12 Kasım 2009
Bugün 12 Eylül ve Özal döneminden bahsedeceğiz. O yıllarda genel hatlarıyla dünyada neler oldu diye baktığımız zaman 80’li yıllardaki dönüşümün temellerinin 70’li yıllarda atıldığını görüyoruz. O dönemi bir kelimeyle ifade edecek olursak postların dönemi, ‘post’ önekli kavramların dönemidir diyebiliriz. Yani alışılagelmiş modern toplumun kalıplarından kaçma, çoğullaşma eğilimininbaşladığı yıllardır. Batı hegemonyasının batılı entelektüeller tarafından sorgulandığı, Kapitalizm kadar Kominizminde eleştirildiği yani bireyin özgürlüğü yönünde bir çığlık olarak sembolleştirilebilecek yıllardır. Ve bu dönemde sosyolojiden bilime yönelik eleştirilerine kadar Fransız düşünürlerinin etkisi çok fazladır.Post-modernizm bir biçimde anti-bilim tartışmalarını da içeren, farklı bilgilere meşruiyet kazandıran, bilgide çoğullaşma, toplumsal ve siyasal görüşlerde çoğullaşma ve farklılıkları özgürleştiren bir yaklaşım olarak ortaya çıkıyor. Batı dünyasındaki bu dönüşüm o yıllarda Türkiye’ye çok yansımadı. Çünkü 80’li yıllar Türkiye’de siyasal gerilimle, anarşinin damgasıyla geçti. Fakat farklı bir biçimde yani 1950’lerden itibaren başlayan bir coğrafi ve sosyal hareketlilik, hızlı bir göç dalgası biçiminde yansımış oldu. Dolayısıyla geleneğin taşıyıcısı durumunda oluşacak kitleler üniversite düzeyinde temsilcilerini bulmaya başladı.
I. Özellik; İdeolojik Sosyolojiden İşlevsel Sosyolojiye Geçiş
Türkiye’de 90’lara gelindiğinde toplam üretimde sanayinin payı çok yükselmişti. Dolayısıyla sanayi ürünleri ihraç eden, eğitim düzeyi yükselen, bireyselleşmesi artan daha dinamik ve karmaşık bir toplum oluşmuştu. Bu da sosyolojinin işlevsel olmaya başladığı bir toplum anlamına geliyor. O yüzden 80’lerden günümüze Türk sosyolojisinin ana çizgileri nelerdir diye baktığımızzaman ilk söylememiz gereken husus İdeolojik yapıdan işlevsel olmaya başlayan bir sosyolojiye geçişdönemi olduğudur. Sanayileşme dediğiniz anda burada piyasanın talepleri karşımıza çıkacak. Çünkü neticede onlar ürünlerini talep edilebilir hale getirmek ve talepleri karşılamak durumunda oldukları için kamuoyu araştırmaları önem kazanacaktır. Bu araştırmaları yapan şirketler var. Bunların başlangıcını da Özal’a kadar götürebilirim. Türk siyasetinde modern, siyasal yapıyı arkasına alarak siyaset yapan ilk lider Özal’dır.
80’li yılların ikinci özelliği çoğullaşan ve çeşitleşen bir sosyolojiyle karşı karşıya olunduğu idi.
O haldedaha önceki geleneksel sosyoloji yönelimlerine biraz daha yakından bakalım.
-Bunlardan birisi Gökalpçı çizgiydi. Milliyetçi sosyoloji diyebileceğimiz bu çizginin Erol Güngör’den sonra kendini yenileyemediğini görüyoruz. Bu çizgiyi en iddialı biçimde Orhan Türkdoğan’ın sürdürdüğü düşünülüyor. Ama eserleri tarihi gerçeklerle tam olarak örtüşmediği için bu çizginin başarısız bir devamı olarak görülüyor. Orhan Türkdoğan’ın eserlerinde İslamiyet’e saygılı, Kemalizm’e önem veren sentez bir yaklaşım görüyoruz. Galiba en başarılı olduğu alan, etnik araştırmalardı.
-Üçüncüçizgi Marksist çizgiydi. Bu çizgi Sovyetizm’in çöküşüyle beraber etkisini kaybetti ve Marksizm’de çalışanlar liberalizme, Kemalizm’e, feminizme ve etnisizme savruldular. Yani daha önce sınıf eksenli analiz yapanlar, daha sonra değişik duyarlılıklarla çalışmalarını sürdürdüğünü görüyoruz. Bu da çeşitlenme ve çoğullaşmayı getiriyor.
III. Özellik;Gelişmekte Olan Bir Sosyoloji
Bu son 30 yıllık sosyolojinin üçüncü önemli özelliğinin nicelikte daha çok, nitelikte daha az olmak üzere gelişmekte olan bir sosyoloji olduğunu söyleyebiliriz. Nicelikte daha çok dedik çünkü bu dönem aynı zamanda Türkiye’de hızlı bir üniversiteleşme dönemidir. Dolayısıyla sosyoloji bölümünün daha çok açıldığı dönemdir. Sosyoloji bölümleri son tahlilde daha çok ilköğretim veya liselere felsefe için hoca yetiştiren kurumlar olmuşlardır.Ama neticede yapılan araştırmalar, tezler çok arttı. Eleştirel düşüncenin pek fazla gelişmemesi nedeniyle bu tezlerin büyük bir kısmı vasat ve kalitesizdir ancak çok az bir kısmı bilimsel değer taşımaktadır.
Ayrıca bu son 30 yılda Üniversiteleşmeye paralel bir biçimde medyanın büyümesi de çok önemlidir. Medyanın gelişmesi, bir taraftan okuyan insanlara bağlı ama diğer taraftan da o medyanın asıl gelirini oluşturacak olan reklam pastasının büyümesiyle alakalıdır. Çünkü neticede gazeteler ve televizyonlar ürünlerinin tanıtımını yapmak isteyen firmalar çoğalacak ki gelişsin. Dolayısıyla bu süreçte gazeteci-sosyolog diyebileceğimiz çalışmalar ortayaçıktı. Buradan bakınca da farklı kalitelerde çoğullaşan bir düşünce dünyası görüyoruz.
IV. Özellik;Bize Has Bir Sosyoloji var mı?
Ayrıca kuramsal düzeyde zayıflığı devam eden ve kendisi olma yönünde çabası zayıf kalan bir sosyoloji var. Yine de bu son 30 yıla baktığımız zaman daha önceki dönemde, sosyolojik düşünceyi besleyecek kaynaklar ancak ideolojik zeminde karşımıza çıkarken özellikle 80’lerin sonları 90’lardan itibaren ideolojik yönelimlerle birleşmese de akademik ciddiyeti olan değerli sosyolojik eserler Türkçeye çevrilmeye başlandı ve bu günümüze kadar artan bir biçimde devam ediyor. Buna örnek olarak birinci sınıf sosyolog olarak isimlendirebileceğimiz AlainTouraine’in ve M.Foucault’nun kitaplarının Türkçeye çevrilmesini gösterebiliriz. Post-modernizm ve sonrasındaki düşünür ve sosyologların kitaplarına yoğun bir ilgi var. Dolayısıyla bunların en azından az sayıda da olsa okunduğunu düşünüyoruz. Fakat bu etkilenmenin, kendisi olma yönünde bir sosyolojiyi desteklemediğini görüyoruz. Bunun sebeplerini belki önümüzdeki hafta konuşma imkanımız olur.
V. Özellik;Batı Sosyolojisi Etkisi
Bunlarla bağlantılı 5. özellik, bütün bunlara rağmen batıdaki sosyolojiyi daha yakından takip eden ve yoğun etkilenen bir sosyolojinin varlığını sürdürmesidir.
VI. Özellik; Daha Makro Alanlara Yönelmiş Bir Sosyoloji
Son 30 yılın 6. özelliğinin, siyasal gerilimlere odaklanan ve sonuçta kamusal alanda yoğunlaşan bir sosyoloji olduğunu da söyleyebiliriz. Yani en çok çalışılan alanlar sanki laiklik, başörtüsü,özgürlükler, sivil toplum, kadın, etnisite, Alevilik vb gibi böyle makro konular üzerinde odaklanmakta. Dolayısıyla daha mikro toplumsal sorunlarla, zihniyet ve değerlerle daha az ilgilenen bir sosyoloji söz konusu.Bugün Türkiye’ninen derin krizinin aile odaklı olduğunu düşünüyorum. Aile vb. konularda sanki daha az çalışma var gibi.
Ve son bir özellik olarak, o klasik yönelimleri aşma yönünde gelişmeler içeren İslamcı, feminist vb sosyolojilerden söz edebiliriz. Dolayısıyla, çoğullaşma yönünde bir yönelim de var.

Tabiî ki ciddi, güzel çalışma yapan pek çok sosyolog var ama özellikle Nilüfer Göle ve Şerif Mardin üzerinde durmamız gerektiğini düşünüyorum. Şerif Mardin Türkiye’nin modernleşme sürecini zihniyet ekseni üzerinden inceleyen bir sosyologdur. Ve bu incelemeyi Weber çizgisi üzerinde anlamacı, yorumlamacıbir sosyoloji geleneği baskın olacak biçimde yapıyor. Eğer onun sosyolojisini iki kelimeyle özetleyecek olursak; modernleşme ve ideoloji diyebiliriz. Çünkü modernleşme, inançların belirleyiciliğinin azaldığı, ideolojik inançların arttığı bir süreç olarak karşımıza çıkıyor. İdeolojiçok önemliydi. Şerif Mardin, ideolojiyi mikro ve makro iki uç arasında eğilim gösteren, kültürel sembolik sistem ve fikirler kümesi olarak ele alır. Yani ideolojinin bir söylem düzeyinde görülen makro düzeyi var; teorik düzey, bir de söylemlere yansımasa bile günlük yaşantıda tezahür eden bir mikro boyutu var. Bu mikro düzeydeki ideoloji yumuşaktır, tavır alış ve tutumlarda kendisini gösterir. Bir biçimde yaşanarak öğretilen, geniş katmanlarda tezahür eden,insan eylemine yön veren, şekillendiren, içyapılarda kendini gösteren şekilsiz inanç ve bilişsel sistemdir. Bununla ilgili ideoloji isimli müstakil bir kitabı vardır ve belki de Şerif Mardin’in ilk okunması gereken kitabı budur. Makro düzeyde ideoloji bunun tersidir. İdeoloji denilince yaygın olarak kastedilen şey budur. Bu anlamda ideoloji, temel anlamda eserleri olan kuvvetli bir yapıdır,seçkinci bir kültür oluşturur ve aydınlarda kendini gösterir. Şerif Mardin’in burada yaptığı, Jön Türklerden itibaren yani ideolojilerin artık aydınların zihniyetini şekillendirmeye başladığı bir dönemden itibaren bu zihniyet dönüşümünün izlerini sürmek, onu anlamaya çalışmaktı. Makro ideolojiler en renkli dönemini ikinci meşrutiyet döneminde yaşadı. Fakat cumhuriyetle birlikte yani bir siyasal proje olarak Kemalizm ortaya çıktıktan sonra bir biçimde alternatif düşünceler baskılandı. Şerif Mardin çalışmalarında Kemalizm’in nasıl yüzeysel kaldığını, niçin halk katmanlarına yayılamadığını da anlatır; Kemalizm makro düzeyde, yani teorik düzeyde güçlü değildi. Pragmatik bir ideoloji olarak kaldı. Dolayısıyla sert ideoloji anlamında böyle bir zaafı söz konusuydu. Yumuşak ideoloji anlamında yani mikro düzeyde ise Kemalizm geniş toplumsal kesimlerin zihin haritalarına inemeyen, kültür kodlarına nüfuz edemeyen bir ideoloji oldu. Dolayısıyla sınırlı bir çevrenin sığ bir söylemi oldu. Çünkü Şerif Mardin’e göreTürkiye’de geniş halk katmanlarının zihniyetini şekillendiren din yani İslamiyet’tir. Halk İslam’ı tarihsel süreç içersinde çok çeşitli faktörlerin etkisiyle yumuşak bir ideoloji olarak, yani tavırları ve davranışları şekillendiren bir dünya görüşü içersinde geniş kitlelere nüfuz etmiştirve yaşamaya devam etmektedir. Kemalizm böyle bir yumuşak ideolojik nüfuz sağlayamamanın ötesinde dine rakip olabilecek ideolojilerin ortaya çıkmasına da müsaade etmemiştir. Yani felsefi arka planı güçlü, dolayısıyla insan üzerinde daha fazla etkisi olabilecek, diyelim ki Marksizm gibi diğer ideolojileri de baskılamıştır. Mardin’e göre Kemalizm’in zaafı akla olduğu kadar kalbe de hitap eden değerler silsilesi getirememiş olmasıdır. Dolayısıyla Kemalizm siyasi aydınların söylemleriyle devam eden ve bürokratik ağırlığı olan bir yapı olarak karşımıza çıkıyor. Bunda Atatürk’ü koruma kanunu vs bir sürü şeyin hatta demokrat partinin bile etkisi var. Osmanlı döneminde din, ahlaki ve dini emirler yani geleneksel sosyal felsefenin özünü oluşturan kavramlar çok önemliydi. Yani zımni bir sosyal bilim metodolojisinden söz ediyorum.Yazılı eserlerle tam olarak karşınıza çıkmıyor ama yapılanlara baktığınız zaman, Osmanlı devlet terbiyesinden geçmiş yönetici elitlerde bir biçimde içselleşmiş zımni bir sosyal bilim metodolojisinin olduğunu görüyorsunuz.Halk düzeyine indiğiniz zaman, modern anlamda kitabi olarak ortaya konamayan, fakat bir biçimde yaşayan geleneksel sosyal felsefe var. Dolayısıyla din, ahlaki ve dini emirlerin önemli olduğu bir geleneksel sosyal felsefe oluşturup, yani yumuşak ideoloji anlamında bir dünya görüşü oluşturup uyumlu bir toplum ideali meydana getirirken cumhuriyet bir ahlaki boşluk yaratmıştır diyor Şerif Mardin. O halde Şerif Mardin’in yapmaya çalıştığı şey aslında bir biçimde yaşayan zihniyetle ilgili, zihniyeti dolayısıyla tutumları ve davranışları şekillendiren ve toplum üzerinde etkili olan şeyleri anlamaya çalışıyor.İşte Mardin’in Bediüzzaman araştırmaları tam da bu noktada ortaya çıkmaktadır. Devletin baskısına rağmen geniş halk katmanlarında itibarı çok yüksek olan ve bir biçimde zühdü ve takvayı önemsemiş, dünya nimetlerini elinin tersiyle bir tarafa itebilmiş bir zatı incelemek istiyor.Ve aynı zamanda bu Şerif Mardin gibi akademik anlamda kaliteli bir sosyologun niçin belli çevreler tarafından sürekli dışlandığını da gösteriyor. Çünkü onun Bediüzzaman araştırmasını yaptığı dönemler, Said Nursi isminin telaffuz edilmesininbile yasak olduğu dönemlerdi. Bu kadar erken bir dönemde bunu yapmaya başlaması çok büyük sosyolojik bir başarıdır. Dolayısıyla bir taraftan Said Nursi’yi merak eden diğer taraftan da Necip Fazıl’ı şimdi merak etmeye başlayan bir Şerif Mardin’le karşılaşıyoruz. Mardin, böyle biri nasıl geniş halk kitleleri üzerinde etkili olabildi sorusunu soruyor. Çünkü onun temel merakı zihniyetle ilgili,Kemalizm’in dolduramadığı boşluğu dolduran inançlar ve düşüncelerle ilgili.

Bu bağlamda anmamız gereken bir başka sosyologda Nilüfer Göle’dir.Onun çalışma konularına baktığımız zaman, İslami hareketler, kadın, kimlik, toplumsal cinsiyet, ideoloji, laiklik, kamusal alanda İslam, modernleşme, çoğul modernlikler, batı dışı modernlikler gibi kavramlarda toparlayabileceğimiz sosyolojik temalar var. Tek kelimeyle ifade edecek olursak, toplumsal dönüşümleri anlamaya çalışan bir sosyoloji yani değişim sosyolojisikonularınahakim. Bu sosyolojinin dikkatini dikey olandan yatay olana yani siyasaldan sivile yönelttiğini görüyoruz. Şöyle ki, Göle’nin Türkiye’deki modernleşme sürecinin 50’lere kadar yukarıdan aşağıya doğru olduğunu sonra toplumsal modernleşme diyebileceğimiz aşağıdan yukarıya doğru birsürece girildiğini belirten sosyolojik analizleri var. Yani siyasal dönüşümleri değil, toplumsal dönüşümleri anlamaya çalışan bir sosyolojiyi benimsemiş durumda. AlainTouraine’in sosyolojisinin bir yansıması olarak toplumsal hareketler üzerinde yoğunlaşan yani bir toplumun kendisini dönüştürme, aşma çabası üzerinde yoğunlaşan bir sosyoloji bu.