Doç. Dr. Yaylagül Ceran Karataş ile “Peki, Şimdi Kötülük Nerede?”

Hazırlayan: Yorum yapılmamış Paylaş:

Kötülük üzerine konuşmamızın birkaç gerekçesi var. Geçen oturumda da konuştuğumuz gibi bunlardan biri bizi muhatap alan, yaratan ve sürekli ilişki halinde olduğumuz Tanrı’yı tanımak, diğeri ise insanı anlamaktır. Yani hınç, hırs, haset, kibir gibi duygular ve rasyonellikle birlikte, “İnsan nedir ki iyi ve kötü arasında bir ilişki kurabilsin?” ya da “İnsan doğası kötü müdür ki kötüyü yapsın?” sorularına odaklanırız. Hıristiyanlığın Katolik yorumu üzerinden giderek ilk günah tartışmalarını dikkate alırsak, “Zaten günahkar olarak gelinmiş bir dünyada, nasıl yaşamamız gerekiyor?” sorusu da önemli hale gelir. Ya da İslam’ın vurguladığı muhataplık, kulluk bilinci açısından kim olduğumuzu ve kimin muhatabı olduğumuzu anlayabilmek ve eylemlerimizi temellendirebilmek de için kötülük üzerine düşünmek önemli hale gelir.

Bu açıdan kötülük üzerine düşünmek ve soru sormak hem kuramsal çalışmalar için hem de pratikte insan ilişkilerini temellendirmek açısından önem kazanmaktadır. Kötülük üzerine konuşmak, aslında bıçak sırtında yürümek gibidir; sorduğumuz sorular bir taraftan tahkike yönlendirirken diğer taraftan tahribe yol açabilir. Bu ikisi arasında gidip gelirken nerede fayda sağlayacağımızı, nerede sabit bir noktaya geleceğimizi düşünmemiz ve bilmemiz gerekir. Bilmek, bildiğine göre eylemek ve eylediğine göre var olmak ayrı şeylerdir, birbirlerini tamamlarlar. Biri olmadığında diğeri de olmaz. Bildiğinizle amel etmediğiniz zaman o bilgi yüktür, çünkü eyleme ve dile yansımaz. Bu durumda bilgiye kötü de diyemeyiz. Bilgi, evrensel ölçüyü sağlayan şeydir. Bu bilgi, ilim, hilm hepsini içeren bir yapıya sahiptir. Sadece rahatça ölçülen bir bilgi değildir. İçinde hikmet de vardır, gazap da. Bu bilgi de insan için mümkün değildir, dolayısıyla ölçüyü insanda arayamayız. İnsanın her bilmesi eksiktir, çünkü her bilmemiz belirli bir varoluş biçimiyle mümkündür.

Kötülük üzerine konuşmanın her türlü tehlikesine ve tehdidine rağmen, kötülüğü bilmenin kötülüğü yapmayı gerektirmediğini, bilakis kötülüğü bilmenin iyiliği nerede konumlandıracağımızı anlamak açısından önemli olduğunu söyleyebiliriz. Bu tartışmalı bir nokta, çünkü kötülüğün nerede olduğunu bilmek, zihnimizde ve kalbimizde kötüye dair belirli imgeler oluşturur. İnsan öyle kompleks bir varlıktır ki, bu imgelerin takibini de yapabilir. Bir katilin güncesini, bir intihar sahnesini ya da fesat, haset, kıskançlık dolu bir entrikayı okuduğunuzda, kalbinizin ve aklınızın bir yerinde ona ilişkin bir şey kalır ve bu, sürekli “acaba?” diye atan bir nabza dönüşebilir. Bu “acaba”yı yönetebilmek kıymetlidir ve kendini bilmek burada olgunlaşmaktadır.

Bir önceki hafta, kötülüğün Tanrı’yla ilişkisini, kötülüğün varlığı veya yokluğu, Tanrı’nın adaleti, ilmi, kudreti ve iyiliği üzerine konuştuk. Bir yaratıcı tanımı yapıp o yaratıcı tanımına nispetle kötülüğü tanımlamak ve teodise geliştirmek işin kolay kısmı. Zor kısmı, “Tanrı’nın kötülüğü yaratması” yargısını temellendirmektedir. Kötülüğün var olmasının Tanrı’nın kudretine, ilmine veya yüceliğine zarar vermediğini kavramaktır. Fakat kötülüğün varlığını insanın kendi eylemlerinde görmeye başlaması, onun zararını ve yolun patikalarını veya kayganlığını gözler önüne serer. Çünkü Tanrı, iyiliği ve kötülüğü birlikte yarattığını, kötülüğü yaratmanın Kendi yaratma kudretine ve ilmine bir zeval getirmediğini söyler. Ayrıca iradeyi de yaratıp insana emanet olarak verdiğini belirtir. Bize bıraktığı bu nokta en sıkıntılı noktadır, çünkü artık kötülüğü sadece teolojik çerçevede değil, antropolojik çerçevede, yani insan oluş üzerinden konuşmamız gerekir.

Kötülük meselesi Batı düşünce geleneğinde 1700’lerden itibaren konuşulurken artık sadece Tanrı üzerinden değil, insanı da aktör olarak sürecin içine dahil ederek konuşma başlandığını belirtmeliyiz. İslam düşünce geleneğinde, İslam felsefesinde, kelam tartışmalarında ya da tasavvufi yaklaşımlarda ise kötülük bir iman meselesi değil bir ahlak ve psikoloji sorunu olarak ele alınmıştır ve insanın eylemlerindeki kötülük üzerinde durulmuştur. Kötülük açısından bu teodiseden çok bir antropodisedir. 

18. yüzyıla kadar Batı felsefe geleneğinde bu meseleler hep rasyonellik ve aklın kuşatıcılığı üzerinden tartışıldı. Sonra Kant, “Rasyonel Teodiselerin İmkansızlığı Üzerinde” adlı metninde teodiseyi ya da kötülüğü konuşurken rasyonel sınırlar içinde konuşmanın imkansızlığı ve tutarsızlığı üzerinde durdu. Çünkü rasyonellik, aklın bir yönüdür; ölçüp biçmeyi ve hesap etmeyi gerektirir. Rasyonel düşündüğümüzde bir şeyi zaman ve mekanda ölçüp biçip değerlendiriyoruz, bir yere konumlandırıyoruz. Ama akıl sadece bu değil. Aynı zamanda o ölçtüğümüz, biçtiğimiz şeyi eylemimize, hikayelerimize dahil eden bir yöne de sahiptir. Onunla ölçüp biçiyor, bir şeyi başlatmak ya da bitirmek için o ölçüyü kullanıyoruz. Ama bu ölçülerin üzerine şiir de yazıyoruz. Bütün bunları düşündüğümüzde, sadece ölçüp biçtiğimiz ya da rasyonelleştirdiğimiz yönüyle kalmıyoruz. Onunla farklı anlam düzeylerinde, hayal ve imge düzeyinde ilişki kuruyoruz. İşte kötülüğü konuşurken bu imgelerin rasyonellik üzerindeki etkisi üzerinde de konuşulmaktadır. 

Batı’nın akıl ve duyguyla insan üzerinden kötülüğü okuma biçimlerini, İslam kelam ve tasavvufunda ikinci kuşakta çok daha açık bir şekilde görmeye başlıyoruz. Kötülük, insanla ilişkili bir mevzudur. Ahlak meselesi hem kelamda hem de felsefede psikolojiyle ilişkilendirilerek okunmuştur. Ve kötülük psikoloji, sanat ve hukuk üzerinden, fıkıhla ilişkilendirilendirilmiştir. “Bir insan neden günah işlemek ister ya da günaha neden meyyaldir?” sorusunun arkasındaki psikolojik ve toplumsal, sosyolojik çözümlemeyi yaparlar. “Tanrı günahı nasıl yarattı?” diye sormazlar. Bu nedenle İslam düşüncesinde, kötülüğün Tanrı ve insanla ilişkisini tartışılırken insan sürecin içine dahil edilerek tartışılmıştır. İnsanın duygu durumlarını, etik, estetik, politik ve fıkhi günlük yaşamına dair bütün yapıp etmeleri tartışmaya açılmıştır.

Kötülük insanın rasyonelliği sorgulanana kadar hep Tanrı’nın kötülükle olan imtihanı, yani Teodise üzerinden konuşulmuştur. Ama Teodise’yi anlayabilmek için Tanrı’nın adaletini, iyiliğini, yüceliğini, kudretini ve insanın kötülükle olan antropolojik, ontolojik, metafizik, etik, estetik ve politik yönlerini konuşmamız gerekiyor. Çünkü insan, doğasında veya eyleminde, ya da başkasının eyleminde, hep kötülükle ilişki içerisindedir. Bu çerçeveden baktığımızda ilk gördüğümüz şeyler genelde kıskançlık, öldürme, hasetlik ve sabırsızlık gibi eylemler olabilir. Bunlar bizim kötüyle olan diyaloğumuzu besleyen yönlerdir.

İlk tartışmayı Batı felsefesi üzerinden, Hıristiyanlıkla beraber okursak karşımıza çıkan temel iki nokta vardır: Şeytan’ın yani Lucifer’in düşüşü ve insanın cennetten kovuluşu. Şeytanın ilk isyanı, kilden topraktan yaratılan ve eksik gördüğü bir yapıya tapması istendiğinde ortaya çıkmıştır. Kendi ateşten yaratılmış olduğu için insanı aşağı görmüştür. Herakleitos milattan önce beş binlerde “Her şeyin anası ateştir” demiştir. Aynı zamanda ateş, evin ve bir arada olmanın unsuru olan ocak’la da ilişkidir. İnsanın insan olmaklığını anlatan, yeryüzünde varoluşunu sürdürebilmesini sağlayan mitolojik hikayelerde de ateş önemli bir kahramandır. Çünkü biz ateşle yeryüzünde var olmaya ve yeryüzünü imar etmeye devam ediyoruz. Başka bir ifadeyle, yeryüzünde varoluşumuzun, insan olarak soyumuzu devam ettirebilmemizin araçlarından biri de ateştir.Teolojik tartışmalarda da ateşin, toprağı kuşattığı ve daha yüce, daha kutsal olduğu düşünülür. İnsanoğlu da çocukluğundan beri ateşi merak eder. Silahlardan çıkan ateş, taşın sürtmesiyle oluşan ateş, yeryüzünün çekirdeğindeki ateş, güneşteki ateş… Sıcaklık ve yakıcılık gibi unsurları bir arada düşündüğümüzde ateşin, şeytanla olan bağının yanı sıra figür olarak kötü ile ilişkisini kurma noktasında pek çok sembolik sistem karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla ateşi farklı yönleriyle düşündüğümüzde, şeytanın ateşten olmasının ne kadar önemli olduğunu da görüyoruz. Mesela ateşin nurla ilişkisi de var. Ateş, sadece fiziksel anlamda bir oluş değil, bir duygu, arzu, tutku, öfke, isteme, sonsuzca istemeyi de içerir. Aşkı da hep ateş temsil eder. Bachelard, “Duygu durumlarını varoluşun dışında tuttuğumuzda oluşu ve eylemi anlamakta zorlanırız” der. Bu yüzden Arzuyu, tutkuyu, istemeyi dışarıda bırakırsak varoluşu temellendirme noktasında ve kötülüğü anlamakta kötünün ne olduğunu kavramakta eksik kalırız.

Bu nedenle insanın kötülükle ilişkisini konuşurken, sadece rasyonel bir şekilde bile isteye kötülük yapmakla, kötülüğün bir tutku olarak insanın varoluşuna gömülmesini dikkatli bir şekilde ayırmamız gerekiyor. Duygular, bize imgeler üzerinden gelir ve imgeler her türlü potansiyeli taşır. Her şeyi kafanızda tasavvur edebilir, hayal edebilir, canlandırabilirsiniz.

Bu bağlamda kötülüğün varlığı ya da yokluğundan ziyade, hangi yönleriyle ortaya çıktığı tartışılmıştır. Kötülük vardır ama görecelidir ve mutlak değildir. Kişinin içinde bulunduğu duygu durumuna, ilişki ağına göre değişebilir. Bu yönler, bize kötülüğü sağaltma ve bunu yaparken başvuracağımız araçlar noktasında ipucu verir. Kötülük, Tanrı ile sürekli ilişkilendirildiğinde çözümsüz bir sorun olarak kalmaktadır. Ancak insan üzerinden konuşulduğunda kötülüğün kategorileri ve boyutları ele alınır. “İnsan nerede ve neden kötü eylemi yapar ya da yapmak ister? Kötülük insanın fıtratında, doğasında içkin olarak var mıdır? Yoksa içinde bulunduğu tarihsel ve kültürel kodlarla ortaya çıkan bir şey midir? Arzuları dolayısıyla ortaya çıkan bir şey midir?” gibi sorular üzerinden gidilebilir.

Kilise babaları ilk kuşakta “Kötülük yapalım, af dileyerek arınıp Tanrı’ya daha çok yaklaşalım” diyerek kötülüğü bir arınma Tanrı’yı birlemenin bir aracı bir terbiye yöntemi olarak görüyorlardı. Af dilenecek bir güç olarak yaratıcıya yönlendiren bir araç…

Kötülüğü insan ilişkileri ya da insanın yapıp etmeleri üzerinden okuduğunuzda bu, af dileyerek çözülecek bir terbiye yöntemi olmaktan çıkıyor.  Çünkü Tanrı, “Ben sana irade verdim, yapmasaydın” diyebileceğini açıkça belirtiyor. Bu noktada özellikle insanla kötülük ilişkisini tartışılırken, kötülüğün hangi duygu durumlarıyla ilişkili olduğunu, bir eylemi veya oluşu kötü olarak ifade eden, kötü olarak sınıflandıran şeyin ne olduğunu görmemiz gerekiyor. Bunun için de hangi dilin nasıl kullanıldığı önem kazanmaktadır.

Örneğin, kötülük ve insan eylemleri tartışılırken edebiyatta, teolojide şeytan ve kadın kötülüğün temsilleri olarak sunulduğu görülmektedir. Varlığın mahiyetinin inkarı ve cenneten, saflıktan, sonsuz olandan kovulmanın/düşmenin nedeni olarak şeytan ve kadın anılmıştır. Yalan, hırs, öfke, kıskançlık, haset ve fesat gibi eylemlerin hep kadınla ilişkilendirildiği görülmüş. Bu konu üzerinde düşünüldüğünde dilin nasıl kullanıldığı, failin kim olduğu kötülük üzerine çalışmalarda önem kazanmıştır. Özellikle üçüncü kuşak feministler, kötülük meselesi yazılırken kullanılan dilin eril dil olduğunu belirtmişlerdir. Bu yüzden kötülüğü anlamak için hangi dilin kullanıldığına, kimin eyleminin dikkate alındığına ve tarihi kimin yazdığına dikkat etmemiz gerekiyor. Peki bunu tespit etmek o kadar kolay mı?

Kötülük, insan eylemiyle ortaya çıkan bir şey olduğundan, mutlak anlamda bir davranışı, bir eylemi veya bir duygu durumunu tamamen kötü olarak adlandırabilir miyiz? Hayır. Tıpkı bir bıçak gibi; yemek yapmak için de kullanabilirsiniz, birini öldürmek için de kullanabilirsiniz. Dolayısıyla aracın kendisine kötü diyemiyoruz. Eylemlerin kimi etkilediğini, hangi niyetle yapıldığını, nedenini, sürecini, sonucunu ve etki alanını birlikte düşündüğümüzde kötüye kötü diyebiliyoruz. Genel geçer her yerde aynı olan tek bir kötülük yerine çünkü aynı davranış, bir başkası için kötü olmayabilir hatta bir kişi için bir dönem kötü olan bir şey, başka bir dönemde iyi olabilir veya coğrafyaya, kültüre göre değişebilir, o nedenle kötülük eylemlerde ortaya çıkan ve göreceli olandır. Psikolojinin kötülükle ilişkisi burada çok daha kritik bir rol kazanıyor ve “Evrensel bir duygu durumu var mıdır?” sorusu soruluyor. Felsefecilerin işe dahil olduğu nokta burası. Felsefeciler, duyguların adını tanımlıyor, içeriğini ya da yansıma biçimini değil. Sevginin çok farklı yansımaları olduğunu, kimisinin yakından boğarak kimisinin uzaktan sevdiğini söylüyorlar.

Kötülük üzerine konuşmak, kötüyü bu duygu durumları içinde nasıl tanımladığımızla ilgilidir. Her türlü zarar verme eğilimi, eksiltme eğilimi, incitmek, doğasına uygun olarak işleyişini engellemek, bir şeyin varoluşunu bastırmak gibi fiillerin hepsi kötüdür. Tamamen nereden baktığınızla ilişkili olarak değişiklik gösteren kötülüğün estetik, politik ve psikolojik boyutlara sahip olduğu kullanılan dilde ve ifadelerde ortaya çıkmaktadır. Ama duygu durumunun yansıması ve etki alanı farklıdır. Yani iyi, kötü, güzel, çirkin, sevgi, nefret, hırs, kin, haset gibi evrensel kavramlar her dilde kavram olarak var ama bunların her birinin yansıdığı eylem durumu farklıdır. Bu noktada zaman, mekan, aktör faktörlerini bir arada düşünmek gerekiyor. Bu da çok fazla detay ve sürekli aktif bir düşünmeyi gerektirdiği için zihni zorluyor. Burada felsefi tartışma biraz daha derin bir noktaya geliyor. Özellikle ontolojik tartışmalar açısından bakıldığında, kötüyü anlamak ve baş edebilmek için filozofların iki temel kavramını birlikte düşünebiliriz: Kendinde olan ve kendisi için olan. Bu kavramlar, özellikle Hegel ve sonrasında karşımıza çıkar. Kant’la başlar ama Hegel’de çok daha somut bir şekilde görülür. Sonrasında varoluşçu filozofların pek çoğunda, özellikle Jean-Paul Satre’de de karşımıza çıkar. Bir eylemin etki alanını etik, estetik ve politik açıdan düşündüğümüzde de böyle değerlendiririz.

İnsan hep ilişki içerisindedir. Elimize aldığımız, baktığımız, yöneldiğimiz, duymaya ve görmeye çalıştığımız her şeyi bir maksatla yaparız. İşte burada uzun süre ahlak tartışmaları, özellikle niyet meselesi üzerinden gündeme gelmiştir ama sadece buna indirgenemez. Çünkü o niyetin sürecini, eylemi ve etki alanını görmemiz gerekiyor.

Kötülük için “Varlık alanında ortaya çıkar, içkin değildir” denebilir. Ama tam da burada o ontolojik tartışmada “İçkin olmayan ya da var olmayan bir şeyi başka bir duygu durumuyla nasıl ifade edebiliriz? Farklı bir şekilde söylersek, olgulardan hareketle dili nasıl kurarız?” soruları gündeme gelebilir. Kelime olarak, ifade olarak var olmayan bir şeyi nasıl anlamlandırıp nesneyle ilişkilendiriyoruz ve dilde bir anlam ve gerçeklik ilişkisi kuruyoruz. İnsanın cennet düşüşü meselesinde varoluşu, Kur’an’ı kendinde anlamış olmadığımız için kötülük tartışmalarındaki gerekçeler üzerine rikkatli değiliz. Adem ve Havva kıssasını tamamen Yahudi ve Hıristiyan kaynaklarından okuyoruz ve bunun üzerinden hüküm veriyoruz. Bunun Kur’an’da sunuluş biçimi, etkisi, sonucu, kaynakları üzerine düşünmüyoruz. Biz hep bu olayı Hıristiyanlık üzerinden cennetten düşüş olarak okuyoruz. Böyle bir davranışın başka şekillerde yansımalarını görebiliriz. Problem burada kaynaklara yönelmemiş olmak değil. Haniflik ve ümmilik, olguyla ilişkilenememektir. Çünkü insanız, yaşıyoruz ve hikayeler oluşturuyoruz. Metodoloji, usül, zamanın ruhu çok önemlidir. Yani varoluşta ve varoluş anlamak için usul önemlidir: Neye, nasıl ve hangi araçlarla bakacağını bilmektir aslında usul. 

Tüm bunları düşündüğümüzde, kötülüğü anlamaya yönelik geliştireceğimiz usulün çok önemli olduğunu söyleyebiliriz. Nasıl baktığımız bize ne gördüğümüzü, ne okuduğumuzu ve neyi dinlediğimizi de söyleyecek. İnsan eylemleri söz konusu olduğunda, bu eylemlerin kötüyle olan ilişkisini konuşurken belirli bir kültürel, tarihsel zemin içinde konuşuyoruz. Dolayısıyla mutlak anlamda her yerde ve her koşulda geçerli bir eylemin iyiliğinden ya da kötülüğünden bahsedemiyoruz. Kibir, kıskançlık, haset gibi duygular, sağaltılması gereken duygulardır. Dolayısıyla kötülüğü insan üzerinden okurken, psikolojinin devreye girdiğini görüyoruz. Bu noktada konuya hukuk da dahil oluyor. Örneğin, bir kişiye kasten zarar verilmesi, yasa karşısında belirli bir ceza gerektiriyor. Dolayısıyla artık kötülük, hukukun da konusu haline geliyor. Aynı zamanda dilin, Tanrı’yla bağ kurmamızın da konusu haline geliyor. Dolayısıyla bir eylemi yaparken, evrensellik kısmı burada da karşımıza çıkıyor. Kavramsal hale getirilip soyut bir çerçeveye oturtulup teori oluşturma noktasında, evrensel kültürde tartışıldığını, teolojik anlamda, psikolojik anlamda ve edebiyat çerçevesinde kötülüğün konuşulduğunu görüyoruz.

Edebi ürünlerde, Divan Edebiyatı’nda, Batı romanında şiirde kötülüğü, kötü karakterleri görüyoruz ve “Evet, kötülük var” diyoruz. Yapıp ettikleri genelde bir masuma zarar vermek oluyor. Çok daha radikal uçlar da olabiliyor. Örneğin, Marki de Sade’in kitaplarında sadizm, mazoşizm her şey var. Kötülük, kötülük için yapılıyor. Bu tartışma, insan üzerinden okunduğunda, insanın bir arzu varlığı olduğuna ve yapıp ettikleriyle kötülüğün ortaya çıktığı sonucuna varılıyor. Hatta Schopenhauer’un “En büyük suçumuz doğmuş olmak. Peşinde daima ölüm cezası varken yaşam nasıl bir suç olmayabilir?” bu sorusuyla birlikte düşünmek kötülüğü anlamak açısından bir çerçeve daha açıyor. Bunun üzerine düşünmek gerekiyor. Doğmuş olmak ne demek? Doğuş, eğer asli olan, korunaklı olan yerden çıkış ise zaten en büyük hatayı baştan yapmış oluyoruz. Ama anne karnında veya öncesinde her şeyin mükemmel olduğuna dair algımız nereden geliyor? Schopenhauer burada tamamen eski hayata atıfta bulunuyor. Yani doğmuş olmak suçumuzdur. Çünkü Âdem ve Havva yeryüzüne düştü ve bu bir suçla gerçekleşti. Suçun kaynağı da arzu. Tanrı olmayı arzulama söz konusuydu. Arzularımız, dünyada varoluşumuzu mu temellendiriyor? 

Varlığı anlama biçimimiz açısından da çok sıkıntılı noktalar yaşıyoruz. Biz her şeyi kendimizden menkul ve kendimiz için görüyoruz. Var olan hiçbir şey sadece insan için değil. Her şey kendinde bir anlam, değer ve özgünlük taşıyor. Bütün bir eşyanın, bütün bir varoluşun birbiriyle ilişkili olduğunu ve her şeyin birbirini etkilediğini düşündüğümüzde, kötülüğü öylece sıyırıp almak o kadar kolay olmuyor. Eşyayla bağ kurma biçimimizi sadece ölçüp biçmek değil de, empati kurarak onun oluşuna dahil olarak incelediğimizde, kötülüğe ve iyiliğe dair bakışımız değişiyor. Bizim bunu değiştirmemiz lazım.

Geldiğimiz nokta, artık eskiyi her türlü devam ettirebileceğimiz bir nokta değil. Çünkü eşyayla bağ kurma biçimimiz, bilgimiz, görgümüz, tecrübemiz çerçevesinde gelişti. inançlarımızı, gündelik pratiklerimizi biçimlendirdi. Ama şimdi başka tecrübeleri de görüyoruz. Hala o eski bakışla bu tecrübeleri değerlendirirsek oluşa ihanet etmiş, varlığa şiddet uygulamış oluruz. İşte bunu aşabilsek, bu tartışmaları usule oturtmuş olsak, tartışmaların zeminsizliğini görebiliriz. Çünkü ilişki kurma biçimleri değişti. Çoklu bir düzen içinde eş zamanlı olarak pek çok ilişki kurabiliyoruz. Bunun üzerinden bir bakış açısı geliştirmemiz, bir yaşam biçimi, bir hikaye oluşturmamız gerekiyor. Ve hikaye oluştururken de ister istemez birilerini dışarıda bırakırken bunu hangi gerekçeyle ve nasıl yapacağımızı düşünmemiz ve eylemlerimizde temellendirmemiz gerekiyor. 

Elbette insan, belirli bir hikayenin parçası olduğu kişiyle ya da grupla ilişki kurarken daha rahat olabilir, ama bu onun mutlak var olma biçimi değildir. Bunun üzerine düşünmemiz gerekiyor. Bu da çok ciddi bir zihinsel esneklik gerektiriyor. Bu aslında yaşamın içinde o akışı görmek, bir şekilde içinde bulunduğumuz duygu durumuyla yüzleşmekle olur. İyiliğin içinde kötülük kısmı da burada karşımıza çıkıyor. Birini iterken, bir an önce gidip evde çocuklarınıza yetişmek veya başka birine yardım etmek için itiyor olabilirsiniz. Niyetinizde bir problem olmayabilir ama eyleminizde problemmiş gibi görünen yönler vardır, çünkü zarar veriyorsunuz.

Gördüğümüz üzerinden hüküm verirken, bütün o etki alanını, kaynağı ve kökeni beraber düşünmemiz gerekiyor. Sürekli soru sormak, sorgulamak, eleştirmek gerekiyor. Nefsin sürekli soru soran yönünü beslemek ama o seviyede kalmamak gerekiyor. Bütün bu ilişkileri bir arada düşündüğümüzde, kötülüğe dair tartışma somut bir çerçeve kazanıyor.

Herkes için kuşatıcı bir yasa ya da herkes için kuşatıcı bir çerçeve oluşturulacaksa, bunun Tanrı’nın kelamı ile olduğunu söylüyoruz. Tanrı kelamı nasıl açıklanıyor? Dinler tarihinde bütün bir kavga bunun üzerine kuruluyor. Bu ölçüyü insana veremezsiniz. Çünkü insan vicdanını, nefsini, arzularını ve tutkularını işin içine karıştırıyor. Ve apaçık olan şeyi kendi tutkularıyla örtüp başka bir şeye çevirebiliyor. O yüzden vicdan iyi bir yargıçtır, ama o vicdanı hanif bir bedende, hanif bir varoluşla taşıyabiliyorsanız öyledir.

Sonuç olarak bu kadar çok soru ve sorun bağlamında kötülüğü apaçık görüyoruz. Bir haset duygusunu, bir bakıştan, bir mimikten, bir ifadeden çıkarabiliyoruz. İyilik yapılırken gerçekten niyetin de iyi olduğunu biliyoruz ama yapılan şey çok kötü olabiliyor. O nedenle kötülüğü insan üzerinde konuşurken sadece niyetler üzerinden, ya da sonucu ve sadece süreci üzerinden konuşamıyoruz. Niyeti, süreci, sonucu ve etki alanını hep beraber düşünmemiz gerekiyor. O zaman kötülüğün göreceli olduğu, değişebildiği, her yerde, her zaman var olabildiğini ve iyiliğin içinde de olabildiğini görebiliyoruz.

Önceki Yazı

Doç. Dr. Yaylagül Ceran Karataş ile “Kötülüğün Tarihteki Yeri”

Sonraki Yazı

Doç. Dr. Yaylagül Ceran Karataş ile “Kötülük Nedir?”

Bunlar da ilginizi çekebilir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir