Bu rapor bursiyerlerimizden olan Ayşe Sönmez tarafından hazırlanmıştır.
Okyanusun ortasındaki bereketli topraklar ve sükunet.
Çoğu zaman doğal afetlerle haberdar olduğumuz güzel ülke. Türkiye’den uçakla yaklaşık on saat uzaklıktaki bu ülke bizim için dünyanın öbür ucu olabilir. Aslında bu bize İslam sınırlarının ne kadar geniş olduğunu da gösteriyor. Evet, şuanda İslam’ın doğuda gittiği en uzak noktalardan biri olan Malezya’nın başkenti Kuala Lumpur’dayım. Ülke iki küçük ada üzerine kurulmuş ve yaklaşık otuz milyon nüfusu var. Ülkenin dili, Malayu yani Malayca ama çok fazla etnik grup olduğundan ve tarihinde birçok sömürge olayı yaşadığından dolayı İngilizce, Çince, Hintçe de ülkede konuşulan diller arasında. Malezya’nın yönetim sistemi bildiğimiz sistemlerden oldukça farklı. Ülke 13 eyalete ayrılmış ve bu eyaletlerin her birinin sultanı var. Bunun dışında da özel şehirler var ki bunların en önemlisi Kuala Lumpur. Bu şehri diğerlerinden ayıran ise burada demokratik bir yönetim biçiminin olması. Ülkede sultanlığın yanı sıra bazı bölgelerde demokrasi de var. Hatta meclis ve bakanlıklar için inşa edilmiş ve ülkenin demokrasi şehri diyebileceğimiz Putrajaya isimli bir şehir de var.
Malezya İslam İşbirliği Teşkilatı’nın ev sahibi ve kurucu üyelerindendir. Bunun yanı sıra Birleşmiş Milletler, İngiliz Milletler Topluluğu ve birçok ekonomik örgüte de üyedir. Ülkenin ekonomisi oldukça iyi ve İslam Bankacılığı konusunda çok önemli çalışmaları var. Derslerde öğrendiğim kadarıyla ülkede çok fazla yolsuzluk ve rüşvet var. Bize göre ilginç olan bir husus ise, bir çok bankanın çalışma sisteminin İslam alimleri tarafından destekleniyor olması. Ayrıca bu alandaki teorik çalışmada çok başarılı, benim öğrencisi olduğum İslam Üniversitesi ve birçok üniversite konuyla ilgili sempozyumlar, seminerler düzenliyor. Ülkenin üzerinde çalıştığı ve başarılı olduğu bir diğer konu ise helal sertifikalı paketli ürünler. Yıl boyunca sıcaklığın 18’den aşağı pek düşmediği ülkede paketli gıdalar çok fazla tüketiliyor. Ülkedeki çok dinli yapıdan dolayı Müslümanlarda yiyecek konusunda farklı bir hassasiyet var. Bu nedenle bu konu üzerinde hem teorik hem pratik çok güzel çalışmalar yürütülüyor. Yiyecek fabrikaları, içinde İslam alimlerinin de bulunduğu bir heyetin onayından geçiyor ve üretim böyle başlıyor. Malezya’da şu filmlerde gördüğümüz ve bize Uzak Doğu’yu anımsatan sokak satıcılığı çok var ancak ürünlerin güvenliğinden dolayı rahatça yiyebiliyorsunuz. Sokaklarda sıkça karşılaşacağınız yiyecekler ise meyveler ve bol buzlu meyve suları. Ülkede kuzey-güzey doğrultusunda sıradağlar var. Bunu ilk okuduğumda da Karadeniz aklıma gelmişti, hakikaten dağların fiziki özelliği mevsimin ve hatta yetişen tarım ürünlerinin de benzemesine neden olmuş. Çok fazla yeşillik görebileceğiniz ülkenin topraklarının %70’i tropikal orman ve şehirleşmenin içinde bile bu orman ve ağaçlara rastlayabiliyorsunuz. Şehir içlerinde büyük milli parklar var. Hatta gözler yeşil görmeye o kadar alışmış ki ülkede en çok dikkatimi çeken şeylerden biri Kuala Lumpur’da bulunan çoğu gökdelenin ara katlarında tropikal ağaçlar ve bitkilerin olması. Bizim kış bahçelerine benzeyen bu küçük bahçeler gökdelenlerin o ürkütücü görüntüsünü biraz olsun kırıyor. Ülkede de üç bine yakın ağaç çeşidinin yanında pirinç, çay, kauçuk, Hindistan cevizi, ananas gibi tropikal meyve ve bitkiler de yetişiyor. Ülkenin ticareti ise genel olarak tarıma ve toprak altı zenginliklerine dayanıyor.
Peki, İslam’ın doğduğu topraklardan oldukça uzak bu ülke nasıl Müslüman oldu? Bunun için ülkenin tarihine biraz bakmamız gerekiyor.
Malezya ve civarındaki adalar takımında bilindiği kadarı ile 2. ve 3. Yüzyıllarda Malay kökenli Hindu topluluklar yaşıyordu. Şrivicaya denilen Sumatra’daki imparatorluğa bağlı idiler. 700’lü yıllarda ise buranın hakimiyeti şu anda Endonezya’ya bağlı bir ada olan Cava’daki Macahipitler’e geçti. Macahipitlerin saldırısı ile hanedana bağlı Malay prens buradan kaçarak adanın güneybatısındaki Melaka şehrine yerleşti. Prens bu liman şehri sayesinde kısa sürede güçlendi ve burayı bir devlet haline getirdi. Adaya yayılarak ülkenin sınırlarını genişletti. Ticaret ile uğraşan bu krallık 8. yüzyıldan sonra Müslüman tüccarlar ile tanıştı ancak anlatılanlara göre asıl tanışma 14. yüzyılda Müslüman bir ticaret gemisinin Çin’e gidecek iken orada çıkan bir isyan sonucu bu ülkeye sığınmasıyla oldu. Buraya gelen Müslümanlar ülke halkı tarafından güzel karşılandı ve kısa sürede bu Müslümanların namı saray tarafından da duyuldu. 1409’da sultanın da İslam’ı kabul edişiyle Malay kökenli çoğu kimse İslam’ı kabul etti. Burada çok doğal bir yolla kabul edilen İslam dini kısa sürede Malay ırkı ile sıkı bir bağ içine girdi ve hatta Malay kültürü İslam ile şekillendi. Din eğitimine de önem verildi. Saray içinde en yetkili isim Sultan iken dini işlerden Kadı sorumlu idi ve Sultan’ın bu tür işlerde ona itaat etmesi gerekirdi.
Yeni Çağ’ın başlaması ile bölgenin bereketli toprakları Portekizlilerin ilgisini çekti ve 1500’lü yıllarda bölgeye sömürge hareketleri başladı. Sultan’ın da bölgeyi terk etmesi ile, bölge 10 Ağustos 1511’de Portekizli askeri bir vali tarafından ele geçirildi ve 1641’e kadar da Portekiz sömürgesi olarak kaldı. Daha sonra bölgeye gelen Hollandalılar, Portekiz sömürgesini kırmak istedi. Hollanda’nın bölgedeki sömürge faaliyetleri bizim anladığımızdan biraz farklı olup daha çok ticari anlaşmalara benzediği için Malay soylular tarafından hoş karşılandı. Afrika’daki sömürge faaliyetlerinin aksine burada dini anlamda bir çalışma yapılmadı. Dini hükümler kadı tarafından belirlenirken ticari, siyasi faaliyetler ülke yöneticilerinin elindeydi. Ama elbette bölgedeki hakimiyetini göstermek ve tamamını ele geçirmek için Avrupa ülkeleri burada da kan döktü. 18. yüzyılın başında ise İngiliz Doğu Hindistan Şirketi’nin bölgeye girmesi ile topraklar yavaş yavaş İngiliz sömürgesinin eline geçti. İngilizlerin 1874’te kabile reisleri ile yaptığı anlaşma sonucu bölgenin sultanı Raca Abdullah olurken, bölgeye İngiltere hükümeti tarafından bir temsilci atandı. İngiliz hükümeti yapılan anlaşmanın bir diğer maddesi ise İslam dini ve Malay gelenekleri dışında temsilcinin her şeye karışabileceği idi. Bölgedeki sömürge hızla yayıldı ve bugünkü Malezya’nın büyük çoğunluğu İngiliz egemenliği altında toplandı. 19. yüzyılın sonunda ortaya çıkan milliyetçilik akımı ve İngilizlerin ucuz işçi olarak getirdiği Çin ve Hint nüfusunun burada çoğalması ile ülkede milli bilinç hareketleri başladı. Bu süreçte İngiliz sömürgesine karşıt bir tutum sergilendi ve ilk çalışmalar İslam alimleri tarafında yapıldı. İslam Birliği ve Malay Birliği kavramları gündeme geldi. 1938 yılında Genç Malay Birliği adında bir cemiyet kuruldu. Bu süreçte ilmi anlamda bir gelişmenin de gerekli olduğunun farkında olan alimler ”Pondok” adında yatılı okullar kurdu. Bir gelenek halini alan bu sistemde klasik dini derslerin yanında beşeri ilimler, matematik ve iyi derecede İngilizce dersleri verildi.
- Dünya Savaşı’nın patlak vermesi ile bölgeye Japonya girdi. Japonya bölgeyi işgal ederken birçok insanın ölümüne neden olsa da Çin ve Hintlilere karşı Malaylara daha çok önem verdi ve buradaki milli bilinç duygusunu arttırdı. II. Dünya Savaşı’nın bitmesi ve Japonya’nın çekilmesi ile İngilizler bölgeyi tekrar ele geçirdi. Amaçları burayı ticari bir merkez ve deniz üssü şeklinde kullanmaktı. Ancak bu plana Sultanlar, çoğu siyasetçi ve alim karşı çıktı. 1946’da delegelerin toplanması ile ortak karar alındı ve İngilizlerle anlaşma için masaya oturuldu. İngiliz ve Malay yetkililerin karşılıklı anlaşmaları ile kabul edilen Federal Malay Devleti’nde ilk kez 1955 yılında seçim yapıldı. Ülkedeki bu demokratik hareket ve milli bilinç duygusu Çin ve Hintli seçmen tarafından da destek gördü. Burada şaşırdığım ilginç durumlardan biri de milli kimlik anlayışı. Burada Çinli ve Hintli insanlara nereli olduklarını sorduğumuzda Malay olduklarını söylüyorlar ve çoğu Çin ve Hindistan’da yaşamayı tercih etmiyor ve hatta çoğu Çinli, Çin’in uyguladığı politikalardan dolayı orayı sevmiyor.
1955’te yapılan seçimler ile kurulan hükümet ”özgürlük anayasası” adı ile ilk kez kendi anayasasını oluşturdu ve 31 Ağustos 1957’de bağımsızlığını ilan etti. Bu süreçte iç ve dış birçok problem yaşadı. Ancak çoğunu barışçıl yollarla çözümledi. 1969 yılında muhalefetin zafer gösterileri Kuala Lumpur’da etnik bir çatışma çıkmasına neden oldu. Bu çatışmalarda yaklaşık 200 kişi hayatını kaybetti. Dönemin yöneticilerinin bir konsey toplamasıyla milli bilinç yönergeleri tekrar gözden geçirildi ve 31 Ağustos 1970 günü ‘bağımsızlık günü’ ilan edildi. Farklı ırkların bir arada yaşaması temeline dayanan bu söylem günümüzde de hala devam ediyor. Televizyonlarda, sokaklardaki reklam afişlerinde ve topluma hitap eden birçok alanda sık sık farklı ırkların birlikte yaşamasına vurgu yapılıyor. Bu ülke güveliğini de çok olumlu etkilemiş, Malezya dünyanın en huzurlu ülkeleri listesinde ilk yirmide yer alıyor.
Malezya’da eğitim kurumları nasıl, uluslararası öğrenci var mı?
Daha önce de bahsettiğim gibi 1930’larda yaşanan milli bilinç hareketleri sırasında ülkede eğitime önem verilmesi gerektiğine birçok alim dikkat çekmiş ve bunun için ”Pondok” isimli kurumlar kurmuşlardı. Bu kurumlarda yetişen insanların 1957’de bağımsızlığı ilan etmesiyle başa gelen hükümet İslam dini ile ilgili işlerin idaresini düzenlemek üzere 1968’de Malezya İslam İşleri Milli Konseyi’ni kurdu. Hemen ardından ise İslam Araştırma Merkezi kuruldu. Ayrıca çoğu üniversitenin kendi bünyesinde İslam araştırma kurumu kurması sağlandı. Böylece üniversitelerde bile İslami dersler Müslüman Malay öğrencilere zorunlu hale getirildi. Yani Malay Müslüman bir öğrenci diş hekimliği bölümünü okusa bile dönem içinde bazı İslami dersleri seçmek zorunda oluyor. Ülkede dikkatimi çeken diğer bir nokta ise bazı Şer’i kuralların devletin anayasasında yer alması ve bu kurallara yalnızca Müslümanların uymasının zorunlu olması, örneğin ülkede sigara ve içki içmek yalnızca Müslüman Malay vatandaşlar için yasak edilmiş.
İslam temelli bir eğitim bilinci ile yola çıkan alimler ülkede pek çok üniversite kurdu. Bunun yanında hala İngiltere ile devam eden iyi ilişkiler sonucu ülkede İngiliz ve Amerikan Üniversiteleri de var. Malezya’da en çok bilinen ve dikkat çeken üniversitelerden biri ise Milli Üniversite’dir. Kurum dünyanın en iyi üniversiteleri listesinde ilk yüzde yerini almış. Burada en çok okunan ve halkın ilgi gösterdiği bölümler ise gelişen teknolojiye binaen mühendislik fakülteleridir. Benim okuduğum üniversite ise Malezya Uluslararası İslam Üniversitesi. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu, İslam İşbirliği Teşkilatına üye sekiz ülke tarafından 1983’te kurulmuştur. Mimarlıktan, bilime içinde pek çok fakülte bulunan üniversitenin en güzel taraflarından biri ise uluslararası düzeyde birçok ülke ile anlaşmasının olması. Üniversitenin bahçesinde Japonya’dan, Gine’ye pek çok ırktan insanı bir arada görebiliyorsunuz. Üniversite’nin adı İslam Üniversitesi olmasına rağmen farklı dinden insanlar buraya okumak için gelebiliyor.
Ülkede önem verilen meselelerden biri ise ”Dava ve Davet” faaliyetleri. Farklı dinlerden dolayı başta bu durumdan biraz çekinilse de kurulan kurumların olumlu sonuçlar alması ile çalışmalar hala devam eder. Hatta ilgimi çeken şey, bu kurumlardan bazılarının devlete bağlı olarak kurulmuş olması. Devletin öncülük etmesi ile 1978’de Aralık ayı, davet ayı ilan edilmiş. Özellikle Aralık ayında ülkede bununla ilgili pek çok çalışma yapılıyor. Özellikle İslam’ın sosyal ve ahlak boyutuna vurgu yapılıyor. İslami İlimler Fakültesi’nde ise bununla ilgili özel dersler bile var. Ben burada İslami İlimler Bölümü’nde okuyorum. Dersler dava ve davet bilinci ile anlatılıyor. Burada olmak gerçekten güzel bir duygu. Başta da söylediğim gibi İslam’ın doğuda ulaştığı en uzak coğrafyadayım. Bunun güzelliğini şöyle anlatabilirim. Okuduğum üniversitede her yıl “Ümmet Haftası” isimli büyük bir etkinlik düzenleniyor ve okulda bulunan her ülke vatandaşı açtığı stant ile ülkesini, yemeklerini, kültürünü ve düzenlenen yarışmalar ile danslarını, kıyafetlerini tanıtıyor. Burada en çok etkilendiğim olaylardan biri, Filistin’in ekibi sahneye çıktığında Çinli bir kızın elinde Filistin bayrağı ile ”Filistin” diye bağırması. Bu kadar farklı ırkı ve farklı dini bir arada görmek benim için ikinci üniversite okumak gibi çünkü bu zihin dünyamın şekillenmesini sağlıyor ve okuduğum bölümün beraberinde nasıl bir sorumluluk getirdiğini gezdiğim bu coğrafyalar ile daha iyi anlıyorum.