6-9 Eylül 2014
Bir şehir nasıl kurulur?
Verimli toprakları vardır, tatlı su kaynağına yakındır, göç yolları üzerindedir… İnsanlar adım adım yerleşirler. Şehir kendiliğinden oluşur.
St. Petersburg; sıfırdan, özene bezene kurulmuş, yeni bir şehir. Rusların kendi tabirleriyle “Büyük Petro”, Türklerin tabiriyle “Deli Petro” ve rehberimizin tabiriyle de “sizin(yani bizim)enişte” Çar Petro tarafından, Neva Nehri üzerindeki 42 ada üzerinde 1703’te kuruluyor. Amaç “ Avrupa’ya açılan bir kapı” yapmak. Petro kararlıdır, bu soğuk ve nemli yeri, düzenli bir sokak planı, taş binalar ve akademiler sayesinde hareketli bir başkent haline getirecektir. Kent; Vasilievsky Adası merkez alınarak İtalyan mimarlar tarafından tasarlanır.
Petro, Moskova’nın ortaçağ havasını sevmemektedir. Avrupa hayranıdır ve oralardaki gibi modern bir şehri olsun ister. Derin bataklık olan bu bölge seçilir. 40 binden fazla köylü ve İsveçli savaş esiri burada çalışıp can verir. Saraylar, kanallar, heykeller yaptırır ve bu durum kendisinden sonra da devam eder. Artık Avrupa’dan ithal edilen her şey önce bu şehirde denenir ve sonra Rusya’nın geri kalanına geçer.
Şehir, 200 yıl Rus çarlığına başkentlik yapar, Rus iç savaşı sırasında Petrograd(1914-1924), Sovyetler birliği döneminde ise Leningrad adıyla anılır.(1924-1991) Daha sonra gelen yönetim şehrin ismini tekrar St. Petersburg olarak değiştir. Rusların söylemiyle artık Sank Petarburg’dur. İsimdeki Alman tınısının nedeni, Aziz Petro isminin uluslararası bir kullanımının olması isteğindendir.
1.Gün: Kanallar Şehri ile Tanışma
6 Eylül 2014, Cumartesi günü 30 kişilik grubumuzla birlikte ayak basıyoruz kuzeyin Venedik’i St. Petersburg’a. Naif, serin bir hava karşılıyor bizi. Rehberimiz Julia’nın Rus aksanlı harika Türkçesi eşliğinde ufak bir şehir turuna başlıyoruz. Moskova’ya kadar(690 km) uzandığı söylenen Nevsky Caddesi boyunca kale duvarı gibi dizilmiş binalar dikkatimizi çekiyor. Çetin kışlar için birbirlerinden destek alır gibiler. Arada boşluk bırakmadan, sımsıkı ve dimdik 4-5 katlı bu binalar, geçitlerle avlulara açılıyorlar.
Şehirde yüksek binalara izin verilmiyor. Şehir içi 43m, şehir çevresinde 63 m’yi geçemiyor binalar. Kaotik olmasın, estetiği muhafaza etsin diye sıfırdan yapılan bu şehir, günümüzde de itinayla korunuyor.
Amsterdam’daki şehir planlamacılığından ilham alan Petro, şehri kurduğu deltadaki akarsuların çoğunu kanallara dönüştürmüş. Şehir büyüdükçe de yeni kanallar açılarak bu ağ genişletilmiş. 100 civarında suyolu olduğu söyleniyor St. Petersburg’da. 4 gün boyunca kaç köprüden geçiyoruz, kaç adaya ayak basıyoruz sayamıyoruz. Aslanlar, şaha kalkmış atlar, sfenksler bekliyor köprüleri bu şehirde. 16 köprü gece açılıyor, gündüz kapanıyor. Gece mesaisi yapan köprülerin şehri burası…
Dvortsovi Most(saray köprüsü) üzerinden Vasilyevski Adasına geçiyoruz. Neva Nehri’nin bekçisi Rostal Sütunları’nın (deniz fenerleri) önünde fotoğraf molası veriyoruz. Nehir kenarına dizilmiş, tek boy, nizam içindeki binaları, kışlık sarayı(Ermitaj), güvercin uçuran gelin damadı, ilk St. Petersburg kalesini, nehirde koşuşturan tekneleri, jet skileri izliyoruz bir süre… Nehrin lacivert kadife dokusu gözlerimizi alıyor.

Tatar Camiinde Türk İmam
Yol üzerinde Lenin, Troçki heykelleri barındıran; çınar, kestane, meşe, ıhlamur ağaçlarının olduğu parklar görüyoruz. Bir başka köprüden geçip, Mimarisi Özbek tarzı olduğu için Özbek Camii, şimdiki yönetimi Tatarlarda olduğu için Tatar Camii diye anılan Cami’ye gidiyor ve tek saf kılınan ikindi namazına denk geliyoruz. Tesbihat bizden gibi ve imam Türk çıkıyor!

Bir müddet sohbet ediyoruz, şehirdeki Müslümanlar hakkında bilgi alıyoruz. Yardımcı imam olarak görev yapıyormuş. Öğle, ikindi ve akşam namazlarını kılınıyormuş sadece camide. Cuma namazlarını Tatar müftü kıldırıyormuş. St. Petersburg’da 700-800 bin Müslüman olduğunu söylüyor imam. “Bayram namazlarında 90-100 bin kişi oluyor, cemaat parklara taşıyor” diyor. Sair vakitlerde 2-3 saf, genelde de gençler oluyormuş.
Dışı 7000 mozaikle bezeli Kanlı Kilisenin önünde bir müddet mola veriyoruz. Çar II. Alexander burada öldürüldükten sonra inşa edilen bu kilise bu adla anılır olmuş. Akşam otelimize yerleşip, günü sonlandırıyoruz.
2. Gün: Avrupalı Bir Rus Şehri

Rehberimizin uyarılarıyla en rahat ayakkabılarımızı giyiyoruz, gezilecek yer çok. Şehir çıkışında görece yüksek sosyalist binalar, uzaklaştıkça yerlerini üçgen çatılı, rengârenk villalara bırakıyorlar. Yarım saatlik bir yolculuğun ardından yazlık saray Petergof’a varıyoruz.
Petro “yöneticilerin en büyüğüne yakışır” bir saray yaptırmaya karar verir. Versailles’ı ziyaretinden sonra bu konudaki hırsı iyice artar ve dönünce bu sarayın yapılması emrini verir. 1723 yılında tamamlanan saray, o zamandan beri pek çok kez yenilenir, genişletilir. 2. Dünya savaşında ise Nazi işgaline uğrar ve tamamen harap olur, yıkılır. İçindeki taşınabilir olan eserler işgal öncesinde Sibirya’ya kaçırılır ve hendeklerde saklanır.

100 bin hektar alan üzerine yapılmış olan bu saray tam bir Fransız bahçesi. Birbirine simetrik fıskiyeli havuzlar, bahçeye uzanan geniş merdivenler, çiçeklerle bezeli yollar, büyük ağaçlar ve tabi Finlandiya körfezine uzanan Büyük Çeşmeli suyolu. Petro, Baltık kıyısına yaptırdığı bu saraya misafirlerini St. Petersburg’dan deniz yolu ile getirirmiş. Sarayın önüne kadar uzanan bu kanal, misafirlerin saraya ulaşımını kolaylaştırmak için yapılmış.
Petro, karısı Katerina( Prut Savaşına katıldığı, Baltacı İbrahim Paşa ile müzakerelere katıldığı söylenir), kızları Elizabeth, büyük (2.)Elizabeth… Rusya’daki kadınlar dönemi üzerine biraz siyaset, biraz dedikodu üzerinden geziyoruz sarayı. Saray, Avrupa’nın farklı şehirlerinden esinlenerek yapılmış/alınmış objeler ve mimarisiyle yerellikten uzak haliyle. Bir odasını Çeşme Savaşına ayırmış Katerina. Yanmış bir gemiyi Rus ressama örnek olarak vermiş ve zaferinin anısına devasa tablolar yaptırmış.
Çeşme kalesinde, çeşme bozgununu anlatan mütevazı odaya karşın bu ihtişamlı salon, bir savaşın kazanan ve kaybeden taraflarını iyice gözler önüne seriyor. Çeşme körfezinde yaşanan çaresizliği biz kez daha hissediyoruz sanki bu salonda.
Varak süslü salonlar, perdeleriyle takım donatılmış kumaş duvarlı odalar, tavana kadar yükselen tabloları İle tüm sarayı gezmek ne mümkün! Biz turistlere ayrılan bölümü gezip bahçeye çıkıyoruz. Kanal boyunca ilerleyip Baltık denizi havası alıyoruz biraz. Finlandiya gözükmüyor belki ama St. Petersburg uzaktan seçiliyor. Kışın şehre kadar buraların buz tuttuğunu, eskiden yürüyerek şehre gidildiğini söylüyor rehberimiz. Sonbaharın bu en güzel ve serin-sıcak haliyle bize pek bir uzak geliyor durum.
Büyük Katenina’nın Sanat Aşkı

Sonraki randevumuz kışlık saray, Ermitaj Müzesiyle. Rus tarihinde önemli bir yeri olan Saray Meydanı’nın önünden öylece geçip gitmek olmaz. Büyüklüğü ve boşluğu içine çekiyor insanı zaten. 1905’teki meşhur “Kanlı Pazar” hadisesi bu meydanda gerçekleşmiş. 1917’de Bolşevikler burada toplanarak kışlık saraya saldırmışlar. Devrim öncesi ise Çar, askeri törenler düzenlermiş burada.

Dünyanın en büyük müzelerinden biri olan Ermitaj, müthiş bir binalar zincirinin içinde yer alıyor. Kışlık saray da bunlardan biri. Katerina, giderek büyüyen sanat koleksiyonu için eklemeler yapmış, zamanla da kışlık saray müzeye dâhil edilmiş. Altından kanal geçen, asma bahçeleri olan, devasa merdivenleri, lokomotif gibi içiçe geçmiş odalarıyla; kristal avizeli salonları ve dünyaca ünlü sanatçıların eserleriyle şaşaalı bir yapı. Büyük Katerina, 1764-1774 yılları arasında, sayısı binleri aşan, Avrupa’nın en iyi sanat eserlerini toplamış. Leonardo da Vinci, Monet, Rembrandt, Van Gogh, Picasso tabloları; uzak doğu ve orta Asya sanatından parçalar, arkeolojik buluntular… vs. Kısaca gezip incelemesi saatlere sığmayacak, sayısı milyonlarla ifade edilen eserler…

Ne kadar yorulmuş olsak da St. Petersburg’a gelip, tarihi bir salonda bale izlememek olmaz diyoruz. Buralara kadar geldik madem kulağımızda bir Çaykovski tınısı kalsın istiyoruz. Rehberimizin öğlen bilet ayırttığı “Kuğu Gölü Balesi” ne gidiyoruz. Akşam saat sekizde gayet turistvari kıyafetlerimizle, şık Rus hanım ve beylerinin yanında salondaki yerimizi alıyoruz.
11’e doğru oyun bittiğinde günün verdiği yorgunluğu biraz olsun üzerimizden attığımızı fark ediyoruz. Müzik, ortam bir şekilde bizi içine çekmiş sanki. Naif bir havası var oyunun her şeye rağmen. Gecenin karanlığında St. Petersburg sokaklarında durağa doğru yürürken düşünüyorum: Şehir, bina ve heykel demek değil sadece. Mimari bedeniydi belki şehrin ve biz ruhunu da görmüş olduk şimdi.
Tüm günümüzü saraylarda geçirince şehre alışmak zor oluyor haliyle. Şaşalı ve debdebeli saraylardan sonra, otel odası biraz küçük gelmiyor değil hani!
3.Gün: Saray ve Edebiyat
Ertesi gün halkın arasına karışmak için güzel bir fırsat çıkıyor karşımıza. Otobüsümüz öğleden sonra geleceği için rehberimiz bizi otelimizin yakınında olan St. Petersburg’un en büyük metro istasyonu Pl. Vasstaniya’dan yer altına indiriyor. Belki bir Moskova metrosu değil ama yine süslemelerle donatılmış bir istasyon. Asansör kapısı gibi bekleme yerleri ve loş ortamı insanı Harry Potter filminde hissettiriyor biraz. İşe giden asık yüzlü insanlara inat, turist olmanın mutluğu var yüzlerimizde. Biraz kıskanıyorlar mı bizi ne!
Şehrin en eski yapısı Alexander Nevsky Manastırı’na ve Dostoyevski, Brodin, Çaykovski gibi yazar ve sanatçıların mezarlarının bulunduğu Tihvin Mezarlığı’na da dışarıdan bir göz atıyoruz. Hanım egemen bir grup olduğumuz için fabrikası 1774 yılında kurulan, Dünyaca ünlü Rus imparatorluk porselenlerini görmeden ve dahi bir tane edinmeden ayrılmak olmaz. Kısa bir süre “Imperial Porcelain” dükkânını kapatıyoruz bir nevi.
Sonraki durağımız I. Katerina’nın yazlık sarayı (Tsarkoye Selo) şehrin biraz dışında.
Rehberimiz yol boyunca bize Rus toplumsal yaşamı ve kültürüyle ilgili bilgiler veriyor. Kadın nüfusu erkeklere göre fazla. Rehberimiz bunun nedeninin savaş sonrası değişen nüfus oranına ve erkeklerin içki ve uyuşturucu sebebiyle ömürlerinin kısa olduğuna bağlıyor. Doğum oranının da çok düşük olduğunu söylüyor. Yine uyuşturucu ve alkol yüzünden boşanma oranının %50 olduğunu ekliyor. Savcı boşanmaları zorlaştırmak için uzun sorgulamalar yapıyormuş. En büyük mafya artık devlet diyor rehberimiz. Gençler de bu sebeple okumak yerine, devlette memur olmaya çalışıyorlarmış.
Bu gün 8 Eylül, St. Petersburg’un 900 gün sürecek ölümcül Nazi kuşatmasının başlangıç tarihi. Kahramanlık anıtının önünden geçerken çiçek bırakanları görüyoruz. Bu gibi günlerde halk buraya gelip “kahraman” şehre, kuşatmaya dayandığı için saygılarını sunuyormuş.
Geldiğimiz bu bölge gelir düzeyi yüksek Rusların yaşadığı bir yer. Villaları, alçak binaları, geniş parkları ile rehber söylemese bile anlaşılabiliyor. Puşkin, sarayın yanındaki, aristokratlar için açılan bir lisede okuduğu içini bu yerin “Çarlık Köyü” olan ismi 1937’de “Puşkin Kasabası” olarak değiştiriliyor. Puşkin, o güne kadar halka uzak olan edebiyatı, halk diliyle yapan; edebiyatı halka indiren adam olarak biliniyor Rusya’da. Petro’nun lükse meraklı kızı Elizabeth çokça para harcıyor buraya. Fransız usulü formal bahçeleri, yüksek ağaçları, Türk hamamı ve yapay gölü ile tam bir mesire yeri. Çeşitli konseptlerde yemek salonları, tavan süslemeleri, büyük portre tablolarıyla da tam bir saray. Çar ailesi, gezip gördükleri yerlerde beğendikleri şeyleri gelip ülkelerinde yapmışlar.365 günün 300 gününün yağışlı geçtiğini söylüyor rehberimiz, bizim bu şanslı 65 günden birilerine denk geldiğimizi söylemek için. Kısa ömürlü yazlar için böyle büyük bir yazlık!

Kanallar Üzerinden…
Bu kadar nehir ve kanal demişken şehri bir de su üzerinden görmek için bizi bekleyen teknemize doğru yola koyuluyoruz. Su yorgunluğumuzu çekiyor adeta. Neredeyse kafamızı eğmemizi gerektirecek kadar alçak köprülerin altından bir kanaldan diğerine geçiyoruz.
Gün sonunda kimimiz yorgunluğunu kendi başına geçirmeyi, kimimiz geleneksel bir Rus gecesi ve yemekleri için restorana gitmeyi seçiyor.
4.Gün: Şehrin Sokakları
Son sabahımızda öğlene kadar serbestiz. Sabah erkenden kalktık. Neva nehri boyunca sabah serinliğini içimize çekerek yürüdük. Boş sokaklarda mesut turistler ve işe gitmek durumunda olan insanları seçtik yüzlerinden.
Bir şehri tanımak ve yaşamak istiyorsa insan sokaklarını arşınlamalı önce. Şehirde müziğiyle, edebiyatıyla roman kahramanları ve yazarlarıyla birlikte tura çıkmak her zaman daha gizemli oluyor. Şehir kendini bırakıyor, daha bir keşfe açık hale geliyor. Tüm gizlerini sunuyor insana. Hele ki bu şehir St. Petersburg ise bunlardan bağımsız gezmek ne mümkün! “Beyaz Geceler’de yazar Nestenka ile hangi köprüde karşılaşmıştı? Raskolnikov’un vicdan muhasebesini yaptığı yollar hangisiydi? Burnunu kaybeden adam bu sokakta mı oturuyordu?”
Dostoyevski 20’den fazla ev kiralıyor St. Petersburg’da. Biz Dostoyevski Konut Müzesi’ne gidiyoruz. Dostoyevski için daha kasvetli, daha karamsar bir ev beklerken, yazı masası, sandıkları, biraz önce bırakmış gibi duran şemsiyesiyle tanıdık geliyor bu küçük ev.
Karanlık yüzünü görmedik St. Petersburg’un. Dostoyevski’nin bahsettiği o kirli ve karanlık sokaklar yoktu. Loş ışıklar vurmuyordu Neva nehrine. Kuytu avlulara bakan evlerin odaları soğuk muydu bilemedik. Taş köprüler aydınlıktı ve biz hep geniş caddelerde gezdik belki de. Gün batınca, bir avuç solgun çiçeği satmaya çalışan yaşlı kadınlar gördük, o kadar.
Dümdüz olan bu şehri karadan ve denizden gezdikten sonra bir de tepeden bakmak için Aziz İsak Katedrali’ne gidiyoruz sonra. Devasa granit sütunları, tavan ve duvarları resimlerle bezeli olan bu kilisenin içi müze, kubbes inin etrafı ise seyir için düzenlenmiş. Şehre tepeden bakıp veda ediyoruz.
Nevsky caddesinde Gostini Dvor, Yeliseyev, Sovyetler zamanında ironik biçimde ateizm müzesi olarak kullanılan Kazan Katedrali gibi birbirinden değişik binalara; sıra sıra dizili lüks mağazalara bakarak caddenin sonundaki otelimize ulaşıyoruz. Gogol 1930’larda, bu cadde için şöyle diyor: “Nevsky Caddesinden daha güzeli yoktur. Burası Petersburg’un her şeyidir. Başkentimizin bu güzel caddesinden daha neşe li, daha aydınlık, daha göz kamaştırıcı ne olabilir?”
Gezemediğimiz birçok yer aklımızda İstanbul’a doğru yola koyuluyoruz…