İlk Dönem Siyasi Olayların Mezheplerin Oluşumuna Etkileri
Marmara Üniversitesi Öğr. Gör. Mehmet TOPRAK
19 Ekim 2017
Bu ilk dersimizde İslam, Müslümanlık, mezhep, din gibi genel kavramlar üzerinde durduktan sonra diğer seminerlerimizde mezheplerin ortaya çıkış sebepleri, günümüze etkileri, güncel durumları gibi konuları tartışacağız.
İslam’da mezhepleri ele alırken iki kavram öne çıkar; biri İslam, biri de mezhep. İslam, en genel anlamıyla Hz. Peygambere indirilen en son vahiydir. İslam bir din olduğu için de öncelikle dinin ne demek olduğuna bakmamız gerekir. Din, Batı literatüründe de Doğu literatüründe de çok fazla tanımı olan bir kavramdır. Genel olarak yüce bir varlığa veya kutsala “bağlanma ve teslim olma”dır. İnsanoğlu tarih boyunca böyle bir varlığa/kutsala ihtiyaç duymuş, bağlanma hissi oluşmuş, zaman içerisinde de dinler ortaya çıkmıştır.
İnsanlık tarihine baktığımızda yüce bir varlığın/kutsalın mevcut olup olmadığı tartışmasında üç farklı görüşün olduğunu görürüz.
Birinci grup, böyle bir varlığın mevcut olduğunu savunanlar. Bunlar da kendi aralarında iki gruba ayrılır: deistler ve teistler. Deistler sadece yaratıcı tanrı inancına sahiptirler. Yani Tanrı, evreni yaratıp, kanunlarını koyduktan sonra ona karışmayan, müdahale etmeyen bir varlıktır. Bu görüş daha çok filozofların görüşüdür. Teizmde ise yaratmakla kalmayıp, evrene sürekli müdahale eden, gözeten bir Tanrı anlayışı vardır. İkinci grup, böyle yüce bir varlık yoktur diyenler, yani ateistlerdir. Üçüncü grup ise agnostiklerdir. Yani böyle bir yüce varlık mevcut mudur, değil midir, bu benim bilgi alanıma girmez, deney gözlem alanıma girmez. Dolayısıyla ben deneyimleyemediğim bir şey hakkında vardır ya da yoktur diye bir karar veremem diyenler.
İslam burada teizm kategorisine girer. Teizme inananları ele alırsak onlar da kendi arasında gruplara ayrılırlar.
Monoteistler, yani tek tanrıya inananlar. Düalisler, ikili tanrı anlayışını benimseyenler, yani iyinin tanrısı ayrı, kötünün tanrısı ayrı diyenler. Politeistler bir çok tanrıya inananlar. Panteistler, her şey tanrıdır diyenler.
Monoteistleri kronolojik olarak ele alırsak, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam tek tanrılı dinler olduklarını iddia ederler. Fakat bu dinler de kendi arasında anlaşamamıştır. Yahudilik, diğer ikisini din olarak kabul etmez. Hıristiyanlık, Yahudiliği kabul eder, İslam’ı kabul etmez. İslam, her ikisini de kabul ettiğini söyler ama asıllarını kaybettiklerini düşünür.
İslam’a geldiğimizde de tek bir İslam anlayışı olmadığını görürüz. Müslümanlar iki büyük grup olarak karşımıza çıkar; Sünniler ve Şiiler. Sünniler de kendi aralarında fıkıh alanında Hanefi, Şafi, Maliki, Hanbeli olarak, inanç alanında Eş’ari, Maturidi, Selefi, Vahhabi, Mutezili olarak ayrılırlar. Anadolu’daki Hanefi ve Maturidi Müslümanları da ele alırsak burada karşımıza tarikatlar ve cemaatler çıkar. Nakşibendisi, Kadirisi, Erenköy Cemaati, Nurcuları derken bu tablo uzar gider. Kısacası şuan dünyada var olan 7,5 milyar insanı bu gruplamaya göre değerlendirdiğiniz zaman karşınıza din konusunda binlerce anlayış çıkar. Yani yüce varlığın/kutsalın kim/ne olduğu ile ilgili herkes kendine göre bir yol izler.
Son istatistiklere göre bu 7,5 milyar insanın 2,3 milyarı Hıristiyan, 1,8 milyarı Müslüman, 1,4 milyarı agnostik-ateist, 1,1 milyar Hindu, 500 milyon Budist, 14 milyonu Yahudi. Şöyle düşünün, dedik ki her keşi/grup kendi yorumuna göre yüce varlıkla bağlantı kuruyor. Telefon hatları gibi düşünelim. Herkes bir hat kullanıyor. 2,3 milyonu Hristiyanlığı kullanarak bağlantı kuruyor.1,8 milyarı İslam’ı kullanarak bağlanıyor. Hindular bu kanaldan, diğerleri o kanaldan. Bazı hatlar bazı bölgelerde hiç çekmiyor. Peki bu dağılımları veren şey nedir, biz neden İslam hattını kullanıyoruz?
İslam’ın en çok kullanılan tanımı dünya ve ahret mutluluğu sağlayan ilahi kurallar bütünü olmasıdır. Yani sadece dünya huzuru vermekle kalmamalı, ahiret huzuru da vermelidir. Ama etrafımıza baktığımızda Müslüman olduğu için gerçekten mutlu ve huzurlu olan var mıdır? Müslümanlar ne kadar huzurludur? Bugüne kadar bize Müslüman olduğumuz için imrenen kimse olmuş mudur? İslam bize hep çile olarak anlatılmıştır, halbuki imrenilecek bir şey olmalıdır ki biz istemeden, insanlar gelip katılsınlar. Müslümanlığı esas kılacak iş örnekliktir. Dünyada vizesiz olarak gidip yerleşme şansımız olsa hangimiz yaşamak için halkı Müslüman bir ülke seçer?
Bugün bir insan Müslüman olmak istese yapması gereken şehadet getirmektir deriz. Fakat aynı kişi belediyede temizlik işçisi olmak istese kendisinden bir sürü belge isteriz. İlk dönem İslam’a girenlerde hırsızlık etmeyeceklerine, zina etmeyeceklerine vs. Dair biat alınırdı. Şimdi böyle bir durum olmadığı gibi halihazırda Müslüman olanların da durumları pek iyi değil.
Müslümanlığımız daha doğar doğmaz içinde bulunduğumuz aileyle, coğrafyayla başladığından test edilmemiş bir Müslümanlıktır ve bu yüzden sıkıntılıdır. İnsan hayatında dinden daha önemli ikinci bir şey yoktur ama insan evlenirken bile daha ince eleyip sık dokuyor. Müslümanlıkta esas olan bu din bana bir huzur getiriyor mu, hayatımda bir değişiklik oluyor mu, sorusunu sormaktır. Bir gün Buda’ya talebeleriyle beraber ne yaptıkları sorulduğunda, sadece yemek yediklerini, yürüdüklerini ve oturduklarını söyler. Soranlar ee çok kolaymış bu deyince, Buda, “biz bunları farkında olarak yaparız” diyor. Bunların hepsi sıradan şeylerdir fakat hepsinin bize verilen nimetler olduğunu fark edersek anlamlı hale gelirler. Din bize bu farkındalığı sağladığı sürece faydalıdır. Kur’an’da “Gerçek imana ulaşanlara ne bir hüzün ne de korku vardır” denir ya, işte gerçek din budur. İnsan gerçek manada dini kendi hayatına yerleştirirse atom bombasından daha güçlü olur. Bir tarihçi “din o kadar önemli bir kavramdır ki, insanlık tarihinden bir an için dini çıkarın, tarihi yeniden yazmaya kalkın, yazamazsınız, tarih diye bir şey kalmaz”, diyor. O kadar önemli bir kavram, doğumdan ölüme kadar hayatımızı etkiler. Daha doğduğumuz zaman kulağımıza okunan ezanla başlar, mezara kadar bizi yönetecek idare edecek bir şeye teslim oluruz. Kendimizi imanla bir dine bağlıyoruz ama bununla ilgili bir bilgimiz yok. E nasıl mutlu olacağız? Olamayız. Bilgisiz hiçbir şey olmaz, emek sarf etmeden hiçbir şey olmaz. Depresyon gibi sıkıntıların çoğunun kaynağı gerçek dini anlayamamaktan kaynaklanır. İnsan gerçek inanca ulaşsa örneğin, yalnızlık kavramının da İslam’da olmadığını görebilir. Sağımızda ve solumuzda melekler, şah damarından daha yakın bir Allah inancı var fakat biz bunlardan çok uzağız.
Şu an hız üzerine kurulu bir hayat yaşamaktayız. Bir bakıyoruz Pazartesi, sonra birden Cuma olmuş. Afrika yerlileri ile ilgili ilginç bir hikâye vardır. Bir gün bir turist grubu Afrika’ya safariye gidiyorlar, yanlarındaki yükleri taşımaları için yerlilerden de kendilerine yardımcı tutuyorlar. Ormanda yol alırken 1-2 saat sonra yerliler bir yerde sorgusuz sualsiz oturup, hiç kımıldamıyorlar adeta meditasyon haline geçiyorlar. Nedeni sorulduğunda da çok hızlı gelmelerinden ötürü ruhlarının arkada kaldığını, onlara yetişmelerini beklediklerini söylüyorlar. Bunu duyduğumda aklıma ilk olarak namaz geldi. Hayat içinde o kadar hızlı akıyoruz ki, ruh bir yerlerde takılı kalıyor. Namaza oturduğumuz an bedenle ruhun birleşme anıdır. Günde beş kere bunu yapsa bir insan, müthiş bir enerji ve dinamizm sağlar. Ama çok hızlı ve üstünkörü bir hayatımız var. Bir alim insanları, perdeleri kapatılmış bir otobüste hızlıca yol alan yolculara benzetiyor. Perdeyi aralayıp evrende ne var ne yok bakmadan içeride lüzumsuz kavgalar vererek menzile varıyoruz. Menzil; İki metrelik çukur. Dinimizi ailemiz, çevremiz ve coğrafyamız üzerinden seçmiş olabiliriz fakat en azından bunu bilinçli hale getirmek elimizdedir. Bu da büyük bir nimet ve sorumluluktur.
Sürekli din konuştuğumuz zaman bazen ahlakı da ıskalayabiliyoruz. Şimdi İslam’ı konuşacağız mesela ama hangi İslam’ı konuşacağız onu bile bilmiyoruz. Herkes bir yerini sahiplenmiş öyle körlerin fil tarifi gibi, dini tuttuğu noktaya göre tarif ediyor. Halbuki biraz geriye çekilip, uzaktan görüp ona göre bir tanım yapmak gerekir. Eğer başka bir dinle kıyaslama imkânınız yoksa seçtiğiniz dini de bilmiyorsunuz demektir.
Din deyince dünyada 7,5 milyar insan var, sadece Müslümanlıktan bahsetmiyoruz. Bizim gibi inananların sayısı minimuma indirirseniz 500 milyonu geçmez. Biraz daha inin mezheplere vs. 100 milyon, biraz daha işi tarikatlara ve cemaatlere götürün daha az, eğer whats up gruplarına kadar inerseniz elimizde kaç kişi kalır bilemiyorum.
İslam ve Müslümanlık kavramlarına gelirsek, her alimin aşağı yukarı bir İslam tarifi vardır. En çok bilinen “Peygamberler aracılığıyla insanlara gönderilen, onları dünya ve ahiret mutluluğuna eriştirmeye çalışan ilahi kurallar bütünü” tanımıdır. İslam çatısı altındaki bütün mezheplerin, inançların üzerinde uzlaştıkları şey bir Allah’ın olduğu, Hz. Peygambere indirilenin de en son vahiy olduğudur. Yani Allah, Peygamber ve vahiy konuları herkesin üzerinde mutabık olduğu kavramlardır. Sıkıntı, Kitabın yorumunda başlar. Tek bir Kitap var ama bir çok yorum var. Çünkü esas yorumcu 632 yılında vefat etti. O açıdan bu tarih Müslümanlar arasındaki ayrışmanın da tarihidir. Hz. Peygamber hayattayken her soruyu ona soran Müslümanlar, O’nun vefatından sonra farklı alimlere danışmaya başlayınca ortaya farklı düşünceler çıkmaya başlamıştır. Onun için bu yorum farklılıkları dediğimiz şey bize Müslümanlık olarak yansımıştır. Tek bir İslam vardır ama tek bir Müslümanlık şekli yoktur. Müslümanlık dediğimiz şey İslam’ın anlaşılma biçimleridir. O yüzden Türk İslam’ı, Arap İslam’ı vs tanımları yanlıştır. İslam tektir, ama İslam’ın farklı yorumlanması sonucu ortaya çıkan Müslümanlıklarımız farklıdır.
Hz. Peygamber yaşarken üç konuda; Dini, siyasi ve manevi anlamda otoriteydi. Vefatından sonra o üç otoriteyi kimin devralacağı konusunda Müslümanlar ayrı yol takip etmişlerdir. Şii düşünce peygamberin vefatından sonra bir imamet kavramı ortaya atmış, “Allah her devirde ilahi bilgi taşıyan bir kişiyi bulundurmak zorundadır”, demiştir. Bu imamet anlayışında da imam bu üç otoriteye de sahiptir. Sünni gelenek ise dini otoriteyi ulemaya devretmiştir. Ulema dendiği zaman İslam düşüncesinde hüküm koyan iki ekol vardır; Fukaha ve mütekellim. Diğerleri hüküm veremezler, normatif değildir. Fıkıh helal, haram vs, kelam da mümin, kâfir hükmünü verir. Diğer ilim dalları sadece tasvir eder. Onun için ulema dendiğinde bu ikisi anlaşılır ve bunlar dini otoriteyi temsil ederler. Sünni gelenek, siyasi otoriteyi halifelere, manevi otoriteyi de evliyaya vermiştir. Burada dini otoriteden kasıt zahiri ilimler, maneviden kasıt da tasavvuf gibi batıni ilimlerdir. Klasik akaid metinlerinde de evliyanın kerameti haktır diye yazar, yani Sünni düşünce de bunu ilke olarak benimsemiştir. Fıkıh ve kelam size birebir tecrübe önermez, onlar sadece yapacaklarımızı söyler ama tasavvuf der ki, “ben seni elinden tutup yüce varlığa kadar götüreceğim”. Böyle bir iddiası vardır. İletişim kurma garantisi verir. Onun için alıcısı çoktur. Şu duayı okursan bu, bunu okursan şu gibi tek tek yazar. Bizim insanımız garanticidir. Akif’in deyimiyle;
“Güvenme insanoğluna menfaati icabı gelir vecde
Haşa cennet vaad etmeseydi rahman ona da etmezdi secde”.
Esas üzerinde durmak istediğim nokta aslında, Şii geleneği de, Sünni geleneği de ilahi bilginin devamlılığı konusunda birleşmiş olduğudur. İlahi bilgi Sünni gelenekte de kesintiye uğramamıştır. İlham fıkıhçıların ve kelamcıların reddetmesine rağmen devam etmiştir. Tasavvuf Mevlana, Yunus Emre gibi temsilcileriyle güçlü bir damar olarak yoluna devam etmiştir.
Fıkıh ve kelam geleneği tanrı kavramını çok soyut hale getirip adeta iletişimden koparmıştır fakat tasavvuf Allah’ı el uzatıldığında tutulabilecek derecede yakın hissettirmiştir. Ayrıca Sünni gelenekte dışlanan sanat tasavvuf kanalıyla musiki ve resimle İslam kültürüne girmiştir.
Otorite meselesine dönersek Sünni ve Şii gelenekte birçok yorumla bugüne kadar gelmiştir. Şii gelenek imamet silsilesi üzerinden, Sünni gelenek de ibadet ve manevi otorite üzerinden mezheplerin, tarikatların, cemaatlerin oluşumuna yol açmıştır. Ama işin özü, son kitap ve peygamberden sonra henüz son yorumcu gelmemiştir, dolayısıyla son yorumcu gelene kadar bu çeşitlilik devam edecektir. Son yorumcudan kasıt bazılarına göre mehdi, bazılarına göre kıyamete yakın oluşacak bir takım alametlerdir.
Yorumlardan anlayacağımız şey, dinin siyasetten ayrılmasının mümkün olmadığıdır. Bu sadece İslam için de geçerli değildir. Mesela Hıristiyanlığı eğer Konstantin devlet dini haline getirmeseydi belki bu din bir avuç fakir, fukaranın elinde kalacaktı. Şiilik de Sünnilik de aynı şekildedir. Yani devlet geleneği olmadan bir dinin ayakta durması zordur. Devletin merkeze aldığı dini yoruma Ortodoks yorum denir. Latinceden gelen bu kelimenin anlamı sahih inançtır. Dolayısıyla yorumlar içerisinde devletin benimsediği yoruma Ortodoks denir. Bunun dışında kalanlar ise heterodokstur. Latincede öteki inanç anlamına gelir. Türkçede de çok sık kullandığımız ötekileştirme de buradan gelir. Birini merkeze alıp diğerini dışarda tutmak anlamındadır. Bu coğrafyada Ehl-i Sünnet Ortodoks, Vahhabilik ve Şia heterodokstur. Fakat İran’da Caferilik-İmamiyye Ortodoks’tur.
NOT: Bu metin Mehmet Toprak hocamızın onayından geçtikten sonra yayınlanmıştır.
Hazırlayan: Zeynep Karataş