12 Eylül ve Özal Dönemi

Hazırlayan: Yorum yapılmamış Paylaş:

 

Prof. Dr. Tayfun Amman

12 Kasım 2009

Bugün 12 Eylül ve Özal döneminden bahsedeceğiz. O yıllarda genel hatlarıyla dünyada neler oldu diye baktığımız zaman 80’li yıllardaki dönüşümün temellerinin 70’li yıllarda atıldığını görüyoruz. O dönemi bir kelimeyle ifade edecek olursak postların dönemi, ‘post’ önekli kavramların dönemidir diyebiliriz. Yani alışılagelmiş modern toplumun kalıplarından kaçma, çoğullaşma eğilimininbaşladığı yıllardır. Batı hegemonyasının batılı entelektüeller tarafından sorgulandığı, Kapitalizm kadar Kominizminde eleştirildiği yani bireyin özgürlüğü yönünde bir çığlık olarak sembolleştirilebilecek yıllardır. Ve bu dönemde sosyolojiden bilime yönelik eleştirilerine kadar Fransız düşünürlerinin etkisi çok fazladır.Post-modernizm bir biçimde anti-bilim tartışmalarını da içeren, farklı bilgilere meşruiyet kazandıran, bilgide çoğullaşma, toplumsal ve siyasal görüşlerde çoğullaşma ve farklılıkları özgürleştiren bir yaklaşım olarak ortaya çıkıyor. Batı dünyasındaki bu dönüşüm o yıllarda Türkiye’ye çok yansımadı. Çünkü 80’li yıllar Türkiye’de siyasal gerilimle, anarşinin damgasıyla geçti. Fakat farklı bir biçimde yani 1950’lerden itibaren başlayan bir coğrafi ve sosyal hareketlilik, hızlı bir göç dalgası biçiminde yansımış oldu. Dolayısıyla geleneğin taşıyıcısı durumunda oluşacak kitleler üniversite düzeyinde temsilcilerini bulmaya başladı.

Ayrıca 12 Eylül darbesiyle orduda cuntacılık devri bitti ve ordu emir komuta zinciri içinde hareket eden bir yapı kazandı. Şuan ki cuntacılık bir biçimde emir komuta hiyerarşisi içinde yani komutanların onayıyla gerçekleşmekte.Dolayısıyla eski durum kalmamıştır, çok farklı bir yapı vardır. O dönemiTürkiye’nin dünyaya açılma dönemi olarak görmek lazım. Eğer halkı mobilize eden toplumsal anlamdaki dinamikler sembollerle ifade edilecekse Menderes dönemi traktörle, Demirel’in ilk yılları otomobille, Özal dönemi televizyonla ve 2000’li yıllar bilgisayar ve internetle sembolize edilebilir. Özal’ın ilk yaptığı işlerden biri telekomünikasyon sistemini yenilemek oldu, böylece telefon kullanımı yaygınlaştı. Uçaklara işadamlarını doldurup dünyaya açılmak, iktidarın sivilleşmesi yönündeki çabalar bugünlere damgasını vurdu. Ondan sonra Türkiye bir geriye dönüş yaşadı. 28 Şubat süreci, post-modern diye isimlendirilen darbeler varama darbelerin azalan dozuna da dikkat çekmek lazım. Artık darbe de yapılamayacak bir noktaya doğru gidiyoruz. Bu süreçte dünya dengelerini en fazla değiştiren olay ise Sovyet blokunun çökmesi oldu. Hemen sonrasında hep postlarla anılan dönüşümler sanki bir isme kavuştu; Küreselleşme. Bu süreçte özellikle 80’li yıllarda başlayan İslami yükseliş iktidardan çok toplumu düşünen bir entelektüel değişim sürecine girdi. Siyasal düzeyde de bunun belki idealist ama ütopik bir yaklaşımdan daha muhafazakar ve realist bir yaklaşıma evrildiğini görüyoruz. Erbakan’dan Erdoğan’a ya da Refah Partisinden AK Parti’ye giden dönüşüm gibi. Tabiî ki Sovyet blokunun çökmesi, teorik bir şey olsa bile Sovyetizmin çökmesi Marksist çizgideki entelektüelleri ve sosyologları yeni arayışlara yöneltti. Bütün bunlarınTürkiye’deki sosyolojiye yansımaları oldu.
80’lerden günümüze Türk sosyolojisinin ana çizgileri nelerdir?
I.    Özellik; İdeolojik Sosyolojiden İşlevsel Sosyolojiye Geçiş
Türkiye’de 90’lara gelindiğinde toplam üretimde sanayinin payı çok yükselmişti. Dolayısıyla sanayi ürünleri ihraç eden, eğitim düzeyi yükselen, bireyselleşmesi artan daha dinamik ve karmaşık bir toplum oluşmuştu. Bu da sosyolojinin işlevsel olmaya başladığı bir toplum anlamına geliyor. O yüzden 80’lerden günümüze Türk sosyolojisinin ana çizgileri nelerdir diye baktığımızzaman ilk söylememiz gereken husus İdeolojik yapıdan işlevsel olmaya başlayan bir sosyolojiye geçişdönemi olduğudur. Sanayileşme dediğiniz anda burada piyasanın talepleri karşımıza çıkacak. Çünkü neticede onlar ürünlerini talep edilebilir hale getirmek ve talepleri karşılamak durumunda oldukları için kamuoyu araştırmaları önem kazanacaktır. Bu araştırmaları yapan şirketler var. Bunların başlangıcını da Özal’a kadar götürebilirim. Türk siyasetinde modern, siyasal yapıyı arkasına alarak siyaset yapan ilk lider Özal’dır.
Sanayileşme ve piyasanın talepleri dolayısıyla ortaya çıkan işlevsel sosyoloji aynı zamanda farklı kurum ve birimlerin amaç ve çıkarlarını karşılamaya yönelik çalışmalar da yapmaya başladı. Mesela siyasi arenada siyasetçileroy alabilmek için halkın taleplerini dikkate almaya başladı. İş adamları satacakları ürünlerde halkın ihtiyaç ve zevklerini göz önünde bulundurmaya çalıştı. Halkın bu konudaki taleplerinde nasıl bir değişim var, ben ne yapmalıyım gibi farklı düzeydeki farklı araştırmalar bir biçimde kıymet kazanmaya başladı. Dolayısıyla son 30 yılın sosyolojisinin ilk gözümüze çarpan özelliği bu oldu.
II: Özellik; Çoğullaşan Ve Çeşitlenen Bir Sosyoloji
80’li yılların ikinci özelliği çoğullaşan ve çeşitleşen bir sosyolojiyle karşı karşıya olunduğu idi.
O haldedaha önceki geleneksel sosyoloji yönelimlerine biraz daha yakından bakalım.
-Bunlardan birisi Gökalpçı çizgiydi. Milliyetçi sosyoloji diyebileceğimiz bu çizginin Erol Güngör’den sonra kendini yenileyemediğini görüyoruz. Bu çizgiyi en iddialı biçimde Orhan Türkdoğan’ın sürdürdüğü düşünülüyor. Ama eserleri tarihi gerçeklerle tam olarak örtüşmediği için bu çizginin başarısız bir devamı olarak görülüyor. Orhan Türkdoğan’ın eserlerinde İslamiyet’e saygılı, Kemalizm’e önem veren sentez bir yaklaşım görüyoruz. Galiba en başarılı olduğu alan, etnik araştırmalardı.
Gökalp çizgisini yani milliyetçi çizgiyi bir biçimde defolarından arındırarak Cemil Meriç, Kemal Tahir veErolGüngör’ün etkilerini de içine alacak şekilde geliştirme yönünde bir çabadan yani Baykan Sezer ekolünden bahsediliyor. Bu çabanınhenüz bariz bir başarısından söz etmek mümkün değil ama umut veren bir yapıdadır. Çünkü batılı bilginin eleştirisini içermekte ve kendi tarihimizi önemseyen,kendi teori ve kavramlarımızı inşa etme yönünde bir çabayı temsil etmektedir.
-İkinci olarak Prens Sabahattin çizgisinden söz edebiliriz. Bu çizgi asıl olarak uygulamalı köy araştırmalarıyla kendini göstermiştir. Bu çizgi Mehmet Ali Şevki ve bir biçimde farklı düzeylerde Marksist işlevle birleşerek saha araştırmalarını önemseyen bir sosyoloji olmaya başladı ve bu uygulamalı araştırmalar artarak devam ediyor. Belki kent araştırmalarında ODTÜ sosyolojiden Bahattin Akşit hocanın çalışmalarını bu çizgide düşünebiliriz.

-Üçüncüçizgi Marksist çizgiydi. Bu çizgi Sovyetizm’in çöküşüyle beraber etkisini kaybetti ve Marksizm’de çalışanlar liberalizme, Kemalizm’e, feminizme ve etnisizme savruldular. Yani daha önce sınıf eksenli analiz yapanlar, daha sonra değişik duyarlılıklarla çalışmalarını sürdürdüğünü görüyoruz. Bu da çeşitlenme ve çoğullaşmayı getiriyor.

-Dördüncü çizgi Weber çizgisidir. Bunun en başarılı temsilcisi Şerif Mardin’dir. İçinde bulunduğu şartlar itibarıyla o dönemde yapmış olduğu çalışmalar önemliydi. Çünkü entelektüel olmanın solcu olmakla, Marksist olmakla eş görüldüğü zamanlarda Marksizm’e bir mesafekoyarak çalışmalarına başladı. Ağırlıklı olarak İngilizce yazması nedeniyle eserleri ancak 80 sonrası Türkiye’yegirebildi. Kanaatimce Türkiye’de birinci sınıf sosyolog olarak görülmesi gereken kişi Şerif Mardin’dir. Bunun sebeplerinin üzerinde daha sonra durmak istiyorum.

III. Özellik;Gelişmekte Olan Bir Sosyoloji

Bu son 30 yıllık sosyolojinin üçüncü önemli özelliğinin nicelikte daha çok, nitelikte daha az olmak üzere gelişmekte olan bir sosyoloji olduğunu söyleyebiliriz. Nicelikte daha çok dedik çünkü bu dönem aynı zamanda Türkiye’de hızlı bir üniversiteleşme dönemidir. Dolayısıyla sosyoloji bölümünün daha çok açıldığı dönemdir. Sosyoloji bölümleri son tahlilde daha çok ilköğretim veya liselere felsefe için hoca yetiştiren kurumlar olmuşlardır.Ama neticede yapılan araştırmalar, tezler çok arttı. Eleştirel düşüncenin pek fazla gelişmemesi nedeniyle bu tezlerin büyük bir kısmı vasat ve kalitesizdir ancak çok az bir kısmı bilimsel değer taşımaktadır.

Ayrıca bu son 30 yılda Üniversiteleşmeye paralel bir biçimde medyanın büyümesi de çok önemlidir. Medyanın gelişmesi, bir taraftan okuyan insanlara bağlı ama diğer taraftan da o medyanın asıl gelirini oluşturacak olan reklam pastasının büyümesiyle alakalıdır. Çünkü neticede gazeteler ve televizyonlar  ürünlerinin tanıtımını yapmak isteyen firmalar çoğalacak ki gelişsin. Dolayısıyla bu süreçte gazeteci-sosyolog diyebileceğimiz çalışmalar ortayaçıktı. Buradan bakınca da farklı kalitelerde çoğullaşan bir düşünce dünyası görüyoruz.

Bu dönemde niteliğin daha az olmasının bir nedeni de YÖK’ün etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü bugünkü üniversite yapısı, o kadar sosyoloji bölümüne rağmen akademisyenlere kaliteli çalışma yapma ortamı vermiyor. Mesela üzerinde uzunca bir süre tartışma yapılacak kitap yazan bir akademisyen çıkmıyor. Çünkü sizin niteliksel makale yazıp yazmadığınız değil sayısal olarak kaç makale yazdığınız önemli, belli standartlarda bir şey yaparsanız ancak doçent, profesör unvanlarını alırsınız. Manzara budur. Bu büyük bir zaaftır. Dolayısıyla hızlı bir biçimde doktoramı yapayım, unvanlarımı alayım düşüncesi hakim.Bugün Keyfiyete değil kemiyete bakan,akademisyenleri buna zorlayan bir YÖK sistemi var. Bunun için niteliği daha az diyoruz.

IV. Özellik;Bize Has Bir Sosyoloji var mı?

Ayrıca kuramsal düzeyde zayıflığı devam eden ve kendisi olma yönünde çabası zayıf kalan bir sosyoloji var. Yine de bu son 30 yıla baktığımız zaman daha önceki dönemde, sosyolojik düşünceyi besleyecek kaynaklar ancak ideolojik zeminde karşımıza çıkarken özellikle 80’lerin sonları 90’lardan itibaren ideolojik yönelimlerle birleşmese de akademik ciddiyeti olan değerli sosyolojik eserler Türkçeye çevrilmeye başlandı ve bu günümüze kadar artan bir biçimde devam ediyor. Buna örnek olarak birinci sınıf sosyolog olarak isimlendirebileceğimiz AlainTouraine’in ve M.Foucault’nun kitaplarının Türkçeye çevrilmesini gösterebiliriz. Post-modernizm ve sonrasındaki düşünür ve sosyologların kitaplarına yoğun bir ilgi var. Dolayısıyla bunların en azından az sayıda da olsa okunduğunu düşünüyoruz. Fakat bu etkilenmenin, kendisi olma yönünde bir sosyolojiyi desteklemediğini görüyoruz. Bunun sebeplerini belki önümüzdeki hafta konuşma imkanımız olur.

V. Özellik;Batı Sosyolojisi Etkisi
Bunlarla bağlantılı 5. özellik, bütün bunlara rağmen batıdaki sosyolojiyi daha yakından takip eden ve yoğun etkilenen bir sosyolojinin varlığını sürdürmesidir.

VI. Özellik; Daha Makro Alanlara Yönelmiş Bir Sosyoloji

Son 30 yılın 6. özelliğinin, siyasal gerilimlere odaklanan ve sonuçta kamusal alanda yoğunlaşan bir sosyoloji olduğunu da söyleyebiliriz. Yani en çok çalışılan alanlar sanki laiklik, başörtüsü,özgürlükler, sivil toplum, kadın, etnisite, Alevilik vb gibi böyle makro konular üzerinde odaklanmakta. Dolayısıyla daha mikro toplumsal sorunlarla,  zihniyet ve değerlerle daha az ilgilenen bir sosyoloji söz konusu.Bugün Türkiye’ninen derin krizinin aile odaklı olduğunu düşünüyorum. Aile vb. konularda sanki daha az çalışma var gibi.
Ve son bir özellik olarak, o klasik yönelimleri aşma yönünde gelişmeler içeren İslamcı, feminist vb sosyolojilerden söz edebiliriz. Dolayısıyla, çoğullaşma yönünde bir yönelim de var.

Şerif Mardin sosyolojisi
Tabiî ki ciddi, güzel çalışma yapan pek çok sosyolog var ama özellikle Nilüfer Göle ve Şerif Mardin üzerinde durmamız gerektiğini düşünüyorum. Şerif Mardin Türkiye’nin modernleşme sürecini zihniyet ekseni üzerinden inceleyen bir sosyologdur. Ve bu incelemeyi Weber çizgisi üzerinde anlamacı, yorumlamacıbir sosyoloji geleneği baskın olacak biçimde yapıyor. Eğer onun sosyolojisini iki kelimeyle özetleyecek olursak; modernleşme ve ideoloji diyebiliriz. Çünkü modernleşme, inançların belirleyiciliğinin azaldığı, ideolojik inançların arttığı bir süreç olarak karşımıza çıkıyor. İdeolojiçok önemliydi. Şerif Mardin, ideolojiyi mikro ve makro iki uç arasında eğilim gösteren, kültürel sembolik sistem ve fikirler kümesi olarak ele alır. Yani ideolojinin bir söylem düzeyinde görülen makro düzeyi var; teorik düzey, bir de söylemlere yansımasa bile günlük yaşantıda tezahür eden bir mikro boyutu var. Bu mikro düzeydeki ideoloji yumuşaktır, tavır alış ve tutumlarda kendisini gösterir. Bir biçimde yaşanarak öğretilen, geniş katmanlarda tezahür eden,insan eylemine yön veren, şekillendiren, içyapılarda kendini gösteren şekilsiz inanç ve bilişsel sistemdir. Bununla ilgili ideoloji isimli müstakil bir kitabı vardır ve belki de Şerif Mardin’in ilk okunması gereken kitabı budur. Makro düzeyde ideoloji bunun tersidir. İdeoloji denilince yaygın olarak kastedilen şey budur. Bu anlamda ideoloji, temel anlamda eserleri olan kuvvetli bir yapıdır,seçkinci bir kültür oluşturur ve aydınlarda kendini gösterir. Şerif Mardin’in burada yaptığı, Jön Türklerden itibaren yani ideolojilerin artık aydınların zihniyetini şekillendirmeye başladığı bir dönemden itibaren bu zihniyet dönüşümünün izlerini sürmek, onu anlamaya çalışmaktı. Makro ideolojiler en renkli dönemini ikinci meşrutiyet döneminde yaşadı. Fakat cumhuriyetle birlikte yani bir siyasal proje olarak Kemalizm ortaya çıktıktan sonra bir biçimde alternatif düşünceler baskılandı.  Şerif Mardin çalışmalarında Kemalizm’in nasıl yüzeysel kaldığını, niçin halk katmanlarına yayılamadığını da anlatır;  Kemalizm makro düzeyde, yani teorik düzeyde güçlü değildi. Pragmatik bir ideoloji olarak kaldı. Dolayısıyla sert ideoloji anlamında böyle bir zaafı söz konusuydu. Yumuşak ideoloji anlamında yani mikro düzeyde ise Kemalizm geniş toplumsal kesimlerin zihin haritalarına inemeyen, kültür kodlarına nüfuz edemeyen bir ideoloji oldu. Dolayısıyla sınırlı bir çevrenin sığ bir söylemi oldu. Çünkü Şerif Mardin’e göreTürkiye’de geniş halk katmanlarının zihniyetini şekillendiren din yani İslamiyet’tir. Halk İslam’ı tarihsel süreç içersinde çok çeşitli faktörlerin etkisiyle yumuşak bir ideoloji olarak, yani tavırları ve davranışları şekillendiren bir dünya görüşü içersinde geniş kitlelere nüfuz etmiştirve yaşamaya devam etmektedir. Kemalizm böyle bir yumuşak ideolojik nüfuz sağlayamamanın ötesinde dine rakip olabilecek ideolojilerin ortaya çıkmasına da müsaade etmemiştir. Yani felsefi arka planı güçlü, dolayısıyla insan üzerinde daha fazla etkisi olabilecek, diyelim ki Marksizm gibi diğer ideolojileri de baskılamıştır. Mardin’e göre Kemalizm’in zaafı akla olduğu kadar kalbe de hitap eden değerler silsilesi getirememiş olmasıdır. Dolayısıyla Kemalizm siyasi aydınların söylemleriyle devam eden ve bürokratik ağırlığı olan bir yapı olarak karşımıza çıkıyor. Bunda Atatürk’ü koruma kanunu vs bir sürü şeyin hatta demokrat partinin bile etkisi var. Osmanlı döneminde din, ahlaki ve dini emirler yani geleneksel sosyal felsefenin özünü oluşturan kavramlar çok önemliydi. Yani zımni bir sosyal bilim metodolojisinden söz ediyorum.Yazılı eserlerle tam olarak karşınıza çıkmıyor ama yapılanlara baktığınız zaman, Osmanlı devlet terbiyesinden geçmiş yönetici elitlerde bir biçimde içselleşmiş zımni bir sosyal bilim metodolojisinin olduğunu görüyorsunuz.Halk düzeyine indiğiniz zaman, modern anlamda kitabi olarak ortaya konamayan, fakat bir biçimde yaşayan geleneksel sosyal felsefe var. Dolayısıyla din, ahlaki ve dini emirlerin önemli olduğu bir geleneksel sosyal felsefe oluşturup, yani yumuşak ideoloji anlamında bir dünya görüşü oluşturup uyumlu bir toplum ideali meydana getirirken cumhuriyet bir ahlaki boşluk yaratmıştır diyor Şerif Mardin. O halde Şerif Mardin’in yapmaya çalıştığı şey aslında bir biçimde yaşayan zihniyetle ilgili, zihniyeti dolayısıyla tutumları ve davranışları şekillendiren ve toplum üzerinde etkili olan şeyleri anlamaya çalışıyor.İşte Mardin’in Bediüzzaman araştırmaları tam da bu noktada ortaya çıkmaktadır. Devletin baskısına rağmen geniş halk katmanlarında itibarı çok yüksek olan ve bir biçimde zühdü ve takvayı önemsemiş, dünya nimetlerini elinin tersiyle bir tarafa itebilmiş bir zatı incelemek istiyor.Ve aynı zamanda bu Şerif Mardin gibi akademik anlamda kaliteli bir sosyologun niçin belli çevreler tarafından sürekli dışlandığını da gösteriyor. Çünkü onun Bediüzzaman araştırmasını yaptığı dönemler, Said Nursi isminin telaffuz edilmesininbile yasak olduğu dönemlerdi. Bu kadar erken bir dönemde bunu yapmaya başlaması çok büyük sosyolojik bir başarıdır. Dolayısıyla bir taraftan Said Nursi’yi merak eden diğer taraftan da Necip Fazıl’ı şimdi merak etmeye başlayan bir Şerif Mardin’le karşılaşıyoruz. Mardin, böyle biri nasıl geniş halk kitleleri üzerinde etkili olabildi sorusunu soruyor. Çünkü onun temel merakı zihniyetle ilgili,Kemalizm’in dolduramadığı boşluğu dolduran inançlar ve düşüncelerle ilgili.
Şerif Mardin’in çalışmalarının hepsini bir biçimde din sosyolojisi içine oturtabiliriz. Fakat bugün Türkiye’ye baktığımızda, din sosyolojinde ikili bir eğilim görülüyor. Birisi ilahiyat kökenli sosyologlar tarafından yapılan çalışmalar, birisi de ilahiyatçı kimliği olmayanların yaptıkları. Burada ilahiyatçı olmayan aydınların bir zaafı olarak dini bilgilerinin zayıf olmasından kaynaklıolarak konuya bir oryantalist gibi yaklaşmalarını söyleyebiliriz.  Ama yine de Şerif Mardin gibi kaliteli eser verenleri de görüyoruz. İlahiyatçıların içerisinde demaalesef akademik sınırları aşacak çapta çalışmalar pek göremiyoruz. Bu ikisi arasında hem dini bilgilere kapsamlı bir şekilde vakıf hem de başarılı bir sosyolog özelliklerini gösteren Yasin Aktay’dan söz edebilirim. Genç kuşakta daha umut vaat eden de pek çok kişi de var tabi.
 
Nilüfer Göle sosyolojisi
Bu bağlamda anmamız gereken bir başka sosyologda Nilüfer Göle’dir.Onun çalışma konularına baktığımız zaman, İslami hareketler, kadın, kimlik, toplumsal cinsiyet, ideoloji, laiklik, kamusal alanda İslam, modernleşme, çoğul modernlikler, batı dışı modernlikler gibi kavramlarda toparlayabileceğimiz sosyolojik temalar var. Tek kelimeyle ifade edecek olursak, toplumsal dönüşümleri anlamaya çalışan bir sosyoloji yani değişim sosyolojisikonularınahakim. Bu sosyolojinin dikkatini dikey olandan yatay olana yani siyasaldan sivile yönelttiğini görüyoruz. Şöyle ki, Göle’nin Türkiye’deki modernleşme sürecinin 50’lere kadar yukarıdan aşağıya doğru olduğunu sonra toplumsal modernleşme diyebileceğimiz aşağıdan yukarıya doğru birsürece girildiğini belirten sosyolojik analizleri var. Yani siyasal dönüşümleri değil, toplumsal dönüşümleri anlamaya çalışan bir sosyolojiyi benimsemiş durumda. AlainTouraine’in sosyolojisinin bir yansıması olarak toplumsal hareketler üzerinde yoğunlaşan yani bir toplumun kendisini dönüştürme, aşma çabası üzerinde yoğunlaşan bir sosyoloji bu.
Şimdi önemli bir hususa geri dönüş yapalım. 70’li yıllarda Avrupa’da sosyoloji, artık o kritik sosyolojik kalıpları aşma yönünde yeni arayışlara sahne oldu. Dolayısıyla bir biçimde, Weber’in ve Marx’ın sentezini yapmaya çalışan sosyolojiler ve konularını da iktisattan kültür eksenine kaydıran bir sosyoloji ortaya çıktı. Yani sosyal tabakalaşmalar ve sosyal sınıflar 1960’lara kadar ana konuyken toplumsal çatışmaların ekseni artık fabrika değildir, toplumun kendisidir. Dolayısıyla çatışmalar fabrikadan topluma yani yönetimden kültüre taşınmıştır. Dolayısıyla toplumu anlayabilmek için bundan böyle içerdekilerle dışarıdakilerin yani kültürel olarak dışlanmışların tartışmasını yapmamız lazım. Bunun içine kadınlar, eşcinseller, farklı etnik gruplar her şey giriyor. Demek ki Nilüfer Göle bütün bu hareketleri, toplumun kendisini dönüştürmearacı olarak görüyor. Toplumsal olayların ateşiyle kavrulmayan kişi sosyolog olamaz diye bir yaklaşım vardır. Toplumsal hareketin aktörü olacak kadar değil, onu anlayacak kadar içine girmek. Bunun için özel bir metot geliştiriyor, sosyolojik müdahale metodu. Nilüfer Göle, bu metotla Türkiye’de “modern mahrem” kitabının çalışmasını yapmıştır. Orda bir yerde kültürel birtakım özellikleriyle annelerinden ve önceki kuşaklardan ayırt edilmesi gereken üniversiteli başörtülü kızlar vardır. Bir anlamda modern, bir anlamda da önceki dönemlerin hassasiyetlerini sürdüren, o anlamda da mahrem. Sosyolojik müdahale metodunun özünde şu vardır; diyelim ki sizler bir toplumsal hareketin farklı düzeylerdeki aktörlerisiniz.Farklı düzeyler çok önemli. Çünkü bir toplumsal hareketin bir elit kadrosu yani onun ideolojisine sert anlamda sahip olan bir kesimi vardır. Bir de onu yaşatan yani onu benimseyen insanlardan oluşan bir başka kesim vardır. Bu metod, farklı düzeylerdeki aktörlerin oluşturduğu bir grupla diyelim ki haftada bir, 1 yıl sürecek kadar oturup konuşmalar yaparak onları kendi hareketlerinin anlamı üzerinde düşünmeye davet etmek,böylece onların kendi hareketleriyle ilgili bilinç düzeylerini yükseltmek, ama aynı zamanda da kendisinin de onları anlama kapasitesini geliştirmeyi içerir.Nilüfer Göle, bunu aktif katılmacı birey olarak nitelendirir. Konularına baktığımız zaman, karşımıza çıkan ilk özellik, ikili karşıtlıkları ifade eden şemaları aşmaya çalışan sosyolojik biryaklaşımı görürüz. Doğu-batı, geleneksel-modern gibi ikili karşıtları aşmaya çalışır. Yani karşılaşma, etkileşme, karışma ve melezleşme. Bu şekilde heterojenliği anlamaya yönelik bir çabadır.
Nilüfer Göle’nin bir başka önemli özelliği, dikkat çekici kavramlar üretebiliyor olmasıdır.Zayıf tarihsellik, batı dışı modernlik, modern mahrem, öteki Türkiye, melez desenler vb. gibi. Yani okuyan çevrelerin dikkatini çekebilen ve tartışma konusu olabilen kavramlar üretmektedir. Ama bunlar aynı zamanda bir sosyal gerçekliğe dikkat çeken kavramlardır. Bu zayıf tarihsellik aslında AlainTouraine’in kavramıdır. AlainTouraine bu kavramı, toplumsal dönüşümlerini kendi tarihlerine başvurarak gerçekleştiremeyen toplumların durumu olarak açıklar. Türkiye’nin durumunu da zayıf tarihsellik diye nitelendirir. Dolayısıyla güçlü tarihsellik de kendi tarihsel dinamikleriyle dönüşümü sağlamak demektir. Mesela, Fransa’nın Almanya’ya karşı daha güçlü bir tarihselliğinin olduğunu söyleyebiliriz. Tabi ki sosyolojik yaklaşımınız böyle olduğu zaman, bir sosyal gerçeği daha farklı tonlarda görmeye başlarsınız. O yüzden, toplumsal durumlarda siyahlar- beyazlar yoktur, hep grinin tonlarını konuşmak lazımdır. Öyle olunca da modernleşmeyi de klasik gibi tekil değil farklı ve çoğul bir şekilde inceleyen bir yaklaşımı var. Nilüfer Göle’ye göre, sosyolojik çalışmayı bir tür merak, keşif, soruşturma ve eleştiriyle yürütmek gerekir. Toplum, şaşırtan ve değişken bir doğaya sahiptir. O yüzden Nilüfer Gölehep böyle ilginçlikleri ve şaşırtan şeyleri yakalamaya çalışır. Ona göre sosyolog, sosyal durumları sadece gözlemleyen değil, olguları ve süreci kavramak için aktörlerle etkileşime giren ve sistemli görüşmeler yaparak birlikte anlamaya çalışan kişidir. {jcomments on}

 

Özeti hazırlayan: Ayla Kerimoğlu
Önceki Yazı

İnsanı Kurtuluşa Götüren Şeyler; Ölüm

Sonraki Yazı

EFT Duygusal Özgürleşme Teknikleri Eğitimi

Bunlar da ilginizi çekebilir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir