaşadığı sorunlardı. Ama bu sorunlara geçen derste söylediğimiz gibi neşter atılmıştı. 1860’larda arazi kanunu ile beraber kadınların mirasta eşit olması prensibi benimsenmişti ve zaman içinde de gelişmişti.
Cumhuriyet’in tanıdığı haklar yeni bir şey değil boşanma hakkını kadınlar zaten elde etmişti ve 1917’de Aile Hukuku Kararnamesi ile özellikle. Çok evlilikte sınırlandırılmıştı. Osmanlı zamanında genel aile hukuku kararnamesi düzenleniyor ve bu kararnameyi düzenleyen grupta üç tane kesimden insanlar var. Modern eğitim almış aydınlar, geleneksel medrese eğitimi almış olan ulema ve gayri müslim azınlıkların temsilcileri var. Bunlar ortaklaşa uzun bir çalışmanın sonucunda aile hukuku kararnamesi diye bir kararname çıkarıyorlar. Bu İslam tarihinde ilktir. Yani daha önce İslam tarihinde aile ile ilgili müstakil bir düzenleme yapılmamıştır. Aile hukukunu düzenleyen genel olarak fıkhın normlarıdır. İlk defa aileye özgü aileye müstakil olarak bir kanunname çıkarılıyor ve düzenleme yapılıyor. Aile Hukuku Kararnamesi kadınlara dört beş tane hak vermiştir; çok evliliğin sınırlandırılması, hukuki eşitlik, mirasta eşitlik, boşanma hakkı, kadının da boşanma davası açma hakkı, çalışmak isteyen kadınların çalışmak istediği zaman evli ise eşinden bekâr ise babasından izin almaksızın gelip çalışabilme hakkı.
(Çünkü kadın emeğine yoğun ihtiyaç vardı. Erkek gücü emeği genelde savaşlarda yok olduğu için. Şöyle düşünün Kabataş Lisesi Çanakkale’ye 16 yaşını aşan öğrenciler ve hocaları hepsi gidiyor. Bir kişi geri dönmüyor. Çanakkale o anlamda yetişmiş insan gücünü tüketen bir savaştır. Dolayısı ile kadın emeğine çok yoğun bir şekilde ihtiyaç vardır. Hatta askeriyede ihtiyaç vardır. I. Ordu bünyesinde orduya lojistik destek vermek üzere bir kadın taburu oluşturulur. Dolayısıyla kadının çalışması teşvik ediliyor. Mesela Hereke’de halı- tekstil fabrikaları var orada yoğunlaşmıştır. Kadınlara yönelik yatakhaneler, yurtlar yapılıyor çevredeki köylerden kasabalardan kadınlar gelip çalışıyor ve buralarda kalıyor. Yani kadınların gelip çalışmasını teşvik edecek politikalar. O bakımdan da eşin ve ya babanın kadının çalışmasını engellememek için engelleyici düzenlemeler yapılıyor. )
Fakat 1926 Medeni Kanunla beraber bu hak kaldırılıyor. Bunun için de feministler medeni kanundan memnun değildir. Temel nedeni kadına yüklemiş olduğu misyondur. Yeni medeni kanuna göre kadın çalışmak istediği zaman ya eşinden ya babasından izin almak zorundadır.
Bir kanunun bir düzenlemeyi kendi şartlarınıza göre formüle ettiğiniz zaman daha realite oluyor. Kendi şartlarınıza karşılık verebiliyor. Ama dışarıdan olduğu gibi kendi üzerinize monte etmeye çalıştığınız zaman onun karşılığı olmuyor. Tam da çalışma hakları ile ilgili düzenleme bunu çok bariz şekilde gösteriyor. Belki de bizimkiler bunun farkına o tarihlerde varamadılar.
Yani dolayısıyla daha önce verilen haklardan bir tanesine medeni kanunla beraber hukuki bir düzenleme yapılıyor. İkincisi seçme seçilme hakkıdır. Geçen dersimizde yine hatırlarsınız yoğun bir şekilde talebin olduğundan bahsetmiştik. Fakat Cumhuriyet 1923’te kuruluyor seçme seçilme hakkı 1934’te veriliyor. Aslında oldukça geç bir tarih. Kitabımızın ( Sivil Toplum ve Kadın/ Ömer Çaha) ekinde kadınlara seçme seçilme hakkının dünyadaki veriliş tarihiyle ilgili kronoloji var. Ben doktora tezim için tez önerisi hazırlarken 1989’da şöyle bir ibare kullanmıştım “ Türkiye kadına seçme seçilme hakkını en erken veren ülkelerden biri olarak dünyaya örnek teşkil etmiştir.” Hep bununla yetiştirildik değil mi? Yani önce biz verdik Avrupa’ya da örnek teşkil ettik.(!) Danışman hocam dedi ki sen araştır bakalım Amerika bizden önce vermiş olabilir. Sonra ben o tarihçeye baktığımda gerçekten şok oldum. Bu söylemin ne kadar geçersiz bir söylem olduğunu anladım. Bu tamamen kadını rejime minnettar kılma söylemi.
Mesela 1918’de Avusturya, Estonya, Gürcistan, Almanya, Hollanda, İrlanda, Kırgızistan, Litvanya, Polonya, İngiltere, İzlanda, Norveç, Finlandiya; 1920’de Arnavutluk, Kanada, Çek Cumhuriyeti, Slovakya; 1921’de Ermenistan, Azerbaycan ve beş altı tane de İslam ülkesi var bu ülkeler kadına seçme seçilme hakkını Türkiye’den önce vermişlerdir.
Kadına seçme seçilme hakkının veriliş sürecinde neler yaşandı? Stratejik nedenden dolayı kadına seçme seçilme hakkının verilişi önemlidir. Dolayısıyla şöyle bir söylem geliştirildi. “Kadınlar hiç farkında değildi seçme seçilme hakkında hiçbir talepleri yoktu böyle bir şey istemiyorlardı Cumhuriyet bir lütuf olarak verdi. Bunu da çok erken bir vakitte verdi ve dolayısıyla Türkiye’de devlet feminizmi yapılmıştır.” Devlet feminizmi adında makaleler yazıldı. Bunlar içinde feministler de vardı. Öncelikle devlet feminizmi diye bir şey olmaz. Devletle feministler yan yana olmaz. Türkiye’de böyle bir şey yok yani eğer devlet feminizmi diye bir şey varsa bu Tunus’ta daha fazla var. Tunus’ta okuma yazma bilmeyen kadın oranı sıfırdır. Cezayir’de daha fazla var. Filistin’de kadınların eğitim oranı okullaşma oranı bizden daha iyi. Birçok İslam ülkesinin hattı zatında bizden daha iyi. Oralarda devlet feminizmi daha fazla yapılmış olmalı. Dolayısıyla bu söylem doğru bir söylem değil.
Birde şunu da dikkate almak lazım tek partili dönemde seçim bir anlam ifade etmiyor aslında. (Atatürk’ün kendisi çok dolaşmıyor. Ankara’nın dışına çıkmıyor çok zaman İsmet Paşa başbakan olarak geziyor.) Tek parti döneminde İsmet Paşa kendisi anlatıyor. Atatürk “İsmet sen çok dolaşıyorsun. Gittiğin yerlerde tespit ettiğin keşfettiğin insanlar varsa onları seçimden önce bana bildir onları listeye dâhil edelim, meclise kazandıralım” der. İsmet Paşa da Sinop’a gitmiştir. Sinop’ta kendisini çok coşkulu bir heyet karşılıyor. O heyetin içinde de birisi çok dikkat çekiyor. O dikkat çeken kişi İl Milli Eğitim Müdürü kendisi çok etkileyici bir konuşma yapıyor. İsmet Paşa diyor ki tam milletvekili olacak adam ve Ankara’ya döndüğünde Atatürk’e bir takım isimler veriyor fakat bu adamın ismini unutuyor. Sinop Milli Eğitim Müdürü olarak ismini veriyor. Sinop Milli Eğitim müdürünün ismi listeye giriyor.
Sanıyorum bir iki ay sonra seçimler olacak ve seçimler yapıldıktan sonra milletvekilleri geliyor. İsmet Paşa Sinop milletvekili ile tanışmak istiyor özellikle o adamı gözü arıyor. Heyecanla bekliyor fakat önüne üç farklı insan geliyor. İçinizde milli eğitim müdürü yok mu diye soruyor. İçlerinden biri diyor ki efendim milli eğitim müdür benim. Meğerse o süre içinde milli eğitim müdürünün tayini çıkmış. Onun yerine bir başkası gelmiş milli eğitim müdürü olarak ve listeye de yeni gelen milli eğitim müdürü girmiş ve milletvekili olmuş. Seçimde böyle bir rekabet olmadığı için bir anlam ifade etmiyor.
O tarihlerde Satı Kadın diye bir kadın var. 1935’te kadınlar ilk defa meclise girerken Atatürk on sekiz tane kadını listeye alıyor. Ve bu da oran o tarih itibariyle % 4.5‘a tekabül ediyor. Elbette bunların hepsini Atatürk belirliyor. Genel olarak eğitimli kadınlardır. Ama bir iki tane köylü kadın koyalım içine diye düşünüyor ve o tarihlerde bir gün manevi kızı Afet İnanla beraber cipine atlıyorlar Ankara’nın etrafında köyleri dolaşıyorlar. Yolları Kazan’a düşüyor. Kazan o tarihlerde bir köy ve 1931-1932 tarihlerinde kadınlara muhtar olma hakkı verilmiş. Kazan’da da Satı Kadın diye bir kadın muhtar seçilmiş tam bir Osmanlı kadını ve Atatürk’ü çok etkileyici bir karşılama töreni hazırlıyor. Afet İnan bu hatırayı uzun uzun anlatır. Kahveler, ayranlar ikram edilir. Erkekleri sevk ve idare den bir kadın olarak dikkat çeken bu kadın için Atatürk dönüyor ve Afet İnan’a diyor ki tam meclise girecek bir kadın. Böylece Satı Kadın meclise giriyor. Cumhuriyet nasıl köylü bir kadını meclise getirdi milletvekili yaptı diye edebiyat gelişiyor. Bunun üzerinden böyle siyasi bir reklam geliştiriliyor.
Kadınlar gerçekten seçme seçilme hakkının farkında değil miydi?
Osmanlı son döneminde gelişen Kadın Hareketi içinde ve eğitimli kadınlar içinde genel olarak seçme seçilme hakkı talep ediliyor. 1908-1912, 1914 seçiminde hep mücadele etmişler Cumhuriyet Dönemine geldiğinde de Cumhuriyet kurulur kurulmaz Kadınlar Halk Fırkası diye bir parti kurmuşlardır. Daha sonra o partiye izin verilmediği için 1926’da Türk Kadınlar Birliğini kurdular ve kadınlar birliği münasebeti ile onun üzerinden seçme seçilme hakkını hep talep ettiler. Aynı zamanda Türk Ocakları Kadın kolları da var. Seçme seçilme hakkı mücadelesi Türk Kadınlar Birliği ile Türk Ocakları Kadın kolları üzerinden ilerliyor ve ikisi çok yoğun bir şekilde mücadele ediyor. Ve her seçimden önce 1923, 1927, ve 1935 seçimlerinin her birinden önce kadınlar yoğun bir şekilde kulis faaliyetleri yapıyorlar. Konferanslar kongreler düzenliyorlar, telgraf bombardımanına tutuyorlar Ankara’yı, TBMM’yi. Erzurum’dan, İzmir’den, Trabzon’dan yetkililere gidip oralarda boy gösteriyorlar.
Bunların her faaliyetlerinden sonra Cumhuriyet Gazetesi o zaman yarı resmi gazete niteliğinde ve bunlara karşı Cumhuriyet Gazetesi’nin inanılmaz bir reaksiyon var. Ve manşet şöyle manşet atıyor “ Kokona kadınlar Trabzon’da meydana çıktı.” Yani bunlara hafif meşrep, yoldan çıkmış, sapkın, ihanet eden kadın gözüyle bakıyor. Bir şeyler verilecekse rejim verir devlet verir siz ne anlarsınız sizde nereden çıktınız tarzında bir yaklaşım var.
Mesela Türk Ocakları’nın Trabzon şubesi bir kongre düzenliyor. O sırada Türk Ocakları yöneticilerinden Süreyya Hanım 1926’da şöyle bir açıklama yapıyor. “Türk Kadını tarihte siyasal bir rol oynamıştır. O kendi olanaklarını tanımaktadır. Ekonomik yaşamda yer almaya yeteneği olduğuna göre çalışma hayatına katıldığına göre ülkenin işleriyle uğraşmaya yetenekli olduğu niçin kabul edilmiyor. Herkes ondan yurttaşlık dersi alırken yurttaş olarak bizi eğitiyorken ulusun kaderi söz konusu olduğunda onu neden ihmal ediyoruz.” Dolayısıyla bu roller bize verildiğine göre bunu da yerine getirebiliriz tarzında bir yaklaşımı var.
1927’de Türk Kadınlar Birliği seçimden birkaç ay önce yine bir toplantı yaparlar. Türk Kadınlar Birliği Başkanı Nezihe Muhittin’in şöyle bir açıklaması olur. “Devrimleri doğuran çabalar ve savaşlardır. Bizde seçimden seçime her yurttaş gibi hakkımızı alacağımız güne kadar savaşmayı sürdüreceğiz. Yasalar er geç toplumsal yaşamın gereklerine uymak zorundadırlar.”
1935’te Türk Kadınlar Birliği kapatılınca Nezihe Muhittin ve arkadaşları dışlanıyor. Bu kadın daha sonra akıl hastanesinde hayatını tamamen bitiriyor. Nezihe Muhittin ile ilgili bir doktora tezi yazıldı.
1930 Türkiye’de büyük bir sessizlik var. Şöyle bir realite var. Tek adamlı sistemlerde sistemin başındaki yönetici toplumda olup biteni göremiyor. Etrafındaki bir öbek insana soruyor ve o bütün dünyayı oradan ibaret görüyor. Bunu Mao’da, Stalin de, Atatürk te yaşamıştır.
1931 tarihi bunu çok çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Aslında Atatürk her şeyin böyle yolunda gitmediğini bir şekilde seziyor.
1921 seçiminden sonra muhafazakâr liberal, Atatürk’ün kurtuluş savaşını beraber yönettiği tüm insanlar tasfiye ediliyor. Halide Edip Adıvar, Kazım Karabekir gibi isimler tasfiye ediliyor. Ve giderek İsmet Paşa ve arkadaşları Atatürk’ün etrafını örüyorlar onun için tüm Türkiye’yi onların gözü ile okuyor ama bir problem olduğunda Atatürk seziyor. Bir taraftan da ismet Paşa’nın yükselişi var. Yani giderek İsmet Paşa Atatürk’ün önüne geçiyor. Onu da fark ediyor. Onun önüne geçmek için Serbest Cumhuriyet Fırkasını kurmaya karar veriyor. En güvendiği arkadaşı da Fethi Okyar’dır. Beraber Manastır Askeri Okulunda okumuşlar okuldan arkadaşlıkları var. Fethi Okyar Atatürk’ten büyük olmasına rağmen Atatürk’e büyük saygı besliyor. Çok ta sadık bir insan Paris büyükelçisidir.
Anlaşıyorlar ve netice itibariyle parti kuruluyor. Ve parti tüzüğünü hazırladıktan on yedi gün sonra seçimler olacak. Seçim propagandasını başlatıyor. İlk mitingi de İzmir’de yapacaklar İzmir’e giderken Atatürk diyor ki Fethi Bey ben bütün o yöredeki teşkilatlara talimat verirken merak etmeyin başınıza bir şey gelmez. Bir de böyle bir Türkiye okuması var. Acaba Fethi Bey Atatürk’e ihanet ediyor, Cumhuriyet Halk Partisi’ne karşı alternatif bir parti geliştiriyor olabilir mi diye. Halk linç edebilir gibi de bir okuma biçimleri var. Ve hakikaten Atatürk talimat veriyor Manisa’ya İzmir ‘in etrafındaki tüm polis teşkilatları Fethi Bey’i ve arkadaşlarını korumak üzere görevlendiriliyor. Fethi Bey ve arkadaşları İzmir’e doğru gemiyle gidiyorlar limana yaklaştıklarında mahşeri bir kalabalık var. Fethi Bey’i çok coşkulu bir şekilde rıhtımda bekliyorlar fakat Fethi Bey arkasına dönüp diyor ki “Eyvah bizi linç edecekler biz buradan canımızı kurtaramayız ve tartışıyorlar gidelim mi dönelim mi diye istişare edip mitinge gitmeye karar veriyorlar. Nasılsa polis bizi koruyacaktır diye düşünüyorlar. Sonra limana geldiklerinde kalabalığın kendi lehlerine tezahürat yaptığını fark ediyorlar. ‘Fethi Bey bizi bunlardan kurtar’ temel propaganda budur. 60.000 kişilik kalabalık, stadın zemini hafif çamurlu insanlar orayı hınca hınç doldurmuştur. Fethi Bey kürsünün içinde konuşma yapar münadiler var münadilerde dalga dalga Fethi Bey’in söylediklerini tekrar ediyorlar. CHP de Fethi Bey’in aleyhine şapkayı kaldıracak diye propaganda yapıyor halkta da böyle bir beklenti uyanıyor zaten zorla kafasına giydirilmiş bundan kurtulmak istiyor. Fethi Bey diyor ki ‘Biz şapkayı….’ deyince insanlar alıyor şapkayı yere atıp çamurlu zemin içinde eziyorlar. Fethi Bey onu görünce telaşlanıyor ‘kaldırmayacağız kaldırmayacağız’ diyor. Bu çok tirajı komik bir şey.
Zaten daha sonra Fethi Bey bu olaydan dolayı hesaba çekiliyor. Seçim kampanyası esnasındaki şeylerden dolayı yargılanıyor. Mahkemede değil ama Atatürk ve İsmet Paşa nezdinde epey bir zorluk çekiyor.
CHP binasına saldırıyorlar Atatürk’ün ve İsmet Paşa resimlerini yırtıyorlar o sırada polis ateş ediyor ve yedi yaşında bir çocuk ölüyor. O çocuğun babası o çocuğu alıyor ve Fethi Bey’in ayaklarının önüne koyuyor bu size kurban olsun diyor. Yani daha fazla kurban vermeye hazırız ama yeter ki bizi kurtarın. İzmir’de oluyor bunlar yani böyle bir tablo var. Ve ondan sonra olaylar biraz çığırından çıkıyor. Yani Serbest Cumhuriyet Fırkası ezici bir çoğunlukla belediyelerde CHP’yi yeniyor ama açık oy gizli tasnif olduğu için çok yer de verilmiyor. İşte birkaç tane ilçe veriliyor ama ileride cezalandırılıyor. Samsun Mersin-Silifke bunlardan birer tanesidir.
Bu yaşananlar üzerine Atatürk bir yurt gezisi yapma ihtiyacı hissediyor. Yani o etrafındaki çemberi kırıp halkla yüz yüze görüşme için işte o meşhur yurt gezisi oluyor. Seçimler yapılıyor mesela Atatürk Samsun’a gidiyor Samsun Türkiye’nin en çok gelişmiş dört beş tane ilinden bir tanesidir. Samsun’da Atatürk’ü karşılayan yüz elli iki yüz kişilik heyet olmuştur. Bunlar hep bürokratlar üst düzey yöneticiler. Halk ise evine kapanıyor. Tabii burada yerel yöneticilerin rolleri de var. Kazım Dirik o dönemde İzmir Valisi’dir. Bu tepkilerin altında büyük ölçüde Kazım Dirik yatıyor. Kazım Dirik halkı rüşvete bağlamış kendi yeğenlerinin civciv- yumurta üretme fabrikaları var. Aynı piyasaya kimsenin başka tüccarların girmesine izin vermiyor. Köylü mecburen gidip oradan alıyor. Bu şekilde haraca bağlamıştır insanları. Öbür taraftan da Atatürk heykelleri dikerek kendi durumunu sağlamlaştırmak adına Ankara’ya kendini beğendirmeye çalışıyor. Bütün o heykelleşmenin mimarı Kazım Dirik’tir. Ve onunla yaygınlaşıyor. Atatürk’ün haberi oluyordur fakat Kazım Dirik dünya kadar heykel dikiyor taşa toprağa. Bunu bir kampanya haline getirerek bunun mihmandarlığını yapıyor bir şekilde. Ve daha sonra artık dayanılmayacak hale geliyor. Ve onu İzmir Valiliğinden alıp, Edirne’ye veriyorlar gittiği yerde yine aynı şeyleri yapıyor. Dolayısı ile o tepkilerin bir kısmı da devletin kendisine verdiği yetkiyi heba eden kullanan yöneticilerden kaynaklanıyor. Çünkü onları çok kontrol edemiyorsunuz.
Kadınlara seçme seçilme hakkının verilmesi hep bu iç koşullar bakımdan önemlidir. Yani böyle suskun bir Türkiye Serbest Cumhuriyet Fırkası ile ortaya çıkıyor. Ve Serbest Cumhuriyet Fırkası ilk defa listesinde kadın adaylar gösteriyor ve ondan sonra artık ülke bir şekilde buna hazır hale gelmiştir.
1934’te kadınlar Ankara Kızılay’da Türk Ocakları ile Türk Kadınlar Birliği’nin beraber düzenlediği toplantı yaparlar. Oradan Ulus’a kadar bir yürüyüp Ulus’ta Meclisin önünde oturma eylemi yaparlar. Atatürk gelmeden buradan gitmeyiz derler. Atatürk gelir ve bunlara söz verir sonra toplananlar dağılır gider ve arkasından da seçme seçilme hakkı verilir. Dolayısıyla ‘kadınlar bu şeyin farkında değildi istemiyordu biz onları aydınlattık’ söylemi çok doğru bir söylem değildir.
Dış koşullara baktığımız zaman dış koşullarda önemlidir. Avrupa giderek faşizmin ablukası altına giriyor. Yani 1922’de Mussolini İtalya’da iktidara geliyor. Mussolini iktidara geldiğinde dünyada otuz altı tane demokratik ülke varken daha sonra bu ülkeler demokrasiden yavaş yavaş vazgeçiyor. 1926’da Hitler ortaya çıkıyor 1930’ların başında iktidara geliyor. 1930’lar da 1933- 1934 yıllarında farklı farklı demokratik ülkeler dökülüyor, totaliter rejimler kuruluyor. İspanya’da, Portekiz’de Yunanistan’da, Bulgaristan’da ve bu demokrasinin yıkıldığı yerlerde de totaliter rejimler kuruluyor. Avrupa faşizmin ablukası altına giriyor. Gözler ise Türkiye üzerinde.
Türk Faşizmi diye kitaplar yazılmıştır hatta birisi Türkçeye çevrildi. Özgün bir faşizm modeli olarak Türk Faşizmi diye. Çünkü o tarihlerde Türkiye yüzünü büyük ölçüde İtalya’ya Mussolini’ye çevirmiş Mussolini o kadar önemli paravan ki bütün konuşmaları Türkçeye çevrilmiştir. Bunu Türkiye’de milli eğitim bakanlığı ve kültür bakanlığı tarafından çevriliyor. Kitap olarak hala kütüphanelerde bulmanız mümkün. Mussolini’nin tüm beyanatları devlet ile ilgili görüşleri Türkçe’ye çevrilmiştir. Ve onunla yetinilmemiş Recep Peker oraya gönderilmiştir. Recep Peker uzun süre İtalya modelini çalışır bunu model olarak Türkiye’ye getirip Türkiye’ye önerir. 1935’te Atatürk kabul etmez fakat 1937’ye geldiğimizde bu model kabul edilir. Bu model devlet ile faşizmin bütünleşmesidir. Partinin genel başkanı doğrudan doğruya cumhurbaşkanı oluyor il başkanları vali oluyor ilçe başkanları kaymakam oluyor yani sosyalist ve faşist parti modeli budur. Ve devlet bütünleşip artık parti devlet oluyor. Devletle yükselmenin kanalı parti olmaya başlıyor.
1934’te seçme seçilme hakkının verilmesinde bu 1930’ların başından itibaren Avrupa’nın faşizmin altına girmesi rol oynuyor. Çünkü Türkiye bunun üzerinden şu mesajı da veriyor ‘bakın biz modernleşiyoruz, kadınlarımıza seçme seçilme hakkı veriyoruz, demokratikleşiyoruz.’
İsmet İnönü’nün iki modeli var. 1930’un hemen başında Kadro diye bir dergi çıkarılır. Kadro yerel sosyalizmi öneren bir dergidir. Şevket Süreyya Aydemir, Y. Kadri Karaosmanoğlu ve dört beş tane aydın var. Bu aydınların bir kısmı Fransa’da eğitimini almıştır bir kısmı Rusya’da. Tamamen yerel sosyalizmi savunurlar iki üç sene devam eder daha sonra Atatürk’ün emri ile Kadro Dergisi kapatılır.
1930’lardan sonra faşist model etkili olunca büyük ölçüde Türkiye yüzünü oraya çeviriyor. Ama bu yüzde büyük ölçüde İsmet Paşa’nın etkisi var. Atatürk faşizmi çok benimsemiyor istemiyor. Atatürk’ün 1937’den sonra artık kendini kenara çekip sağlığı ile ilgilendiği dönemdir. Tek adam her şeye tam anlamıyla muktedir olamıyor. İsmet Paşa anılarında der ki “Atatürk bize akşamları direktif verirdi şunu yapın derdi bizde emredersiniz Paşam derdik ertesi gün bildiğimizi okurduk.” Çünkü onu başka türlü kontrol etme imkanı yok tabi Atatürk’ün bunda hiç rolü yoktu demek ne kadar doğru olur bilemiyorum.
1937’de İsmet Paşa ile Atatürk arasındaki köprüleri attıran son olay; İnönü stadına maç izlemeye gittiklerinde bütün stat ayağa kalkıyor ve İsmet Paşa diye tezahürat yapıyor. Atatürk zaten İsmet Paşa’nın yükselişinden rahatsız ve bu olaydan sonra daha çok rahatsız oluyor. İsmet Paşa ve ekibini tasfiye ediyor. Zaten ekonomi dibe vurmuş çok kötüye gidiyordur ve bunlar bahane edilir.
Atatürk serbest piyasa ekonomisinden yanadır. Mesela İzmir İktisat kongresi liberaldir. Atatürk’ün mutlak damgası var orada. Milli ekonomiye geçiş İsmet Paşa’nın fikridir. 1930’lardan itibaren dünya ekonomik krizi yaşanmıştır. Duyun-u Umumiye borçları var. Bunlarda etkili olmuştur ama hepsinde İsmet Paşa sistemi bir tarafa çevirmiştir. Dolayısı ile planlı ekonomi modeli İsmet Paşa modelidir. Atatürk ise İş Bankası modelini Celal Bayar’la hep bir kenarda tutmuştur. Yani onu denemek istiyor aynı zamanda İş bankası modeli almış başını yürümüş ki onu götürenlerinde başlarında doğru düzgün iktisatçı yok hepsi Atatürk’ün yakın arkadaşları ama özerk bir kurum olarak işlediği için çok başarılı olmuştur. 1937’de Celal Bayar’ı başbakan yapıyor. Ve İsmet Paşa’nın tüm ekibini tasfiye ediyor. Celal Bayar’ı başa getiriyor. Rivayete göre İsmet Paşa’yı öldürme emrini de vermiş bu ne kadar doğru bilemiyorum ama Atatürk vefat ettiği zaman vasiyetleri arasında İsmet Paşa’nın çocuklarına maaş bağlanması da var. Yani Nokta Dergisi bunu tefrika etmişti. İsmet Paşa’nın çocuklarına maaş bağlanmasını istemiş çünkü rivayete göre Atatürk İsmet Paşa’nın Ürdün’de öldüğünü öldürüldüğünü biliyor. Yani bu adamı temizleyin diye direktif verdi ve Atatürk’e de halledildi diye bilgi verildiği şeklinde rivayet muhtelif. Atatürk’e diyorlar ki Paşam İsmet Paşa’yı hiç olmasa bir yerlere büyük elçi olarak atayın çünkü o kadar hizmet etti gururu kırılmasın diyorlar ama kabul etmiyor. Bunlar bilinen şeyler.
Nezihe Muhiddin neden akıl hastanesine düşecek kadar kötü oldu. Onunla ilgili şöyle bir şey var 1935’te Halk Evleri kurulmuştur ve Halk Evleri’nin kurulmasının temel nedeni Halk Evleri aracılığı ile toplumsal hayata halkı endokrine etmektir.
Dernekler kanunu 1909’da çıkarıldı. İttihat ve Terakki Dönemi’nde ve çığ gibi dernekler ve siyasi partiler ortaya çıkıyor. II. Meşrutiyet Dönemi’nde 30 tane siyasi parti var. Çok sayıda dernekler, kadın dernekleri var ama hepsi yasaklanmıştır. Üç tanesi resmi olarak kalmıştı; Masonlar Locası, Türk Ocakları, Türk Kadınlar Birliği. Masonlar Locası ile Türk Ocakları da kapatılıyor.
Ama Türk Kadınlar Birliği’ni kapatmıyorlar. Bu bir kadın kuruluşu ve bunun üzerinden Avrupa’ya mesajlar veriliyor. Fakat ondan da çok rahatsızlar ve nasıl kurtulabiliriz diye içine iktidar yanlısı bir grup kadın sızıyor. İki üç senelik bir hazırlık yapılıyor bu oluşuma sızmak için. Bu kadınlar hükümetinde desteğini alarak Türk Kadınlar Birliği’nin yönetimini ele geçiriyorlar. 1935 senesinde bir subay eşi olan İffet Halime Oğuz anılarında Türk Kadınlar Birliği içine nasıl sızdıklarını yönetimi nasıl ele geçirdiklerini feministlerin nasıl canına okuduklarını ayrıntılı olarak anlatır. Şöyle diyor; Halk Evleri kuruluyordu burada kadın erkek birlikte sosyal konuları ele alacak ve kadın erkek el ele vererek Ata’nın yolunda yürüyecektir. Bundan sonra yapacağımız şey oydu ve bu bakımdan bizim Türk Kadınlar Ocağını kapatmamız gerekiyordu.” Ve nitekim öyle olmuştur. Bunlar kadına seçme seçilme hakkı verildikten sonra hükümetin de desteği ile uluslararası bir kadın kongresi düzenliyorlar. 40 tane farklı ülkelerden kadın katılıyor. Ve bu kongre Türk Kadınlar Birliği devam etsin mi etmesin mi kongresine dönüşüyor. Netice itibarıyla bunlar ağırlıkta olduğu için hükümet yanlısı olanlar Türk Kadınlar Birliği’nin lağvedilmesini, tasfiye edilmesini savunuyorlar. Nihayetinde karar onların iradesi yönünde çıkıyor. Ve Türk Kadınlar Birliği kendi kendini fes etmiş oluyor. Dolayısı ile devlet Türk Kadınlar Birliğini kapatmamış oluyor. Tabii feminist olan kuşak tasfiye ediliyor. Onlar kendi evlerine çekiliyorlar yapacak bir şeyde yok zaten çünkü o tarihlerde muhalif medyada bastırılmıştır.
Nezihe Muhittin edebiyatçı çok güçlü bir kadın yirmi tane kitabı var. Aynı zamanda Nezihe Muhittin dönemin feministi. Ama öte taraftan da milli manevi değerleri savunan bir feminist bugünkü feministlerden çok farklı. Ona, ben kitabımda ‘yerel feminist’ diyorum. Mesela ailenin önemini anlatır. Kadının rollerinin devam etmesi gerektiğini anlatır. Halide Edip neyse Nezihe Muhittin de o ama bir yandan biraz daha aykırı bir tip Nezihe Muhittin.
1950 Demokrat Parti’nin iktidara geldiğinde Celal Bayar’ın TKB ile beraber on senelik süre içinde en önemli faaliyeti çarşafa karşı mücadeledir. Kampanyalar düzenliyor ve bu kampanyalarda pardesü ve eşarp dağıtıyorlar. Gecekondu kasaba bölgelerine gidiyorlar ve kadınlara çarşaflarını teslim etmek karşılığında pardesü ve eşarp dağıtıyorlar.
Star Gazetesi’ne röportajımda eşarp ve pardesü modelini TKB’nin yaydığını söylemiştim. Kadın çalıştığı zaman açılmak zorunda fakat çalışmıyorsa bu model olmalı.(!) İş Bankası’nda hizmetçilerin başını örtmesi bekleniyor. Siz kapanacaksınız diye mesaj vermeye çalışıyorlar. Çünkü başörtüsünü alt sınıfa atfediyorlar, modern kadın daha farklı. Dolayısı ile hakikaten bu pardesü modeli ciddi propaganda malzemesi oluyor. Bir kıyafet değişim dönüşüm aracı olarak pardesü ve eşarbı Türk Kadınlar Birliği ile Celal Bayar beraber yayıyorlar.
İslami Kadın Hareketi’ne gelince orada göreceğimiz Şule Yüksel Şenler. Çok iyi eğitim almış eğitimli başarılı gazeteci bir kadın tesettüre bürünüyor. Tesettüre bürününce kendisi şık zarif türban denen tarzda örtüyor. Medyada buna ‘Şule Başı’ deniyor. Bu daha sonra türbana dönüşüyor. Şule Hanım bu tarzı aynı zamanda yaygınlaştırıyor da. Konferans veriyor o kıyafetle halkın karşısına çıkıyor. Bu Cumhuriyet Türkiye’sinde bir sarsıntıdır. Başörtüsüne ‘türban’ deniyor ya bunu siyasi simge haline getiren aslında rejimin kendisidir. Hiçbir Müslüman kadın ben bunu siyasi simge olarak taktım demez. Zaten bu var olan bir şey. Ama rejim kadının bedenini bir politik malzeme olarak gördüğü için o bedenin kendi tahakkümünden çıkmasını siyasi bir eylem olarak görüyor. Başörtüsünü de bu bağlamda değerlendiriyor. Yani başörtüsü de esasında o bedenin kullanımı ile ilgili bir şeydir.
Yani Müslüman kadın devlete/ rejime kişiliğim mi, bedenim mi yoksa bedenimi sana mı arz edeyim diye sorar. Rejim diyor ki; orası bana ait onu ben yönlendiririm. Aksi olunca onu bir manifesto ve başkaldırı olarak nitelendiriyor. İşte dolayısıyla da Şule Hanım’ın olayını bir başkaldırı olarak niteliyor, okuyor. Dönemin Cumhurbaşkanı kadınlarımızı yoldan çıkaran bu kadınlar cezalandırılacaktır diye konuşma yapıyor. Ve bunun üzerine Şule Yüksel Şenler üç sene hapiste kalıyor. Şule Hanım’ı Cevdet Tunay affediyor ama Şule Hanım kabul etmiyor dirayetli bir kadın. Ve Şule Hanımla beraber tesettür bu modele dönüşüyor. Aslında tesettür fakat o formu da herkes kendi zevkine ve kullanımına göre belirliyor.
Ziya Gökalp medeniyet batıdan, hars zaten kendimizde var ve bu da İslam ve Türk harsını oluşturuyor diyor. Ziya Gökalp’in formülünde Müslümanlık hep vardır; Asrileşme, Türkleşme, Müslümanlaşma.
Birleşmiş Milletler 1975’te 8 Martı, Dünya Kadınlar Günü ilan ediyor. 1975- 1985 arasındaki on seneyi de kadın on yılı olarak ilan ediyor. Türkiye’de kadına karşı ilginin artmasında Birleşmiş Milletlerin bu adımı çok önemlidir. Kadın Türkiye’nin gündemine girmeye başlıyor. Ve yoğun olarak sol hareketin gündemine girmeye başlıyor. 1975 yılında İşçi Partisi bünyesinde İlerici Kadınlar Derneği (İKD) diye bir dernek kuruluyor. Bu dernek çok önemli bir dernektir. Yani özellikle sol hareket içerisinde kadınların politize olmasında, kamusal hayata dahil olmasında çok önemli rolü olmuştur. Bu dernek aşağı yukarı bütün illerde örgütlenmiştir. 20.000 tane üyesi vardır. Kadınların Sesi diye bir dergi çıkarır bu dergi 30.000 civarında basar ve satar. Türkiye’nin değişik yerlerinde mitingler yaparlar. Mesela bir mitingine 50.000 tane kadının katıldığı tahmin ediliyor. Sloganı “eşitlik, ilerleme ve barış”tır. Ve yine “analar doğurur faşistler öldürür” başlığı ile bir miting yapar.
1976’da ilk defa 8 Mart Kadınlar Günü bu dernek tarafından Türkiye’nin değişik yerlerinde kutlanır ama emekçi kadınlar günü olarak kutlanır. Yani Dünya Kadınlar Günü olarak değil de genelde sol jargonda 8 Mart Emekçi Kadınlar Günü olarak kutlanıyor. Sol’un içinde buna benzer dernekler ortaya çıkıyor. Yani nerede bir hareket varsa onun bir de yan kolu olarak kadın teşkilatına girişilmiştir. Dolayısı ile kadın erkek el ele sosyalizme böyle bir anlayış söz konusu. Sol Hareket içinde 1970’lerde çok önemli meşhur slogan “Bütün sevdam halkım bütün kadınlar bacım” dır. Bu arada da proleter bacı kavramı geliştirilmiştir. Dolayısı ile Kemalizm’in kadına yüklediği Ankaralı Selma modelini bu defa Sol bacı kavramı üzerinden yani emekçi olan o yönde mücadele eden bir kimlik içinde kadını tanımlamıştır. Sol bir derneğe üye kadının anlattığına göre bir gün erkek arkadaşı ile yolda karşılaşıyor topuklu ayakkabı giydiği için arkadaşı tarafından fırçalanıyor. Çünkü bir proleter kadın bunu giyemez dolayısıyla kadın makyaj yapamaz. Kadının cinsiyetini tamamlayan ne varsa onlardan arınmıştır. Politik bir militandır.
Türkiye’deki modernleşmede kadın önemli bir aktördür, kadınla ilgili çok önemli kurgular yapılmıştır. Ama aslında modernleşmenin bizatihi kendisi bazı kadınların da aleyhine sonuçlanmıştır. Yani burada tek tip bir modernleşme, kadının kurtuluşunu tek bir model ile öngören modernleşme anlayışı başka varoluş biçimlerini maalesef tasfiye etmiştir. Bu da bazı kadınların bizatihi modernleşmenin kendisinden kaynaklanan mağduriyetiyle sonuçlanmıştır. Bunun tipik bir örneğini bu gün Müslüman kadının kamusal alana dahil oluşunda görüyoruz. Çünkü kamusal alan için adeta kutsal bir alan fikri geliştirilmiştir. Dünya literatüründe böyle bir kamusal alan tabiri yoktur. Yani bu kavramı geliştiren Habermas Kamusallığın Yapısal Dönüşümü burada kamusallık toplumsallıktır, ananiyettir. Bizim evimiz dışındaki her yer kamusaldır. Yani kamusal halka ait olandır. Devletin kamusal alanı mahrem bir kamusal alan diye bir tasavvur yoktur. Böyle bir tasavvurla sanki vatandaş olmayı hak edenlerin ve hak etmeyenlerin toplumsal alanı gibi bir ayrıştırma geliştirildi. Bu doğru bir ayrıştırma olmadığı gibi böyle bir ayrıştırma da yoktur. Bu Türkiye’ye özgüdür.
Modernleşme kadının en azından bazı kadınların ezilme alanını oluşturmuştur. Bu da bir realitedir. Bu gün okuma yazma bilmeyen kadın oranı % 6’dır. Bu iyi bir orandır. 2003 te bu oran % 19’du. Bizde 2003’te % 19 iken Kuveyt’te okuma yazma bilmeyen kadın oranı % 9’dur. Katar’da % 10- 11’dir. Filistin’de % 12, Ürdün’de % 15’tir. Bahreyn’de % 6, Cezayir-Fas % 10 Tunus % 0’dır.
Tabi Arap Ülkeleri’nde Kur’an alfabesi ile alfabe aynı olduğu için Kur’an okumayı bilen okuma yazmayı biliyor. Diyorlar ki Osmanlıda yani Cumhuriyet kurulduğunda okuma yazma bilen % 5’ti. Bu doğru değildir. Alfabenin araçsallığı önemlidir.
İstihdam alanında Türkiye kadın istihdamında çok başlarda değil maalesef. 2003 verileri itibari ile kadın istihdamı % 25’tir. Bütün istihdam içinde de % 22 bu çok düşük bir orandır. Afrika- Ortadoğu’daki 24 İslam ülkesi Türkiye’de bunlardan biri ama bu ülkelerin ortalamaları Türkiye’den daha iyi. İran bizden çok çok daha iyi.
Meclise katılım oranları itibarıyla yine kötü durumdayız. 1935’te ilk mecliste % 4,5 ondan sonra % 4,5 i bir daha bulamadık. %4,4 ‘e 2002’de ulaştık. Şu anda bu mecliste % 9,1.
Yerel yönetimlerde tablo çok berbat. Son seçimim verilerine henüz ulaşamadım. Başbakanımızın genel meclislere % 20 oranında kadın aday gösterin diye özel direktifi vardı. Tabi bu ne kadar seçime yansıdı onu bilemiyorum. Muhtemelen daha iyidir. 1984- 2004 yılları beş tane genel seçimin ortalaması şöyle. İlk genel meclisin ortalaması % 12, belediye başkanı % 3, belediye meclisi % 1,1. Yani bu bir trajedidir..
MENA ülkelerinde meclisteki kadın oranı 2008 verilerinde % 11’dir. Bizde %9,1’dir. Bunun içinde Suudi Arabistan, Suriye, Irak var. MENA ülkeleri dediğimiz ülkeler içinde Türkiye en modernleşmiş ülke gibi görünüyor ama kadınla ilgili tablo budur maalesef. OECD ülkeleri arasında yine en sondayız. Kitabımızdaki ekte görürsünüz kadınların meclisteki temsil oranları itibarıyla 136 sıralama var. Türkiye bu sıralamada 128. sıradadır. Kitabımızın arkasında 2008 verileri var. Üniversite eğitimini almış kadınların istihdamı oranında ise 200 ülke arasında Türkiye sondan 10. sıradadır. Yani bunlar % 25’lik istihdamın büyük bir kısmı düşük eğitimlerde yoğunlaşıyor. Üniversite bitirdikten sonra genellikle kadınlar çalışmıyor. Bunun farklı nedenleri var tabi. Kişisel kanaatim bir kota uygulaması lazım. Kadının kamusal alanda yer alması sadece kadına ait bir mesele değil bu bir medeniyet meselesidir. Hangi medeniyet olduğu önemli değil. Erkeklerin kaba kültürünün değişmesi, dönüşmesi, kırılması açısından da önemlidir. Dolayısıyla bu kültürün değişim dönüşüme uğraması için kadının yoğun olarak kamusal alanda yer alması lazım. Tabi bu da ancak pozitif ayrımcılıkla olabilecek bir şey.
İskandinav feministleri diyarlar ki; pozitif ayrımcılıkla beraber biz aile baskısından kurtulduk ama ikili baskı sistemi ile karşılaştık. Bir taraftan piyasa bizi eziyor bir taraftan da devlet bizi eziyor. Dolayısı ile aile baskısı da devam ediyor. Dolayısıyla hiçbir yerde siyasal kültür tam anlamıyla açılmış değil biz tek taraflı ezilme alanına maruz kaldık diye yazan feministler var bu da bir gerçek.
Kadının mutlaka çalışması zaten eleştirdiğimiz Kemalist bir yaklaşım. Burada önemli olan kadının gerçekten ezilmeden kendini mutlu hissetmesidir. Kendini nerede mutlu görüyorsa kendi varoluşunu nerede görüyorsa onun var oluş yeri oradadır. Geçimi olmadığı için ekonomik bağımsızlığı olmadığı için bir kocaya tahammül etmek zorunda kalıyorsa. Bu toplumda hakikaten çok trajik olaylar var. Boşandığı zaman başını sokacak bir yeri yoksa çocuğuna bakacak durumu yoksa tabi burada kadın kendi ayakları üzerinde durmak istemesiyle çok bağlantılı. Türkiye’de kendi hemcinsine karşı acımasız Kemalist kadınlar var Nur Serter’i düşünün yani Nur Serter kadın mı erkek mi insan kendi hem cinsine karşı bu kadar acımasız olabilir mi? Prestijli mesleklerde kadın oranı bizde yüksek. Mesela kadın öğretmen oranı Avrupa’nın ortalamasından daha yüksek bizde. Üniversite öğretim üyeliği oranı da öyle. Bu da rejimi koruma misyonu ile ilgili. Kadın rejimi koruyor ama giderekte rejimi maalesef marjinalleştiriyor. Rejimin, bütün toplumu kucaklamayan belli küçük bir zümrenin omuzlarına dayanması o küçük zümrenin de bir şekilde rejimin nimetlerini de gölgelemesine ve rejimin tabana yayılmasına mani oluyor. Önümüzdeki hafta Feministleri konuşacağız, görüşmek üzere.
Hazırlayan: Ayla Kerimoğlu
Not: Bu metin Prof. Dr. Ömer Çaha’nın 6 Kasım 2010 tarihinde Hazar Derneğinde gerçekleştirdiği “Cumhuriyet Türkiye’sinde Kadın” başlıklı sunumunun tarafımızca yapılan özetidir. İzinsiz alıntılanması ve yayınlanması yasaktır.