Mezheplerin Ortaya Çıkış Sebepleri
Marmara Üniversitesi Öğr. Gör. Mehmet TOPRAK
26.10.2017
Bismillahirrahmanirrahim.
Geçen hafta mezhepler tarihine genel bir giriş yapmıştık, bu girişte kavramları konuşmuştuk. Daha da önemlisi kutsala yolculuktan bahsetmiştik. Kutsal ve yüce varlık kavramları olan din, mezhep gibi kavramların hepsi sonuçta bizi kutsala ulaştırma gayesi taşır ve iki dünya mutluluğu vadeder. Bu mutluluğa da ancak kendilerinin vesilesiyle ulaşılabileceğini iddia ederler. Biz de bu iddia ne kadar gerçek ne kadar değil onu konuşuyoruz.
Sadece İslam açısından değil bütün dinler açısından en temel soruyla giriş yapmıştık; dinlerin bizi ulaştırmayı vadettikleri böyle bir kutsal varlık var mı, yok mu? Bu konuda farklı yaklaşımlar var; çoğunluk böyle yüce bir varlık var diyor, bir grup yok, diğer bir grup da beni ilgilendirmez diyor ki, bunların sayıları gittikçe artıyor. Var diyenler de kendi aralarında anlaşamıyor; kimi teslis inancını, kimi tevhit inancını benimsiyor. Yaklaşık 14 milyon Yahudi anlayışı da var. Onun dışında kalan yaklaşık 2 milyara yakın Hindu ve Budist var ama bizim anladığımız manada bir tanrı anlayışları yok, ancak yüce ve kutsal bir varlık fikri mevcut.
Bugün bu dinsel ayrımları ve mezheplere ayrılma sebeplerini konuşacağız. Neden herkes aynı düşünmüyor da farklı düşünüyor? Neden bir grup bu dine, diğer bir grup şu mezhebe, tarikata gidiyor? Bunun sebeplerini maddeler halinde şöyle sıralayabiliriz.
- İnsan tabiatı, karakter: İnsanoğlu ilk insandan itibaren farklılığa meyillidir. İnsanlar arasında tek düze ya da eskilerin tabiriyle yeknesak bir anlayış yoktur. Renkler, tatlar, müzikler konusunda herkes bir farklık içerisindedir. Mezhep ya da tarikat dediğimiz yapılanmalarda da böyledir. Bazı insanlar vardır ki gizli ya da sessiz zikir yapmayı sever. Bazıları yüksek sesle, cehri zikir yapmayı sever. Zaten İslam da şeriat dairesinin dışına çıkılmadıkça farklılığa bir yere kadar izin vermiş, olumlu karşılamıştır. Günümüzde psikolojinin önemli konularından birisi rol model seçme, kendini özdeşleştirmedir. Aslında İslam bize Aşere-i Mübeşşere denen cennetle müjdelenen on kişiyi örnek verip, karakter seçenekleri sunmuştur. Bu karakterler içerisinde halim-selim Hz. Osman da vardır, cengâver Hz. Ali de vardır. Aslında her insan ashaba bakarak kendi karakterine uygun bir rol model bulabilir. Bunların hangisine uyulup, takip edilirse o sizi hakikate ulaştırır buyurulmuştur. Dolayısıyla insanlardaki karakter farklılığının dinlere, mezheplere ayrılmada etkisi olduğunu görüyoruz.
- Coğrafya; Doğup büyüdüğümüz ortam: Din ve mezhep seçiminde bir başka önemli etken de doğup büyüdüğümüz coğrafyadır. İnsanoğlu hangi coğrafyada, hangi ortamda doğduysa genel olarak o coğrafyanın dini, mezhebi ya da tarikatı içerisinde olur. Biz Vatikan’da doğup büyümüş olsaydık belki bugün seminerimiz Katolik İlahiyatı üzerine olurdu. Ailede, okulda, çevrede ne görülüyorsa o anlayışa yakın olunuyor. İran’da doğanlar Caferi, Şii, Arabistan’dakiler Vahhabi, Afrika taraflarında olanlar Şafi, Maliki, Türkiye’dekiler genelde Hanefi-Maturidi çizgisindedir. Genellikle de kişiler ne görmüşse o şekilde devam ediyor, sonradan bir araştırma yapılıp mezhep ya da din değiştirilmiyor. Örneğin, Anadolu’ya İslam’ın gelişi 1071 Malazgirt Savaşı ve Moğol saldırılarından kaçan Türkmenlerin 13.yy’da Anadolu’ya intikalleri ile olmuştur. Atalarımız o sırada gelirken Budizm’i veya Hıristiyanlığı seçip gelselerdi herhalde biz şu an farklı bir formatta olacaktık.
- Naslar, Dini metinler: Kur’an ayetlerinin bazısı muhkem, anlamı açık bazısı da müteşabih, anlamı kapalıdır. Muhkem olanlarda bir sıkıntı yok, fakat müteşabih ayetlerde birçok farklı yorum ortaya çıkmıştır. Örneğin “Yedullah, Allah’ın eli” kavramı ele alınmış, bu bildiğimiz el midir, mecazi midir, elden maksat güç, kudret midir gibi tartışmalar doğmuştur. Aynı şekilde “vechullah, Allah’ın yüzü” kavramından da benzer tartışmalar çıkmıştır. Bu tartışmalara yorum yapanlar ayrı, yapmayanlar, susanlar ayrı mezhepler olarak karşımıza çıkmıştır.
- Farklı kültür ve medeniyetlerle karşılaşma: İslam coğrafyası fetihlerle genişledikçe Müslümanlar çok çeşitli dinler ve insanlarla karşılaşıp etkilenmişlerdir. Etkilenilen anlayışlardan bir tanesi de Yunan Felsefesidir. Özellikle Abbasiler döneminde tercüme büroları kurdurulmuş, Grek Felsefesinin temel kitapları Arapça’ya tercüme edilmiş ve buradan Batı’ya geçmiştir. Bu kitaplardaki tartışmalar ister istemez İslam alimlerini de etkilemiştir. Özellikle üç filozof çok etkili olmuştur; Sokrates, Eflatun ve Aristo. Ben bunlara İnsanlık tarihinin usulü selasesi diyorum. Bütün düşünce tarihinin hepsini toplasanız Aristo’ya bir dipnot olur derler. Sokrates, Eflatun ve Aristo’nun tartışmadıkları neredeyse hiçbir konu yoktur. Bu tartışmalar içerisinde özellikle Eflatun İslam Filozoflarını çok etkilemiş, kendisine Eflatun-u İlahi bile denmiştir. Eflatunun mağara ve gölgeler metaforu, “insanlar rüyadadır, ölünce uyanırlar” şeklinde ifade edilmiş. Bu gibi anlayışlar Grek düşüncesinden İslam Felsefesine intikal etmiş, oradan da halkın arasına karışmıştır. Mesela akılcı ekol olan Mutezile’nin çıkışı biraz bu felsefi yaklaşımlar nedeniyledir. Çünkü akılla oluşan düşünceye yine aklı kullanarak cevap vermek zorundasınızdır. Bir ateiste ayet okumanın anlamı yoktur. Mutezile’nin de çıkışı bu şekilde olmuştur. Esas muhatabı İslam düşünürleri değil, doğrudan Grek Felsefesinden gelen hücumlardır. Örneğin ateizmin en güçlü argümanlarından biri teodise kavramı yani kötülük problemidir. Şöyle derler; Tarihin ilk döneminden beri Tanrı var ise kötülüğü neden önleyemedi, önleyemediyse Tanrı zayıftır, önleyebileceği halde önlemediyse iyi bir Tanrı olamaz. Mutezile de bu argüman karşısında “Tanrı kötülüğü yaratmaz, kötülük insanın kendi yaptıklarıyla ortaya çıkar” demiştir. Bu da nassa göre yanlıştır; çünkü dini metinlerde hayır da şer de Allah’tandır denilir. Fakat bununla felsefeye cevap verilemez. O yüzden Mutezile aklı öncelemiş ve aklı kullanarak cevap vermeye çalışmıştır.
- İmamet ve hilafet meselesi; Kısaca siyaset: Siyaset, Müslümanların farklı gruplara ayrılma sebeplerinden belki de en önemlisidir. İslam tarihi kaynaklarına göre Müslümanlar ilk defa bu konuda ayrışmışlardır. Kırılma noktası Hz. Peygamberin vefatı olan 632 tarihidir. Peygamberin vefatına kadar Müslümanlar arasında bir ayrılık yoktur. Bir problemi veya sorusu olan gidip Peygambere danışmış ve aldığı cevaba göre de amel etmiştir. Fakat Peygamberin vefatından sonra bu ihtimal ortadan kalkmıştır. Hz. Peygamberin üç otoritesinden söz edilebilir; dini, siyasi ve manevi otorite. Peygamber vefat edince daha ilk günden bu üç otoritenin ne olacağı tartışılmaya başlamıştır.
Hz. Peygamber’in vefat ettiği gün, Ensar kendi arasında Sad bin Ubade’yi imam seçmek için toplanmış, defin işleriyle ilgilenen Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer bu haberi alınca defin işlerini ehlibeyte bırakıp Ensar’ın yanına gitmiştir. Muhacirler liderliğin Hz. Ebubekir’e ait olduğunu iddia etmiştir, Haşimoğulları’da açıkça söylemeseler de liderliğin Hz. Ali’ye ait olduğunu düşünmüşlerdir. Dolayısıyla daha ilk günden ashap üç gruba ayrılmıştır. Sonuçta Hz. Ebubekir etkili bir konuşma yapmış ve reisliğin Kureyşlilere ait olduğunu, başka kabilenin reisliğini Arapların kabul etmeyeceğini ifade etmiştir. Hz. Ömer ve diğer sahabeler Hz. Ebubekir’e biat etmiş olmasına rağmen, başta Sad bin Ubade olmak üzere bazı sahabeler biat etmemiştir. Haşimoğulları kendilerine danışılmamasına çok üzülmüştür. Fatıma validemiz de Hz. Ebu Bekir’e biat etmemiş ve altı ay sonra da vefat etmiştir. Hz. Ali ise Fatıma validemizin vefatından sonra ancak biat etmiştir. Hz. Peygamberin kabileciliği yok etmek için 23 sene uğraşmasına rağmen neticesinin böyle olması üzerinde düşünülmesi gerekir.
İlk halife Hz. Ebubekir’in 2 yıllık hilafet döneminde Müslümanlar arasında başka bir tartışma olmamış, yalancı peygamberlerle, zekât vermeyi reddedenlerle mücadele edilmiştir. Hz. Ebubekir, vefatına yakın bir zamanda yerine Hz. Ömer’i tayin etmiştir. Bu tayine de itiraz gelmemiştir. Hz. Ömer 634-644 yılları arasında halifelik yapmıştır. Hz. Ömer ashap arasında sağlam karakteri, adaleti ve hakkaniyetli davranışlarıyla meşhurdur. Zaten ne kadar isabetli bir tercih olduğunu 10 yıllık içtihatlarından da görebiliriz. Bu dönemde karışıklık olmamış, fetihler devam etmiştir. Ümmet arasında kırgınlık, kızgınlık olmamıştır. Örneğin; Bir gün Ömer camide hutbe okumaktadır. Hz. Ömer’in üzerinde yeni bir hırka vardır. Birisi kalkıp, “bu yeni hırkayı nereden aldınız” diye sorar. O da der ki, gelen ganimetlerden yaptırdım. Adam da der ki, “bize de dağıtıldı ama benim payıma düşenle bir hırka çıkmadı, seninki nasıl oldu da böyle oldu”? Hz. Ömer, “oğlum Abdullah da kendi payına düşeni verdi ve birleştirdik de öyle yaptırdık” der ve karşısındaki de susar. Halifeye böyle hesap sorabiliyorlar. Bugün bunu bir memura bile soramazsın. Böyle bir insanın hükmü altında herkes gönül rahatlığıyla yaşar. Hz. Ömer dönemi adaleti iyi anlaşılıp, devam ettirilseydi bugün belki de herkes o İslam’ın adaletine koşar, dünyada başka dinde kimse kalmazdı.
Hz. Ömer kendisinden sonra ümmetin üzerinde ittifak edebileceği bir isim bulamadığı için halife seçme işini içlerinde Hz. Osman ve Hz. Ali’nin de bulunduğu altı kişilik bir şûraya bırakmıştır. Kendi oğlu Abdullah’ı da oy vermek fakat seçilmemek şartıyla 7. kişi olarak bu şûraya dahil etmiştir. Şûra, Hz. Osman’ı 3. halife olarak seçmiş ve Hz. Osman 644-656 yılları arasında halifelik yapmıştır. Tarihçiler Hz. Osman dönemini ilk altı yıllık ve ikinci altı yıllık dönem olarak iki kısma ayırmıştır. İlk dönemde her şey sıkıntısız devam ederken, ikinci döneme gelindiğinde birtakım şikayetler başlamıştır. Şikayetler, Hz. Osman’ın akrabalarını kayırdığı, yolsuzluğa bulaşmış valileri görevden almadığı, sarayı ve şaşaayı eleştiren Ebu Zer’i sürgüne gönderdiği, İbn Mesud da dahil bazı sahabelerin kıraatlerini yasaklattığı şeklindedir. (Kur’an-ı Kerim resmi Mushaf haline Hz. Osman döneminde getirildi. O döneme kadar farklı nüshalar, farklı kıraatler vardı. Karışıklık olmasın diye tüm bunlar yasaklandı, tek Mushaf haline getirildi. Bu çok tartışma yarattı. İşte bütün bu şikayetler bir araya gelince Hicaz, Şam ve Irak bölgelerinden yola çıkan bazı kişiler Hz. Osman’a “adalet vasfını kaybettin ya görevi bırak veyahut da biz seni zorla görevden alacağız” diyerek Medine’ye geldiler. İlk sivil isyan böyle başladı. 656 yılında görüşmelerden netice alınamadığı ve uzlaşma sağlanamadığı için Hz. Osman şehit edildi. Müslümanlar, Müslüman bir halifenin kanını dökmüş oldu.
Hz. Osman’ın şehadetinden sonra orada bulunanlar Hz. Ali’ye biat etmiş ve böylece 4. Halife dönemi başlamış oldu. Ancak fitne kazanı da kaynamaya başlamıştı. Bir halife öldürülmüş ümmet birbirine girmiş ve halifenin katillerinin bulunmasını istiyor. Bir grup Hz. Ali’ye biat etmiş olmasına rağmen, Şam valisi Muaviye ve etrafındakiler başta olmak üzere bazı gruplar Hz. Ali’ye biat etmemişlerdi. Diğer taraftan Hz. Ayşe ve onunla birlikte hareket eden Talha ile Zübeyr Hz. Osman’ın katillerinin bulunmasını istemektedirler. Hz. Ali’nin karşısındaki bu iki muhalefet ümmeti büyük savaşlara götürmüştür. Birincisi Cemel Vakıasıdır. Hz. Ali’nin karşısında Hz. Ayşe, Talha ve Zübeyr vardır ve görünür sebep Hz. Osman’ın katillerinin bulunmasıdır. Ama esas sebep, Hz. Ali’nin İfk Hadisesinde Hz. Ayşe validemize karşı takındığı tutumu ve halife olduğunda Talha ve Zübeyr’in beklentilerini karşılamamasıdır. Tarihçilerin ifadesine göre, normalde savaşmak için yola çıkılmıyor. Bir uzlaşma arayışı var ama nasıl olduysa bir fitne, bir fesat ortalığı karıştırıyor, hiç farkında olmadan bir anda savaşa giriyorlar. Neticede bu savaş Hz. Ali’nin galibiyetiyle sonuçlanmış fakat iki taraftan da birçok Müslüman ölmüştür. Savaş sonunda Hz. Ayşe ve etrafındakilere esir muamelesi yapılmamış, kendilerine hizmetkarlar tahsis edilerek güvenli bir yere gönderilmiştir. O tarihten sonra da Hz. Ayşe validemiz hep böyle bir şeye sebebiyet vermenin üzüntüsünü yaşamıştır. Ehlisünnet düşüncesinde masumiyet sadece peygamberlere hastır. Sahabe masumdur diye bir şey yoktur onlar da hata yaparlar, tövbe ederler.
Hz. Ali’nin halifelik dönemindeki diğer büyük mücadelesi Muaviye ile olan mücadeledir. Muaviye uzun yıllar Şam valiliği yapmaktadır, kendi bürokrasisi ve ordusu vardır. Hz. Ali’ye biat etmemiş, otoritesini tanımamıştır. Sonuçta iki grup Sıffin ovasında karşı karşıya gelmiştir. Savaşta birçok kayıp olmuştur. Muaviye savaşı kaybedeceğini anladığı zaman danışmanı Amr İbn-ül As’tan duruma bir çare bulmasını istemiştir. Tarihçiler Amr İbn-ül As’ın Arap siyaset dâhisi olduğunu söylerler. Muaviye’nin sorusu üzerine Amr İbn-ül As, Hz. Ali’nin ordusu genelde hafızlardan, kurradan oluştuğundan, Kur’an’ı Kerimi hakem olarak önermenin bir çözüm olacağını söylemiştir. Bunun üzerine Şam ordusu yanlarındaki mushafları mızraklarının ucuna bağlayıp yukarı kaldırarak “Kur’an aramızda hakem olsun, savaşı bırakalım”, demişlerdir. Hz. Ali bunun bir savaş hilesi olduğunu söylemiş fakat etrafındakilere kabul ettirememiştir. Hz. Ali’nin taraftarları “İki tarafta da çok can kaybetti, madem ki barış istiyorlar itiraz etmeyelim”, derler ve Hz. Ali hakeme gitmeye mecbur kalır. Böylece tahkim olayı dediğimiz hakeme başvurma gerçekleşmiştir. Hz. Ali’nin hakemi Ebu Musa el Eşari’dir. İki hakem 2-3 kez bir araya gelir ama netice alamazlar. Hakemler görüşürken aradan Hariciler dediğimiz bir üçüncü grup ortaya çıkar ve hakeme gitmeyi küfür sayarlar. Onlara göre tahkimi kabul eden Ali de Muaviye de kâfir olmuştur. Netice olarak Peygamberimizin vefatının üzerinden 25 yıl geçmiştir ve ümmet, Hz. Ali taraftarları, Muaviye taraftarları ve Hariciler olarak üç gruba ayrılmıştır.
Hz. Ali’nin karşısında böylece yine iki grup olmuştur; Biat etmemiş Muaviye ve Hariciler. Hariciler çoğu Kur’an hafızı, kuran okumaktan dilleri pelte pelte olmuş, namaz kılmaktan dizleri nasır bağlamış insanlardır. Hem Ali’yi hem de Muaviye’yi tekfir etmişlerdir. Sebebi ise Hücurat suresindeki “Eğer müminlerden iki topluluk birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltiniz; eğer biri diğeri üzerine saldırırsa, saldıranlarla Allah’ın buyruğuna dönmelerine kadar savaşınız; eğer dönerlerse aralarını adaletle bulunuz, adil davranınız, şüphesiz Allah adil davrananları sever (Hucurat/9)” ayetidir. Hariciler bu ayete göre Kur’an’da hakeme gitme şeklinde bir çözüm olmadığını, hakeme giderek bu hükmün çiğnendiğini öne sürmüşlerdir. Bu küfürdür, küfre girdiniz demişlerdir. Hz Ali hakeme gitmeyi istememişti, savaşın demişti. Hakem olayı istedikleri gibi gelişmeyince Hariciler çark etmişlerdir. Hz. Ali de bu defa “Ahitleştiğiniz zaman Allah’ın ahdini yerine getirin. Allah’ı kendinize kefil kılarak sağlama bağladığınız yeminleri bozmayın. Allah yaptıklarınızı şüphesiz bilir” (Nahl/91) ayetini okuyor. Madem hakeme gitmeyi kabul ettiniz o zaman dönemeyiz diyor. Ama Hariciler bunu anlayacak entelektüel kapasitede değiller. Hariciler ne okurlarsa ayetin zahirine bakarlar, hiçbir zaman tevil ve tefsire girmezler. Bugün Daeş, Selefiler, Vehhabiler vb. gruplar da bu anlayıştan beslenmektedir. Hariciler Hz. Ali’nin ordusundan ayrılınca, Nehrevan bölgesine çekilmişler ve orada kendileri gibi düşünmeyen herkesin canına, malına kast etme gibi davranışlarda bulunmuşlardır. Hz. Ali ilk önce bu grupla uzlaşmaya çalışmış, düşüncelerinde ısrar edenlerin tamamına yakını kılıçtan geçirilmiştir. Fakat sonrasında Nehrevan’dan kurtulan şahıslardan olan İbn Mülcem 660 yılında, Kufe’de bir namaz çıkışında intikam için Hz. Ali’yi şehit etmiştir.
Hz. Ali’nin şehadetinden sonra da olaylar durulmamıştır. Kufe halkı Hz. Hasan’a, Şam halkı Muaviye’ye biat etmiştir. Hz. Hasan’ın etrafında küçük bir grup, Muaviye’nin arkasında ise daha güçlü bir grup vardır. Hz. Hasan bu baskılara dayanamamış ve bir anlaşma karşılığında 661 yılında halifeliği Muaviye’ye devretmiştir. Bu anlaşma şartlarında, Kufe halkına zulmedilmemesi, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’e beytülmalden belli bir gelir aktarılması ve bazı kaynaklarda belirtildiğine göre Muaviye’den sonra halifelik ya şûrayla belirlenmesi ya da Hz. Hasan’a verilmesi maddeleri vardır. Ancak Muaviye bu anlaşmayı görmezden gelmiş ve vefatına yakın bir zamanda oğlu Yezid için biat almaya başlamıştır. Yezid’in halifeliğine de, halifeliğin babadan oğula geçmesine de karşı çıkılmıştır. Karşı çıkanların başında da Hz. Hüseyin gelmiştir. Bu sırada Hz. Hasan zehirlenerek öldürülmüş, 679 yılında da Muaviye öldüğünde oğlu Yezid halife olmuştur. Üç yıl sürmüş olan Yezid döneminin üç felaketi vardır; Kerbela olayı, Medine kuşatması ve yağmalatması, Mekke kuşatması.
Netice itibariyle tüm bu gruplaşma siyasetinin etkisi sadece o günle de sınırlı kalmamış, günümüze kadar intikal etmiştir. 657 yılındaki Hz. Ali taraftarları Şia, Muaviye taraftarları Ehli Sünnet, Hariciler de Daeş, Selefiler, Vehhabiler gibi gruplar olarak günümüze kadar gelmiştir.
Geçen hafta ortodoks ve heterodoks kavramlarından bahsetmiştik. Mezhepler, tarikatlar, cemaatler yoruma dayalı gelişir. İslam, Kur’an bir tanedir, ama yüzlerce yorum vardır. Her yorum karşımıza bir mezhep, tarikat, cemaat olarak çıkar. Yapılan yorumlardan hangisinin resmi yorum olacağı meselesi ise biraz devletin karar verdiği bir şeydir. Yani Hanefilik- Maturidilik, Selçuklu, Osmanlı sonra Cumhuriyet döneminin benimsediği bir şeydir. Yoksa fertlerin araştırarak bulduğu, tartışarak karar verdiği bir şey değildir. Bu konuyu ilerde daha ayrıntılı ele alacağız.
NOT: Bu metin Mehmet Toprak hocamızın onayından geçtikten sonra yayınlanmıştır.
Hazırlayan: Zeynep Karataş