Yavuz Bülent BAKİLER
1 Nisan 2000
“‘Oku!’ Emriyle başlayan bir mukaddes kitabın ümmetiyiz. Fakat yeryüzünde en az okuyan milletlerin başında da biz varız. Bizim altımızda Orta Doğu İslam ülkeleri, onların altında da Afrika Kabileleri var.
Misali kendi ailemden vermek istiyorum: 1955-1960 yılları arasında Hukuk Fakültesinde okurken her sömestr tatilinde eve bir bavul kitapla dönerdim. Annem bana çok büyük bir hüzünle bakar ve derdi ki: “Benim arslan oğlum, o kitaplara verdiğin parayı leblebiye üzüme verip yesen daha faydalı olmaz mı?” Benim sevgili annem beş vakit namazında-niyazında bir kadındı, kitabın ve dilin önemini bilmediği ve Türkiye’nin üzerinde oynanan bir takım oyunlardan haberdar olmadığı için böyle söylerdi.
Kitap okumadığımız için kelime dünyamız pek zayıftır. On kelimelik bir cümle kuranların 3-4 defa “şey” demeleri kelime dünyalarının kısırlığından ileri gelmektedir. Dil fakirliğimizin temelinde okumama hastalığımız var. Bu da kitaba tahammül edemememizden kaynaklanıyor.
Bazı ilim adamlarımıza göre millet, kültür birliğinden ibarettir. Kültür, bir takım kimselerin sandıkları gibi roman okumak, gazete okumak, yüksek tahsil diploması almak değildir. Kültür, bir milletin konuştuğu dildir, o milletin dini inancıdır, tarih şuurudur, gelenekleri ve görenekleridir, güzel sanatlarıdır. Kültür kök boyalara benzer. Kırmızı renkli bir kök boya kazanına beyaz renkli bir çarşafı daldırıp çıkarsanız o beyaz çarşaf kıpkırmızı olur, eski rengini kaybeder. Bir insan veya bir topluluk ta, hangi milletin kültürüyle boyansa, artık eski milliyetini kaybeder ve yeni kültürünün milliyetine mensup olur. İşte bu bakımdan bazı ilim adamları; “Millet, kültür birliğinden ibarettir!” demektedirler.
Başka milletlerin siyasi hakimiyetleri altına giren milletler, kendi kültürel değerlerini kaybetmedikleri takdirde -İsrail örneğinde olduğu gibi- bin yıl sonra iki bin yıl sonra tekrar derlenip toparlanıyorlar, yeniden siyasi istiklallerini kazanıyorlar. Ama dillerini kaybeden milletlerin bir daha derlenip toparlandıklarını, tarih sahnesine çıktıklarını hiçbir kitap yazmıyor. Bu bakımdan dilin millet hayatındaki büyük önemini bilenler bizim dilimizi de törpülemeye çalışıyorlar. Bizim dilimiz bir imparatorluk dilidir. Yani bizim dilimizde birlikte yaşadığımız milletlerin dilinden kelimeler vardır. Biz de o milletlerin dillerine kelimeler vermişizdir. Merhum Nihat Sami Banarlı’nın söylediği gibi her milletin dili imparatorluk dili olamaz. Çünkü her millet imparatorluklar kuramaz. Biz müslüman olduktan sonra dilimiz daha çok zenginleşti. Arapça’dan ve Farsça’dan dilimize giren kelimeler bizim gırtlağımıza ve zevkimize göre şekillenerek Türkçeleştiler. Fakat sonraları dilimiz, Arapça ve Farsça kelimelerin baskısı altında kalınca, münevverler başka, halk başka düşünür oldu. Bu sebepten dilimizin sadeleşmesi bir zaruret haline geldi. Bu sadeleştirme hareketlerine Tanzimat’la başlandı. Başta Namık Kemal olmak üzere bazı edebiyatçılarımız dilimizin sadeleşmesini istediler ve halkın konuştuğu dili esas aldılar. 1912’de Ziya Gökalp arkadaşlarıyla birlikte yeni Mecmua’yı çıkardığı zaman istiyordu ki Türkçe konuşulduğu gibi yazılsın, yazıldığı gibi konuşulsun. Bu çok önemli bir kaidedir. Yalnız burada Gökalp ve arkadaşları Türkçecilik davasında uydurma kelime yapmak yoluna gitmediler. Halkın kullandığı Türkçe kelimeleri Arapça ve Farsça kelimelere tercih ettiler. Bir de Arapça ve Farsça terkiplerden dilimizi temizlediler.
Daha sonraki dil çalışmaları büyük çapta Cumhuriyetimizin ilanından sonra başladı. Atatürk’ün Türk Dilini Tetkik Cemiyeti’ni kurduğunu biliyorsunuz. Bu dil hareketinde Atatürk’ün politikasını üç devrede inceleyebiliriz:
1932-1934 arası olan birinci devrede Atatürk, şiddetli bir tasfiyecilik içinde oldu. Bu devre çok sıkıntılı bir devredir. Yazılan makaleleri kimse anlayamamıştır. Falih Rıfkı Atay diyor ki: “Çok rahat makale yazan bir insanım. Fakat yarım sütun bir makale yazabilmek için masamın etrafında saatlerce döndüğüm olmuştur. En kolay yolu Yunus Nadi bulmuştu. Makalesini yazdıktan sonra mürettiphaneye gönderiyordu. Orada çeşitli Türk Yurtlarından gelmiş bir takım sözlükler vardı. Mürettipler o sözlüklere bakarak Yunus Nadi’nin Türkçe makalesini Öztürkçeye çeviriyorlar. İkinci gün Yunus Nadi kendi yazdıklarını okuyup anlayamıyordu!”
Atatürk dilin bir çıkmaza girdiğini gördü ve bu tasfiyeci hareketten vazgeçti. 1934-1936 yılları arasında ılımlı bir yola girdi. Türkçeleşen kelimelere dokunmadı. Halkın bildiği, sevdiği, konuştuğu kelimeler Türkçe kabul edildi. Bunlar bir kökten gelmiş olsalar dahi onlara itiraz etmedi.
1936-1938 Atatürk’ün, Güneş Dil Teorisi’ne inandığı yıllardı. Bu teoriye göre ilk insan Türk’tü ve tabiat olayları karşısında Türkçe konuşmaya başladı böylece bütün dünya dilleri Türkçe’den doğdu. Böyle olduğuna göre bu dillerden bize geçen kelimelere itiraz etmek yanlıştır. Çünkü o kelimelerin aslı Türkçe’dir. Atatürk’ün ölümünden sonra Güneş Dil Teorisinden vazgeçildi ve dilde yeniden tasfiye hareketine girişildi. Cumhuriyet’in ilanından sonra bazı kimseler laikliği din düşmanlığı şeklinde düşündüler ve Kur’an dili Arapça olduğundan Arapça’ya karşı şiddetli bir tepki başlatıldı. Sık sık duyuyorsunuz ” Ezan Türkçe okunsun“, “peki arkadaş ezan Türkçe okununca sen gelip kılacak mısın? Bu ezanda on tane kelime var ve zaten altı tanesi Türkçeleşmiştir. Seni rahatsız eden şu dört kelime mi? Peki ama Türkçe’ye her gün İngilizce ‘den giren kelimelere hiç bir itirazın yok. Bütün derdin şu on kelimelik ezan mı?” diye sorsanız bu kişilerin esas maksatlarının dilden ziyade din olduğunu anlarsınız.
Dilde tasfiyecilerin ikinci ayağını, gençlerimizi dünkü edebiyatımızdan koparmak düşüncesi içinde olanlar oluşturuyor. Bunların maksatları, kendi zihniyetlerini rahatça yayabilmektir. Üçüncü gruptakiler ise aşağılık duygusunda olan insanlardır. Bunlar Batı’yı merhum Necip Fazıl’ın ifadesiyle “tırnakları çok keskin bir kedi gibi kendilerini de bir fare” gibi hissetmektedirler. Batı’nın kelimeleriyle konuşmak, Batılılar gibi hareket etmek ve kendi kökümüzden kopmak, onların nazarında bir nevi ilerici olmak demektir.
Dilde tasfiyeciliğin meydana getirdiği büyük faciaya bir örnek vermek istiyorum: Evimde beş bin ciltlik kütüphanem var. Bu kitapların yarısını kızım için yarısını oğlum için düşünüyordum. Kızım lise son sınıftayken edebiyat öğretmeninin verdiği ödev için bir hikaye istedi. Ben de Sait Faik’in “semaver” adlı kitabını verdim fakat 15-20 dakika sonra kızım geldi ve dedi ki: “Babacığım, bana dili çok ağır geliyor, ben bunu anlayamıyorum, acaba bana başka bir kitap verebilir misiniz?” dedi. Birden beynimin karıncalandığını hissettim. Anladım ki dilde tasfiye hareketi münasebetiyle evimdeki beş bin ciltlik kitap taşlaşmıştı, çocuk onu okuyamıyordu.
Çocuklarımız edebiyatımızdan kopuyor. Biz ahlakı, vatan ve millet sevgisini, bayrak sevgisini edebiyat kitaplarımızla öğreniyor, pekiştiriyoruz. Kitaptan koptuk mu aklımızı çalıştıramıyor, sloganlarla konuşuyoruz, meydanlarda kan döküyoruz. Türkiye’deki kardeş kavgasının temelinde dil buhranının meydana getirdiği korkunç bir cehalet var. Çocuklarımıza bir Yunus Emre sevgisi-bilgisi verseydik mutlaka daha huzurlu olurduk. Yunus Emre diyor ki:
Bir kez gönül kırdın ise
Bu kıldığın namaz değil.
Yetmiş iki millet dahi
Elin-yüzün yumaz değil.
Yunus’un şiirleri okunduğu zaman görülür ki o şiirler ayetlerin ve hadislerin açıklanmasından ibarettir. Okuyan, öğrenen, bilen Yunus Emre ne güzel söylemiş:
İlim ilim bilmektir
İlim kendini bilmektir.
Sen kendini bilmezsen
Bu nice okumaktır?
Yunus’un şiirlerinde de, Dede Korkut Destanları’nda da bir tane “sel” li “sal” lı kelime bulamazsınız. Çünkü “sel-sal” ekleri bizim dilimize sonradan girmiştir. Şimdi Arapça-Farsça kelimelerin arasına bile “sel-sal” ekleri yapıştıranlar Öztürkçe konuştuklarını sanıyorlar. Tarih kelimesi Arapça’dır. “Sel” eki Latince. “Tarihsel” ucubesi nasıl “Öztrkçe” olabilir?
Prof. Dr. Fındıkoğlu Ziyaeddin Fahri beyin söylediği gibi, “Türkçemiz “sal”a bindirilmiş, “sel”e verilmiştir.”
Her Türk aydını Türkçemizi sevmek, yaşatmak, yaymak mecburiyetindedir. Bu da okumadan, incelemeden, bilmeden olmaz.
Namık Kemal bey diyor ki: “Bir insan ne kadar çok kelime bilirse, aklını o derece iyi kullanır. Az kelime bilenler zekalarını yeteri kadar kullanamazlar, okuduklarını anlayamazlar, anlatılanları kavrayamazlar.”
Not: Programın özeti, deşifre üzerinden yapılmıştır.
Hazırlayan: Dilek Karataş