Şehrazat Balkonda Aktaş’ın kadın meselelerini konu alan yazılarını bir araya getiren; şiddete maruz kalma, dışlanma, ayrımcılığa uğrama, linç edilme, sınıfçılık, yoksulluk, emeğin gaspı gibi konularda dil ve mekânın etkilerini ele alan bir kitap.
Cihan Aktaş ile hem kitabı üzerine söyleştiğimiz hem de kadın meseleleri üzerine tartıştığımız bir program gerçekleştirdik.
Ayla Kerimoğlu: Sizi Şehrazat Balkonda kitabını yazmaya iten sebepler neler?
Cihan Aktaş: Bu çalışmaları belirli değerler üzerinden yapılmasını çok önemsiyorum. Değerleri davet edici tarzda sunmanın biricik görevimiz olduğunu düşünüyorum. Ben de bu şekilde düşünüyorum dünyamı, hayatımı çevremi. Dünyaya gelişimiz insanlığımızı tamamlamamız belirli bir vade ile geliyor. Yeteri kadar insan olabilmemiz için bize fırsat veriyor. O fırsatı değerlendirme çabası çok önemli. Burada da değerlerin farkında olmak gerekiyor. Ama mekanik bir şekilde kurumların içine yerleştirilmiş olan değerler eğitiminden bahsetmiyorum. Hayatla etkileşim içerisinde diğerkam olmak üzerinden, her şeyi kendine yontacak şekilde değil. Burası mesela bir krallık veya imparatorluk değil, beytül malden herkesin eşit adil şekilde yararlanması gerekiyor. Adalet olmadığı zaman hiçbir şey doğru gerçekleşemez. Kitabımın da temel meselesi burada. Toplumun ve ailenin bu konuda etkileşimi var. Kadın erkek ilişkisinden devlet- birey ilişkisine kadar bu ilişki biçimi çok değişmiyor. Adalet üzerinden bakmak gerekiyor her şeye.
Adalet konusunda da Heidegger ya da Hz. Peygamberin de söylediği farklı değildi. “Hakikat adalettir, adalet de hakikattir”. Önce şunu söylemek isterim ki Gazze olayları hepimiz için çok etkileyici. İsrail’in “Ne yapsam yanıma kar kalıyor” yaklaşımı eskisi kadar kolay ve rahat olmadı. “Ne yapsam yanıma kar kalıyor” tavrına destek veren herkes ve her şey, her olgu, her dayanak suçludur. Silah tüccarları ve savaş baronlarının oluşturduğu devasa çıkar ağına duydukları güveni sarsabilecek hiçbir şey yapmıyoruz. Hep savaş üzerinden konuşuyoruz, barış üzerinden konuşmuyoruz. Benim kitabım da aslında bu tür kaygılarla yazıldı. Kadın erkek ilişkileri, kadının toplumdaki yeri çünkü kadının gerilimi tek erkekle değil.
Kadınla erkeğin ilişkisini Kuran’daki velayet ilişkisi üzerinden gören bir yazarım. Dayanışma, destek ve olumlu yapıcı şekilde yaklaşmaktan yanayım. Son tahlilde ikisi de birer kurban. Savaşlarda erkekler ölüyor, ben erkek olmayı istemezdim, istemediğim bir savaşa gönderilmek istemezdim. Kimseyi öldürmek istemezdim. Bunun nasıl değiştirileceği yukarının konusu olmalı. Geçmişin bağlantılarını çok çabuk unutuyoruz. Geçmişin çabuk unutulması beni bu kitabı yazmaya sevk eden sebeplerden bir tanesi. “Bacıdan Bayana” kitabımı da aynı saikle yazmıştım.
Kitapta aşağı yukarı son 10-15 yılın bazı başlıklarına küreselleşme dönemine, kamusal alanın Habermas’ın istediği gibi olmayışla birlikte gelen “sözün değersizleşmesi” gibi bahislere girmeye çalıştım. Örneğin “İstanbul Sözleşmesi daha iyinin engeli değil” başlıklı yazımda bu sözleşmenin hazırlanma sürecini anlatma sorumluluğu duydum. 80’lerde 90’larda kadın sığınma problemi olduğu halde Müslümanlar kadın sığınma evinin cemaatler ya da aileyi ifsad eden bir kurum olduğunu söyleyip buna karşı çıkıyorlardır. Ama feministler böyle yapmadılar. Mor Çatı’dan başlayarak sürekli bunu gündemde tutup gerekli olduğunu göstermeye çalıştılar. Kadınların gidecekleri bir yer yok. Bunu yapan feministlere karşı da “aileyi yıkıyor” diye bir öfke duyuluyor. Oysa onlar daha bağımsız düşünce ile hareket ediyor ki Batı’dan da etkilenebilirler, Said Halim Paşa da kadın serbestisi fikri başlıklı yazısında 1900’lerin başlarında kadın hareketlerini Avrupa özentiliği olarak suçlamıştı. Halbuki kendisi de Avrupa’da eğitim gördü, Fransız devriminden etkilendi, İttihat ve Terakki ve Jön Türkler ile çalıştı. Hepsi Avrupa’daki hareketlerden etkilenmiştir. Sen etkilenince iyi de kadınlar etkilenince neden kötü oluyor? Kaldı ki koca bir imparatorluk çökmek üzere ve kadınlar da bu çöküş karşısında bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Bu bir bakıma insanın kendini koruma çabası da aynı zamanda. Bu tarih günümüze kadar sürmüştür. Sait Halim Paşa’dan, Necip Fazıl’a, Ali Bulaç’a o şekilde intikal ederek günümüze kadar ulaşmıştır. Necip Fazıl bu konularda daha demokrat olmakla birlikte Büyük Doğu’da “kadını kurtarınız eve döndürünüz” diye kapaktan yazmıştır. Kadın eve döndüğünde mesele halloluyor mu? Kamusal alan sorunu yok mu? Erkek bir kamusal alan varlığı ile birlikte kadınlar nasıl bir gelişim gösterebilirler? Bunun değişmesi gerektiğini ulemanın görmesi gerek.
Bacıdan Bayana kitabım 2001’de çıkmıştı daha sonra 2002’de toplatıldı ondan beraat ettikten sonra 22 yıl sonra bu kitabı yazdım. Bacıdan Bayana kamusal yasaklı yılların kitabıydı. Alternatifliliğin kamulaştırılması, kamusal mücadelenin açmazları, kamusal alandan uzaklığın getirdiği bünyesel zayıflık dini zayıflık, zaaflarla ulaşan mücadele kaygısı, kadınların dayanışması gibi konuları anlatıyordu. Derneklerde başörtülü kadınların, amatör bir ruhla çalışırken sonradan profesyonelleşme ve delegeleşme döneminde “bacı sen şöyle kenarda dur” denip, işlerin profesyonel hale kotarılması dönemi. “Sarışın, bakımlı kadınlarla başlayan bir süreç” başlamıştı. Şimdi ise tesettür ve hicap konularına daha başka türlü bakmamız gereken bir döneme geldik. Seküler jakobenlerle erkek egemen bakış açısına sahip dindarlara karşı sokakta bulunan, kamusal faaliyete katılmanın, kendini geliştirme çabası kadınlar var. Şehrazat Balkonda kamusal yasakların kalktığı bir dönemin kitabı. Şimdiki her şey başörtüsü yasağı üzerinden biçimlenirken başka bir bağlama geçildi ve profesyonelleşme dönemi başladı. Kadınlar yarım bırakıldıklarının peşine düştüler.
Şehrazat Balkonda’yı dört bölüm halinde ele aldım çünkü tecrübelerim bana bunların birbiri ile alakasını gösterdi: Mekan, dil, şiddet ve hicap. Hicabı daha geniş bir şey olarak ele alıyorum. Mesafeyle birlikte kişinin kişilik alanı. Merhametli bir mesafe. Hem kendini hem karşıtı koruma. Bu çok büyük bir bilinç. Kadınların tesettürü deneyimlemesi aslında çok büyük bir bilinç. Çünkü aslında hem kendisini hem karşısındakini korumayı amaçlıyor.
Ayla Kerimoğlu: Şehrazat aynı zamanda bir roman kahramanı. Kadınları tüm yaşadıklarına rağmen ayakta kalma mücadelesi göstermesini baz alıp da onları kahraman kabul ederek Şehrazat ile özdeşleştirmiş olabilir diye düşündüm. Şehrazat Balkonda’nın ismi nereden geliyor?
Cihan Aktaş: Bu kitapta üzerinde durduğum üç tane film var. Biri Ali Aydın’ın 2019 yılı Kronoloji filmi. Orada bir kadın cinayeti var ama önce çok mutlu bir çift görüyoruz. Kadın uzun zamandır kayıp ama bize gösterilen sıralama doğru değil. Sıralama tersten ve karmaşık olduğu için bağlantı kurmakta zorlanıyoruz ve en sonunda kadını kocasının öldürdüğü anlaşılıyor. İzlerken kimsesi yok mu diye düşündüm, mekan duygusu açısından da önemli. O cinayeti işlemeye kışkırtan şeyler çok önemli. Çocukları olmuyor. Hep akrabalardan gelen sorular var bedenlerle ilgili. Şimdiki gençler bu tür sorulardan nefret ediyorlar.
İkinci film Ceviz Ağacı filmi. Orada da suç üzerine anlatılan bir durum var. Yine kadın cinayeti var fakat adam öldürmediği karısının suçunu üzerine alıyor ve hapse giriyor. Geçmişte babasının bir travması var ve ona da geçmiş. Geçmişte babası askeri darbe sırasında tutuklanıp idam edilen arkadaşı için yardım edebilecekken yapacağı yardımı yapmamış. Onun getirdiği vicdan azabından dolayı da intihar etmiş adam. Çocuk da çok travmatize olduğundan feragat eder gibi “orada öldürülen benim karım da olabilirdi” diye düşünerek suçu üzerine alıyor. Suçluluk ve borçluluk hissi, bu ülkeyi kurtarmak, yoksullarla ilgili endişeler, Kürtler ve Alevilerle ilgili meseleler, Gazze, Filistin, Doğu Türkistan gibi meseleler çocukluluğumuzdan itibaren borçluluk hissi ile de bitişik. O borçluluk hissiyle hayatını sürdürüyorsan ve avantajların varsa bir şeyler içine sinmiyor ve kendini rahatsız hissediyorsun. Sürekli tedirginlik içerisindesin.
Elif Eda’nın Jülide filmi de üçüncü film. Jülide bir gece alt katında oturan arkadaşının evindeki gürültüler üzerine aşağı iniyor ve arkadaşının erkek kardeşinin intihar denemesi yaptığını görüyor. Adam kriz geçiriyor, Jülide onu yatırıyor, adam tekrar intihar etmeye çalışıyor, orada sabah ezanına kadar hayat, din, iman gibi konular üzerine konuşuyorlar. Seküler bir erkeğe başörtülü bir kadın sabaha kadar denize açık bir balkonda felsefe ve hayat dersi veriyor. Bu beni çok etkiledi. Şehrazatla ve kitapla böyle bir bağlantı kurdum. Şehrazat da cinayete kurban gidecek kadınları kurtarma çabası içinde. Dili ile anlatmaya çalışıyor ve bu dilin yetmezliği zaten mağduriyet oluşturuyor. Aslında mağdur insanlar aptal insanlar değiller. Tam tersi ferasetleri, bilgelikleri var ama ifade edebilmek, bu ifade becerisini kazanabilmek büyük bir kamusal dil oluşturuyor. Balkonlardan ölü veya sağ atılan kadınlar, acının olgunlaştırdığı kadınlar, Jülide’nin bu güvensiz mekanda sarf ettiği hayat kurtaran sözlerde yeni bir mahiyet kazanıyor. Yıllar önce İranlı bir yönetmen bir söyleşide “Konuşmayı başaramazsak şiddet yüklenir” diyordu.
Ayla Kerimoğlu: Peki kadının mekansızlaşması ne demek? Kadın mekansız hale nasıl geliyor. Sözlü ve fiziki şiddet ile mekan arasındaki bağı ele aldığınız bölümde ölmemek, öldürmemek, ölümlere seyirci kalma ile anlatma yeteneği arasında bir korelasyondan söz ediyorsunuz. Bu durumu dilsizleşme olarak da tanımlıyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız? Kadının mekansızlaşması, mekan ve şiddet arasındaki bağ ve buradaki dilsizleşme nasıl gelişiyor?
Cihan Aktaş: Bu konu üzerine düşünmeye annemin tecrübesi üzerinden yola çıktım. Refahiye’den İstanbul’a yola çıktığımızda, annem Refahiye’de çok güzel bir arkadaş topluluğuna sahipti. Roman okumayı çok sevdiği için arkadaşlarıyla bir araya gelip roman okurdu. Ben de başka bir odada onlara ara ara kulak kesilerek kendi kitaplarımı okurdum. 1973’te taşındığımızda annem gerçekten çok mutsuz oldu. Apartman komşularıyla aynı dünyayı oluşturamadı, arkadaşlarına mektuplar yazdı, melankolik bir insan oldu. İstanbul’un arka plan kodlarında Antik Yunan kenti kodları var. Bu tür kodda özellikle kadın, Aristokrat seçkin diyeceğimiz kadın, evlerin bir odasında kapalı kalır, sokağa çıkmaz. Sokaklar güçlü, sağlıklı, sportmen, çıplak erkekler içindir. Kız çocukları ile anneleri zenginlerse yukarı katta, yoksullarsa aşağıda bir odada olurlar. Erkekler kölelerle ya da saygın erkeklerle bir araya geldiğinde cariyelerle ya da hafif kadınlara beraber olurlar. Oraya seçkin ve soylu kadınlar inmez.
Kitabımın bir bölümünde İskenderiyeli Yunan filozof Hypatia’ın Hıristiyan fanatikler tarafından taşlanarak öldürülmesini anlattım. Bunu çok ilginç buluyorum çünkü 2oo yıl sonra İslam geliyor. Agorada Hypatia’ın babası üst düzey bir bürokrat olduğu için o felsefe eğitimi alıp İskenderiye’ye dönebiliyor. Evlenmiyor ve oligarşiyi perdesizce eleştiriyor, gök bilimi alanında keşifleri var. Hıristiyan liderler bunu kendilerine tehdit addettiklerinden hedef gösteriyorlar. Kadının pagan olduğu da söyleniyor. Bu paganlık karşısında Nietzsche de neredeyse Pagan oluyor Hıristiyanlık yüzünden. Hatta Nietzsche İslam’ı insan doğasına daha uygun bulur. İnsan doğasına saygılı olduğunu söyler. Biz de Katolikleşiyoruz yavaş yavaş evlenme ve boşanma meselelerindeki muameleler yüzünden. Reformlarla birlikte Osmanlı döneminde Anadolu çok daha serbestken Cumhuriyet ile birlikte paradigma değişiyor. Ben yatılı okulda okudum gerçekten verilen eğitim Hıristiyan pürüten eğitimden farksızdı. Sürekli iffeti kaybetmekle tehdit eden bir eğitim yapımız vardı. Köy Enstitüleri’nden gelen bir eğitim sistemi vardı. Kitabın temeli de böyle. Cinsel şiddetle ayrımcılık böyle bir şehir yapısını doğurdu. Mekanlar etkiliyor. Aileler çekirdeğe dönüştü, geniş ailenin yaşayacağı konaklar yok artık, her şey daraldı. Muhafazakar iktidarlar tersine bir durumu desteklediler. Pervazısca mahallerin arasına koskoca blokları diktiler. Gökyüzünün mavisinin de kul hakkı var. Adaletin olmadığı bir yerden de hakikat çıkmaz. Her şey mekanla başlar. Tabii bir şekilde devlet insanlara mekan sahibi olmalarını tevdi etmeli.
Almanlar İkinci Dünya Savaşı’ndan çıktıktan sonra şehirleri mahvolmuştu. Foucault’nun Biyopolitika kitabında okumuştum. Entelektüeller, şehir planlamacılar bir araya geliyorlar ve kurallar koymaya çalışıyorlar şehirler için. Kadınlara çeşitli sebeplerle sokaklar yasaklanıyor, kadın bedeni sık sık küfürlerle aşağılanıyor. Aslında erkek cinselliğinin aşağılanması o. Böyle bir şiddet var bugün sosyal medyada da hakim. Şehir, iş ortamları vs. annenin, kadının güvenliği, rahatlığı dikkate alınmadan yapıldığı için annelik bir yandan teşvik edilse de pratikle örtüşmüyor. Sadece söyleme dönüşüyor. Önceden annenin tecrübesinden yola çıkarak sofa, avlu, sokak vs. vardı. Şimdi şehirler de curcunaya dönüştü. Sanki bir güç gösterisiymiş gibi genç kızlar ve kadınlar da küfür dilini benimsemeye başladı. Bu sokak ve kamuda tutunmak için erkekleşmek bir tür kılıf gibi görülüyor. Kadınlar bu şekilde erkekleştikçe cinsel şiddetten korunabileceklerini düşünüyorlar. Sokağın sakini olmak başka türlü mümkün olamaz mıydı? Mekanın adaletini dil sağlayabilir diye düşünüyorum. Şehrazat erkek dilini ödünç alarak konuşmamıştı. Dil boşluğu, mekan, uçurumlar, yalıtımlar, türdeşler ile sitelere kapanmalar, doğru sevememe, doğru ifade edememeye sebep oluyor. Tevazuya ve hicaba ihtiyacımız var. Rıza olmayınca hiçbir yerde layıkıyla yaşanmıyor. Bugün kamusal alan mükemmel değil ancak güçlü bir devinim var.
Ayla Kerimoğlu: Mekanlarla hayatlarımızı olumlu anlamda değiştiren bağları önemli ölçüde yitirdik diyorsunuz. Bu nasıl oldu? Aile içi şiddetine evin değişen anlamı üzerine bir şeyler söyleyebilir misin?
Cihan Aktaş: Söz gelimi sokak. Ben mesela sokakta büyüdüm. Sokağın tekinsizleşmesi, ıssızlaşması söz konusu oldu. Ben Esenler’de çalışma yapıyorum. Oradaki gençlerle röportaj yaptım bir tane “Benim sokakta hiç bir hatıram yok” dedi. Şehir aslında bizim yeniden İslamlaşmamız için, kadınların yeniden İslamlaşması için özgür bir alan sunuyor. Ben Refahiye’de yetişen biri olsaydım kesinlikle seküler bir insan olabilirdim. Orada bana yöneltilen din üzerine tahakkümü kabul etmezdim. Başörtüsü direnişini başlatan kadınlar 80’lerde ancak bunu kentleşme içinde yapabildiler.