Düşünümsel Modernite

Hazırlayan: Yorum yapılmamış Paylaş:

 
7. HAFTA (31 Ocak) Doç. Dr. Ferhat KENTEL
Bu seminere hazırlık kapsamında,
Ulrich Beck, Siyasallığın icadı, İletişim yay., 2005 kitabından;
“Giriş – ‘Ve’nin sorgulanması
Ahlaki bir gençlik pınarı olarak ekoloji – Giriş için bir diyalog
Eleştirel kuramdan risk toplumunun özeleştirisine
Düşünümsel modernleşme kavramı ve kuramı” bölümleri okunmuştur.

Seminerlerimizin VII. Haftası olan 31 Ocak 2009’da “Düşünümsel Modernite – Küreselleşme” konusunu işlemek üzere hocamız Bilgi Üniv. Öğr. Üyesi Doç. Dr. Ferhat Kentel ile yeniden bir araya gelme şansını bulduk.

Doç. Dr. Ferhat KENTEL

Düşünümsel modernite yani refleksif modernite, modernliği yeniden okumak. Ve yeniden okurken şimdiye kadar yaşanmış süreçlere eleştirel bir bakış getirmek. Bu çok tanımlı bir şey değil. Öncelikle çok genel tespitlerden başlayalım. Moderniteden anladığımız klasik algı ticari kapitalimin ortaya çıkışı, ulus devletin ortaya çıkışı, Westfalya Antlaşması yada 1989 Devrimi gibi dönemden başlayıp birkaç yüzyıla yayılmış bir kavram.

Bu tarihler bize klasik modernitenin toplumların içine yerleştiği zamanları gösteriyor. Mesela matbaa icat ediliyorsa sadece elyazmalarıyla çoğaltma sınırlı kesime hitap ederken matbaayla birlikte kitleselleşiyor. Bu kitlesel bilgi daha ilkel düzeyde patates fiyatı bilgisi de olabilir, askeri, siyasal, kültürel alanlara dahil bilgiler de olabilir. Bu modernite açısından mekânsal ve zamansal farkların ortadan kalkması demek. Tokyo’da olan bir şey aynı anda burada da yaşanabiliyor. Ya da geçmişte olan bir şeyi bugüne getirebiliyoruz. Yani bir ortaklaşma. Belli bir konu etrafında ortak bilgileri tüketebilme, ortak sosyalleşme.

Fransız devrimini aldığımızda eşitlik, kardeşlik, özgürlük gibi bir takım lafları öğreniyoruz. Bu eskiyi geride bırakıp yeni bir dünyaya gitmek anlamında modernizmin durmadan ilerleyişini ortaya koyuyor. Keşifler, fetihler, ticaret yolları da modernleşmeyi işaret ediyor. Asla geriye bakma, ileri doğru git. İlerlemek, kazanmak, başarmak modernliğin en önemli unsuru oluyor. Ve eşitlik düşüncesi de bunu herkes için mümkün kılıyor. Westfalya ile birlikle bu eşitliğe rağmen sınırlar ortaya çıkıyor. Uluslarla birlikte biz ve ötekinin farkı ortaya çıkıyor. Sanayiyle birlikte köylünün kentli insana evrilmesi, sanayinin temel dinamik olması, fabrikada farklılıkların ortadan kalkması.. Dolayısıyla Giddens’ın tabiriyle zamana yayılmış kocaman bir tekerleğin döndüğünü söyleyebiliriz. Klasik modernite dediğimiz, insanları kuşatan çok güçlü bir tekerlek olduğu için başka taraftaki insanların bigane kalamayacağı bir kavram. Osmanlı da, Rusya da, Afrika da bu makinenin gücüne cevap vermek zorunda.

Türk modernleşmesi için de geçerli olan bir model ve verilen cevaplar var. Ona göre kanunlar ve yeni bir rejim ortaya çıkarılıyor. Bu evrensel bir model olarak içinde yaşadığımız bir durum idi. Ama şimdi bu pakette bir sorun var. Tekerlek aksamadan yoluna devam edemiyor. Toplumlar böyle devam eder, toplumlar böyle eşit vatandaşlardan oluşur diyen klasik modernitenin büyük ölçüde bir “söylem” olduğunu görmeye başlıyoruz. Aslında bir eşitlik yok, aslında herkesi sosyalize etmiyor, aslında insanları sosyalize etmeye çalışırken onların kendi kültürlerine dair bir takım hasletleri ezmeye çalışıyor. Dolayısıyla bu homojenleştirme çabası insanlardan çok tepki aldı ve herkes bu moderniteyi aynı şekilde üretemedi. Burada en nötr laf artık farklı moderniteler var. Herkes kendi modernitesini kendisi yorumluyor. Fransa’daki model birebir uygulanamıyor. Yani lineer bir durum artık yok. Giddens, Nash, Beck  gibi insanların söylemiş oldukları modernitenin bir ekspertler sistemi olduğu. Klasik modernite beden eğitiminden, müziğe tarihten mimariye, tarımdan siyasete tüm bilgilerde uzmanlar yarattı. Yani binayı yapan adam sadece mimardır, sosyolog toplumla uğraşır. Herkesin işi dolayısıyla bir işbölümü vardır. Biz işbölümünü moderniteyle öğrendik. Biz uzmanlığını konuşturan insana güvenmeyi öğrendik. Modernlik bu adamlar sayesinde ilerledi. Ama o kadar çok biliyordu ki bu uzmanlar daha çok et yiyelim diye laboratuarda inanılmaz bir faaliyet gösterdiler. Hormonlarla oynayarak, dışarıyı görmeyen ineklerden daha çok süt alımını yarattılar. Tabii sonra deli dana denen bir hastalık çıktı. Yani bu bilen adamlarla inek dediğimiz hayvan inek olmaktan çıktı. Modernite beklenmeyen sonuçlar yarattı. İlerlemenin dışında bambaşka bir risk yarattı. Oysa modernite güven de demekti.

Biz o uzmanlara güveniyorduk. Ama nükleerle ısınmayı beklerken bir gün Çernobil oldu. Sonuçta nesilden nesile geçen bir sürü hastalık türedi. Sonra çevre ve orman bakanı televizyona çıkıp çay içti. Çünkü o güvenmemiz gereken uzmandı. O iyi bir modern olarak onu yapmaya çalışıyordu. Ama biz yeterince modern değildik ki inanmadık. Ben uzman değildim ama etkileri direkt olarak yaşıyordum. O halde bir diğer önemli unsur çıkıyor. Modernite benim objektif olmamı sağlıyor. Verdiğim bilgi objektiftir diyen bir insan bunu argümanlarla, neden sonuç ilişkileriyle üretiyordu. Ama modernitenin yarattığı sonuçları ben sübjektif olarak yaşadım. Bu sübjektif kriterlerle ben o ineği yemeği reddettim. Yani ben modernliğin verdiği tüm açıklamalara karşın kendi tecrübelerimi kullandım. Bu daha yereli, daha otantiği bulmaya çalışan bir başka mantığı uyandırdı. Kapitalizm tüm bunları yeniden yorumlama kapasitesine sahip. Mesela organik ürünler satan reyonlar mevcut.

O halde modernite bizzat kendisi risk yaratan bir makine. Fırsatlarla birlikte riskleri de üreten bir makine. Ama artık biz o klasik modernliğin dışına çıkmaya başlıyoruz. Üretilmiş risklere karşı başka cevaplar verdikçe dışına çıkıyoruz. Mesela uzmanlardan oluşan bir fabrikayı düşünelim. Trakya gibi ülkenin en verimli topraklarının olduğu yere bir sanayi bölgesi kuruldu. Ama yeraltı sularının hepsi şu anda renkli akıyor. Çünkü bir maya şirketi yeraltına zehirli varilleri gömdü. Burada en önemli unsur işbölümüydü. Fordist yöntemde her şey planlanıyordu. Son dönemde bu hiyerarşik örgütlenmelerde değişimler ortaya çıktı. İşçiyi üretime dahil etmek için çeşitli yöntemler yaratılmaya başlandı. Tek uzmanlar yerine daha kolektif çalışmalar yapılmaya başlandı. Bu zamana ve farklı alanlara yayılmış olan modernite krizi ile birlikte düşünümsel modernite denilen olgu ortaya çıktı. Beck’e göre modernite yukardan aşağı işleyen bir mekanizmaydı. Dayatma düşünme biçimleri iken riskler sayesinde insanlar önlem almaya başladıkça toplum daha da demokratikleşmeye başlıyor. Beck bunun “modernleşmenin modernleşmesi” olduğunu söylüyor. Yani tüketici olan insanların bu sürecin içine girmesi. Objektiflik iddiasına tecrübelerin de dahil olması. Bergamalıların siyanüre karşı dayanışmasıyla köylüler uzmanların önüne geçiyorlar. Yani modernleşme bizzat toplumun dahil olduğu demokratik bir oluşum. Ama Nash’e göre modernite hiyerarşiyi koruyor. Yani tepelerde her halükarda her şeyi kuşatacak bir bilgi oluyor. Yani Bergamalıların üniversitenin raporuna ihtiyacı olması gibi. Tüm bunlarla modernitenin doğal bir şey olmadığını söylüyoruz.

En somut haliyle moderniteyi ilerlemeyle anlıyoruz. İlerlemeyi temsil eden aktör de devlet. Aşağıda siyasal partiler var. Daha aşağıda ordu, stk gibi bizim birikimimizi taşıyan kurumlar var. Bir de biz varız. İlerlemenin göstergesi de uzmanlar. Oysa artık bu riskler yüzünden marjinal, konuşulmayan bilgilerin de uzman bilgilerine dahil olduğu görülüyor. Ve buna “düşünümsel modernite” deniyor. Çünkü bu iki bilgi karşı karşıya gelerek birbirlerine göre düşünüyorlar. Uzmanların ortaya koyduğu her şey bende, benim ortaya koyduğum uzmanda bir değişim yaratıyor. Benim söylediğim her şey bir bilgiye, bilgi eyleme dönüşüyor. Bu tek yönlü bir bilgi değil, etkileşimli bilgi. Hala bir tepe var modernitede ama alternatif modernlikler de var. Hayat tek yönlü bir objektivite değildir, farklı bilgi edinme türlerimiz de vardır. Farklı tarihler vardır. Birileri “bana asla Batı merkezli bir ilerleme tarihi dayatamazsınız, benim kendi tarihim var” dedikçe, sübjektiviteler ortaya çıkıyor.

Bu bir iktidar ilişkisidir. Ne kadar güçlüyseniz o kadar yukarı yansıtırsınız. Siyasette siz Kürt olarak yok sayılıyorsunuz. Partiler kurup, mitingler yapıyorsunuz. Sonra bir mitingde bir çocuk bayrağı çiğneyince bu durum sonucu sesim duyuluyor ama tepkilerle başım ezilmeye çalışılıyor. Sonradan öğreniyorum ki o bayrağı veren Ergenekoncu amcanın birisiymiş. İşte burada refleksivitenin tam ucundayız. Bilenler karşısında cahil cühela Kürtler değiliz artık. Artık sadece uzmanlar değil alttaki insanların da apayrı bir kapasite kazandığı bambaşka bir dünya mevcut. Yani sadece uzmanların değil hepimizin kapasitesi var. Ben sıradan tüketici birey değilim, meseleye dâhilim. Nash burada kilise örneğini veriyor. Dünya Hıristiyanlarına en doğru tavrı söyleyen orasıdır. Latin Amerika’dan Filipinlere Katolik öğretisini yayar. En çarpıcı örnek Papa Jean Paul’un yaşlı haliyle yaptığı gezilerdir. Oysa Nash hikâyenin bu olmadığını söylüyor. Modernlik kendini kilisenin yerine o kadar koydu ki artık yukarılarda bir şeyler söylemeye çalışanlara karşı çok daha fazla sübjektiviteler mevcut. Biz artık öznel bir takım dünyalardayız. O zaman şu anda olan modernite falan değil, postmodern bir durumu düşünebiliyoruz. Buradaki hikâye parçalardan, ağlardan oluşan haliyle iç içe geçen, sürekli değişen bir dünyada olduğumuz. Dolayısıyla refleksivite dikeye doğru giden bir şey değil. Hiçbir zaman tek yere ait değil, aynı anda pek çok yere ait olmak. Ben tek bir ilişki içinde değilim. Her ülkede bunun farklı tezahürleri var. Burada da Kürtler üzerinden okunabilir. Devletin televizyon kurma hakkı vermesi Ulrick Beck’i haklı çıkartırken, sokaklarda Kürtçe konuşma hakkını elde etmem Scott Nash’i haklı çıkartır. İkisinde de doğruluk payı var. Bu beraber düşünülen, eylem ve bilgi arasında etkileşimin olduğu dünya demokrat bir dünyadır.

Burada yeni düşünme biçimlerini kazanıyoruz. Burada siyasal işbölümü ortadan kalkıyor. Ortak dertler etrafında insanlar sınırlardan sıyrılıp bir araya gelebiliyor. Biz sadece buradaki insanlarla değil başka insanlarla da etkileşim halindeyiz. Darfur’da ne oldu diye de düşünmeye başlıyoruz. Canımız onlar için de yanıyor. Bu benim bilgi düzeyimi de çoğullaştırıyor. Ama işin diğer yönü bu halin denetlenemezliğidir. Yani hem Gazze’yi hem Ergenekon’u düşünürken yığılan bilgileri anlamıyoruz. Anlamaya çalışırken olaylara karşı bir takım tavırlar koyuyoruz, ötekilerimizi buluyoruz. Dünya birbirine benzerken bir anda birbirleriyle kavga eder hale geliyorlar. Dünya çoğulluğun içindeki korkularıyla bir anda düşmanlıklar da üretmeye başlıyor. Biz düşündükçe ve çoğaldıkça bu bazı riskler de üretmeye başlıyor. Bastığımız yerin sürekli hareket halinde olduğunu düşünüyoruz. Nash, Ulrick Beck’i modernliteyi söylemsel olarak yeniden ürettiği şeklinde eleştirirken bir tür evrensel düşüncenin, öteki yaratmamanın, daha demokratik kurumlara ihtiyaç olduğunu söylüyor. Beck farklı bilgilerin içeri alınarak bilgi depolarının daha demokratik olacağını söylüyordu. Bu bizzat devletin kurumları olabilir. Mesele Türk Tarih Kurumu’na devletin söylediği bilgilerin dışında da başka bir şeyin girip girememesi. Nash’in söylediği gibi oraya yatay düzeyde de birey taşınacak mı? Çözüm tarih kurumunun, diyanet işlerinin demokratik bir yapı olmasıdır. Herkes kendi dinini yaşasın.

Devlet tarihsel bir aygıt. Zaman içinde iktidar ilişkileri içinde ortaya çıkıyor. Mutlakıyetçi devletlerden birikimlerle gelmiş olan bir devlet. TC’nin Osmanlı’dan bağımsız olması mümkün mü? O devletten bu devlete geçen aynı askerler, aynı topraklardı. Modern ulus devletin içinde sınıflar arası güç ilişkileri var. Küçücük bir sınıf olan burjuvazinin dillerini öğrendik. Faiz haramdır diyoruz ama ondan kopamıyoruz. Ara formüllerle idare ediyoruz. Eşitsiz ilişkileri olan, güçlünün dilini konuştuğumuz, bunları normal kıldığımız bir güç ilişkisi. Tüm bunların normal kabul edilmesi expertlerin yaratımı. Burjuvaların expertleriydi rasyonel olanı söyleyen. Bu bir düzenin rasyonalitesiydi. Devlet burjuvazinin devletiyse başka bir damga vurularak devlet dönüştürülebilir. Ben daha başka bir ilişki türü geliştirebilirsem, toplum ne kadar demokrat olursa o devlet de bunu o kadar taşır. Benim gündelik hayatımda daha demokratik, daha insani yollar olmalı.

Ben zayıf bir birey olarak sendikaya üye olup bir aktör oluyorum. Diğer tüm özelliklerimden sıyrılıp sendikanın üyesi oluyorum. Sendika da beni hiyerarşize ediyor. Temsilcileri vasıtasıyla beni temsil ediyor. Biz işçiler olarak bayrakları alıp sokaklara dökülüyoruz ve kocaman dünyamızı üç sloganla ifade etmeye çalışıyoruz. Örgüt benim bedenimi forme eden şekil veren bir şey. Sonra örgüt benim için kutsallaşıp, her şey haline geliyor. Oysa o bir araçtı sadece. Modernlik de böyle bir şey. Modernlik de bir kalıp ve hayatımın bir evresinde bu kalıp beni kendisine benzetiyor. Modernleşirken bu kalıplarda bir şey olmamız beklendi. Kendisine göre kutsallıklar inşa etti.

Uzmanlıklarla yürüyen ve bilgiyi hiyerarşize eden bu toplumda modernlik zaten hep güvenlik tehdit ikilemi üzerinden işleyen bir makineydi. Örneğin doğa tehlikeydi, insanın doğa karşısında güvenliğini sağlamak gerekiyordu. Doğa belirsizlikti. Depremler, sellere karşı insanlığı koruyacak, tehlikeyi bertaraf edecek binalar gerekiyordu. Doğa hep mücadele edilen, bir kavgaya girişilendi. Doğal durum aşılması gereken bir durumdu. Doğal durum denetlenebilmeli. O zaman doğal durum insanlığın da bir haliyse insanlık da denetlenmelidir. Çocuk mesela, insanın en doğal halidir. Onu bir beyaz sayfa gibi düşünüp üzerine yazarsanız çocuk ehlileşir. Yerliler, az gelişmiş toplumlar ehlileşir. Çünkü düzene sokulmadıkça doğa gibi tehlike üretirler. Burada uzmanlar devreye giriyor. Vahşi kalabalıkların kontrolünü bilim adamları, antropologlar, polis, ordu yapıyor. Polis çetelere karşı önlem alırken biz de kafamızın içinde önlemler alıyoruz. Duvarlar inşa ediyoruz tehlikelere karşı. Akıl sağlığımızı korumak için. Akıl sağlığı bozuk olanları da bir takım yerlere tıkıyoruz, akıl hastaneleri gibi. Hastalık asla görmek istemediğimiz, tam tehlikenin kendisi olan şey. Onları gözetleyebileceğimiz, önlem alabileceğimiz karantinalara koyuyoruz. Burada Foucaoult’nun panoptikonunu düşünebiliriz.

Tüm toplumu her alanda kontrol edebilecek bir takım gözetleme imkânları ile toplum disipline edilecek. Yani o panoptik, o kuleyi görmesek bile içimizde hissedeceğiz. Dolayısıyla hasta olduğumuzda topluma karışmayacağız. Toplum için normal olamayan şeylerle biz kendimizi evlere kapatacağız. Bunlar ayıp, kötü şeyler diyerek aslında gayet doğal olan şeyleri denetleyip biz kendi kendimizi disipline edeceğiz.  Bu mantığın modernlikteki en uç noktası Bush’un serüvenleridir. Bush’ta sembolleşen mantık dünyanın düşmanlardan oluştuğudur. Tüm bu tehlikelere karşı ben kendimi en güçlü silahlarla donatmalıyım ki o doğal durumu kolayca yeneyim. Bunun diğer tarafı İsrail- Gazze. Gazze’de sadece yaşamaya çalışan, en ilkel duruma yakın insanlar var. Diğer tarafta İsrail, dünya üzerinde paranoya yaratmış olan bir ülke. Onun diğerini eziyor olması doğal duruma karşı koruyor olmasıdır. Modernleşmenin küreselleştiği dünyada böyle bir noktaya geldik. Dünyanın her yerinde olan bir Yahudi paranoyası var. Onlar çok güçlü ve her şeyi yapabilir mantığı çok ilginç. Bütün meselelerin sebebi ilan ettiğimiz İsrail meselesi sanki o gücü yeniden üretiyor. Burada biz tam da o dili yeniden üretiyoruz. Dün Erdoğan Davos’ta o lafları edince İsrail’in ne yapacağı korkusu çıktı.

Bu aslında modernliğin öğrendiğimiz korkusu. Silahla, askerle, orduyla, subay, üniforma, rütbelerle büyüdük çünkü. Hep daha güçlüleri vardı. Biz korkarken saygı duyuyoruz aslında. Buna karşı mücadelede o dil tekrar etmemekle başlar. Çünkü çok paradoksal şekilde hem bir kavme düşman olup ırkçılık yaparken hem de o gücü yeniden üretiyorum. Biz de ordu kutsaldır diyoruz. Neden kutsal olsun? Sosyologlar kutsal mı? Biz bir şeyi kutsarken hâkim olamadığımız, bilmediğimiz bir gücü kutsuyoruz. Kutsal yeryüzüne indi, her taraf kutsal. Bu da aynı zamanda modernitenin ikili mantığının izlerinden gitmektir. Ötekisini hep ehlileştirilecek bir doğal durum olarak gören… Nash’le birlikte belki şunu söylemek lazım modernlik bize hayatı, toplumu anlamak ve onu dönüştürmek bilişsel olarak gerçekleştirilecek şeylerdir. İnanç unutulacak biz aklımızla, argümanlarımızla düşüneceğiz dedi ve o anda tanrının yerine akıl geçti. Aklın icadı ile kendini Allah’ın yerine koydu. İlk ön kabul oldu. İnsanın hikâyesinde akıl kendini rekabet halinde Allah gibi konumlandırdı. Çünkü bir tarafta Darwinist bir tarafta daha kutsal kitaplar arasında aklın kendini konumlandırmaya, her şeyi örmeye başladığı bir an yok. Sadece o akıl kendini bir şeyin yerine koydu. Geçmişe dönük argümanlar yaparak bir takım yorumlar yapmaya başladı. Bunlar elbette çöpe atılamaz çünkü inancın içinde de akıl vardır. Ama akıl kendini anlatırken inançtan soyutladı. Orada kendisini milat gibi bir noktaya koyduğunda inanç gibi işlemeye başladı. Scott Nash bir ayrım yapıyor burada:  bir tarafta bilişsel bir yargılamamız var. Diğer tarafta estetik yargımız var.

Aslında diyor ki zaten bizim hayatımız esas olarak yargılamalardan oluşur. Bilişsel olan yalandır. Yola çıkarken zaten bir estetik olaydan yola çıkarız. Akıl kendini tanrının yerine koyarken estetik bir olay yapmış olur. Yorumla yargı karşılıklı etkilenerek ve dışsal etkilerden de etkilenerek akıl kendisini inşa eder. İnsan yerlilerden, vahşi kalabalıklardan korkarak her seferinde tepki vererek yani hep bir şeylerden korkarak üretti. Paratoner denen şey bir korkudan türedi. O akıl soyutlanabilir bir şey değil. Hep estetik korkularla ilişkili. Estetik derken burada sadece güzellik akla gelmemeli. İçinde değer yargıları olan olarak algılanmalı. Başından sonuna değer yargılarıyla yaşıyoruz ama bir kısmına bilişsel diyerek bunları bilişsellik sınıfına sokuyoruz. Belki de maddi olan dünyanın düşünce biçimini yeniden üretiyoruz. Aslında hayat çok daha refleksiftir. Sübjektif olarak öğrendiğim, annemden babamdan öğrendiğim bir şeydir.

İlk insan karnı acıktığında avlandı. Yıldırım düşünce önce korktu ama sonra öğrendi, yorumladı. Aslında bir şimdiki zaman var, bir de şimdiki zamandan sonraki zaman var. Şu anda yaşıyoruz. Bir süre sonra bu zaman hakkında kelime üretiyoruz. Şu anda daha refleksif yaşıyoruz. Kafamın içinde dolaşan kelimler çok yoğun, onlar şimdiki zaman. Ama konuştuğu kelimeler şimdiki zamandan sonraki zaman. Doğal ve refleksif hal var bir de akabinde bilişsel olan hal var. Sürekli kelimeler üretirken bu kelimeler bir sonraki zamanın estetik olan yargılamasının bir parçası oluyor. Tabii ki bilişsel olanın izleri onun içinde sürüyor. Aşkı düşünün. Bir sürü yazar bunu tanımlamaya çalışıyor. Ama hiç kimse benim yaşadığım aşkı anlayamaz. Buna rağmen ben kendi anladığım aşkı başkalarının kelimeleriyle anlatmaya çalışıyorum. Karacaoğlan zamanında aşkı onun kelimeleriyle ifade ederken bugün aşk denen şey bir tüketim vesilesi olabiliyor. Şimdi evlilik uluorta konuşulurken geçmişte bu mahremdi. Şimdi aşkın ifadesi aleni oldu. Bunlar hep kelimeler. O kelimeler araçsallaşıyor. Oysa benim yaşadığım duyguyu hiçbir kelime tam olarak ifade edemiyor. Ama içine girilen örgüt sizi kendi formuna sokuyor. Dolayısıyla estetik olan bir şimdiki zaman var ama estetik olandan sonra bir de bilişsel olan var, kelimeler, eylem var. Sosyoloji kelimler üretiyor, insanlar yaşıyor. İnsanların yaşadığı estetik olandır, sosyolojinin yaptığı bilişsel olandır. Ben bu refleksif olanı akla taşımaya çalışıyorum. İnsanlık faaliyeti böyle.

Refleksif modernite ya da risk toplumu dediğimiz yeni zamanlar bizi en temelde ikili düşünce yapılarından çıkarmaya çalışıyor. Artık sadece ikili dünyalar yok. Arada bambaşka sesler de çıkmaya başlıyor. Hiçbir şey hiçbir şeyi denetlemiyor. Çünkü çok fazla sübjektivite var. Din meselesinden kadınlara bilim tek başına bir şeyler vazedemiyor. Artık belirsizlikler zamanı. Kendimizden bile şüpheye düşüyoruz. Hiçbir zaman emin olamıyoruz. İkili dünyadan çıkıp müphem bir hale gelmemiz o refleksif durumun en bariz örneklerinden birisi. Artık etki altındayız. Bedenimiz ve zihnimiz artık kolay kolay denetlenemez. Ulrick Beck siyaset yapma biçimimizle ilgili şunu söyler: siyaset artık yukarda yapılan bir şey değil alt siyaset denilen bir yola giriyoruz. Bu da yeni sosyal hareketlerin alt yapısını oluşturuyor. Yani müphem bir durumda hiyerarşinin şurasında ya da burasında olmak mümkün değil artık.

Modern zamanlarda aynı anda bir sürü yere değer alt siyaset. Beck’in en fazla dikkat çektiği yer Yeşiller Partisi. Yeşiller havayı kirleten sanayicilere, devlet politikalarına karşı konuşur. Kadın, erkek, işçi, esnaf her kesimden insan giriyor bu hareketin içine. O zaman ben o modern kategorilerin içinde başka bir noktaya da dâhil oluyorum. Çevreyi, hava kirliliğini düşünürken bir anda o zamana kadar hiyerarşiler nedeniyle değmediğim insanlar benim içime geliyorlar. Benim yaptığım siyaset siyaseti başkalaştırıyor. Aşağıdan siyaset, alt siyaset… Beck’in bunu anlatması çok mantıklı. Yeşiller sadece çevreyle uğraşan parlamento dışında marjinal bir parti iken bugün Alman siyaset sahnesinin en önemli aktörlerinden biri olarak mecliste. Beck tam o modernleşmenin modernleşmesi olarak anlattığı kenarların içeri girmesine böyle değiniyor. Yani karmakarışık, çoğul dünyalarımız herhangi bir kelimeye sıkıştırılmadan nasıl yaşanır, böyle bir şey mümkün mü? Kelimler nasıl bu çoğulluğu korur? Esas mesele bu. Çünkü kelimeyi ürettiğimiz anda olay fakirleşmeye başlıyor.
Kelimeyle birlikte biz denetleme yapmaya da başlıyoruz. Sürekli değişen faklı bir aşamaya geçen kesintisiz bir hikâye. Mısır’da  Nil nehrinin denetlenerek sulamanın sağlanması tarımın güçlendirilerek artık değerin üretilmesi ve bunun kontrol edilmesi dediğiniz zaman bir güç konsantrasyonundan bahsetmiş oluyoruz. Firavun dediğimiz güç ilişkisiyle anlaşılmalı. Çünkü “Ben sizin Tanrınızım, bana itaat edin” demeye başladığında mesele başka bir noktaya taşınıyor. Bugünkü modernlik de aynı firavun, piramit, Osmanlı, saray hikâyesinin ötesinde yeni bir güç hikâyesidir. Bu aşamada oluşan kendisinden önce geleni inkâr ettiği için onu sorunsallaştırıyoruz. Modernlik deyince iki tane okuma yapıyorum: yaşadığımız hayata yabancılaşmadan yeniden bakmak istiyorsak hiçbir kelimeyi mutlak olarak kabul edemeyiz. Çünkü her kelime içindekini yeniden doldurarak anlatma kapasitesine sahip. Hele içine bilimsellik sokulursa bilimsel olmadığınız zaman modern olarak bilimsel olana biat etmeye başlıyoruz. Dolayısıyla modern kelimesi en baştan iki anlamda olabilir. Birincisi Mısır’da ilerleme mevcutsa bu modernlik hikâyesidir. Ama ikinci hikâye yine aynı yere bakarken meydana çıkan güç ilişkisi, disipline etme isteği. O zaman modernite kendi içinde kesintiler oluşturuyor. Bir dönem krallar kendilerine kutsallık atfederken biz onların önünde kul olarak geçiyorduk. Modernite bunu inkâr edip eşit vatandaşlığı getirirken orada bir yalan inşa olmaya başlıyor. Çünkü biz eşit olduğumuzu sanırken başka bir şeye kul oluyoruz. Ve özgürleştiğimizi sanırken esir oluyoruz. Fabrikada vidayı sıkarken ürettiğiniz şeyden habersiz oluyorsunuz. Okula giderken üniformaları çekip andımızı okurken kendimizin daha derin hikâyelerine de yabancılaşıyoruz. Bu modernitenin açtığı parantez beni yaşadığım doğaya bile yabancılaştırıyor. Çünkü doğayı öteki haline getiriyor. Ulus devletin inşasında modernin dilini öğrenirken komşularım benim doğal durumumun unsuruyken bir anda yabancılaşıyoruz. Marx da aslında tam da böyle bir şeyi reddediyor. Ama aslında Marx da bir modernist. Bu yola giderken takip ettiği yol modernist. Örgüt derken o kalıbın içine girerek dikey hiyerarşik bir yol alıyor. Modernliği modernliğin araçlarıyla yeniden en iyiye taşımaya çalışıyor.

Vatikan’da, kilisede, Osmanlı’da, Rus çarlarında hepsinde bir merkez vardı. Modernlik onun yerine geçince benzer bir mantığı vaaz etti. Nash’in burada söylediği şey toplumun yeni direnişi cemaat mantığı. Bu hareket eden başka bir var oluş hali. Bu cemaat aynı kalmıyor hareket ediyor. Bir yere ait olma duygusu var. Ama tek bir yere ait değil, çoğullaşan bir aidiyete sahip. Ben bugün işçi olma vasfından sınıfsal kaygılarımı dile getirebilirim ama aynı zamanda yarın bununla birlikte Müslüman olarak mücadele edebilirim. Ben tek kategori içinde değilim, hareket ediyorum. Sürekli olarak başka yerlere dokunuyorum. Ben hem Kürdüm, hem işçiyim, hem Müslümanlım bunların hepsi benim. Her halim konuşabiliyorsa kendime ait yabancılaşmamı da asgariye indiriyorum demektir. Biz modernler olarak dünyanın üzerindeydik. Her şeye oradan bakıyorduk. Şimdi dünyanın içindeyiz. Yukarıda durduğumuz zaman dünyayı değiştirebileceğimiz düşüncesiyle kendimize yabancılaşıyorduk. Artık içine girerek biz değiştirebiliriz fikrine sahip olabiliyoruz. Hiyerarşik bir dilden ziyade farklı bir takım dillerin konuşabilmesi demek.

Ulrick Beck’in söylediği şey yeni sosyal hareketler. Alt siyasetin vardığı yer olarak yeni sosyal hareket. Bu yaşadığı gerçekliği siyasete taşıyan insanlar demek. Klasik sosyal hareketler, işçi sınıfı örneğin, sadece çıkarlarımdan hareket ederken, yeni sosyal hareketler çok daha karmaşık yapıları anlatabilen çoğul hareketler. İşçi sınıfı gibi hareketlerin tekeline alamadığı hareketler. Çünkü o hareket içinde örneğin kadınlar görünmez kılınmıştı, esas hareket erildi. Kadınlar payandaydı. Oysa yeni sosyal hareketlerde sadece kadınların dile getirebileceği bir takım talepler olabilir. Yeni sosyal hareketler modernliğin modernleşmesi, modernliğin demokratikleştirmesidir. Giddens bunun adını daha net koyar; üçüncü yol der. Ya o ya bu değil, hem o hem o diyen bir dil bu. Parçalara ayırmayan ama farklı özellikleri bir arada konuşturabilen siyasal diller yeni zamanların alternatif dilleri olabilir.

Yani modernitenin bize öğrettiği mecburiyetler yaşanmayabilirmiş. Her zaman için başka bir şeyin olabileceğini düşünmek önemli. Şirketi fabrika, işletme, hastane hepsi hemen hemen aynı panoptik model. Oradaki varlıkları kontrol ederek en iyi şeylere dönüştürmek. Oysa bu konuda, örneğin akıl hastanelerinde uygulanmış bambaşka metotlar da var. Bambaşka bir ilişki kurulabilir. Tüm bunlardan panoptik topluma geçiş denetimle oldu. Mecburiyet denen bir şey yok, bunu bize modernlik öğretti. Ölüm bizim için çok sıradan bir şeyken biz onu en alt kata hapsettik. Şimdiki zamanı kutsarken geçmişle gelecek arasındaki bağı görmemeye başladık. Ben şimdiki zaman içinde borsada ne olduğunu bilirken eskiden hava kararınca hayvanları otlaktan eve götürmeyi anlıyordum. Şimdi zaman ve mekân birbirinden koptu. Gece iki de uzaktan biriyle yazışabiliyorsunuz. Zaman farklı mekân farklı diye öğrendik. Zamanı dilimledik. Bununla biz çok fazla değiştik. Bu meselelerden baktığımızda biz ölüleri görmüyoruz. Devlet de artık kişiliksizleşti. Vücuttan bağımsız bir Tanrı. Tüm kutsallıklarıyla kendini Tanrı yerine koyuyor. Gündelik hayatta yaşadığımız pratiklerle makro mekanizmalar arasında ilişkiler var. Bizim gündelik hayatımız bu makro mekanizmalarca ele geçiriliyor.

Önceki Yazı

Bosna

Sonraki Yazı

Vanlı Kadınlara Destek Programı

Bunlar da ilginizi çekebilir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir