Bir Tebessüm Bin Hayat

Hazırlayan: Yorum yapılmamış Paylaş:

11 Eylül 2015

Tarlabaşı..

Yaşamın sefaletle kaynaştığı yer.

Tarlabaşı…

Tarlabaşı…Legalin illegale teslim olduğu yer.

İçinde taşıdığı tarihi ve güncel hikâyeleriyle onlarca romana ev sahipliği yapacak yer.

Tarlabaşı…

Neresinden tutayım, neresini düzelteyim diye acil müdahale ekiplerinin bile zihnini bocalatacak yer.

Hayatın enkaz hali…Tarlabaşı…

Ve, her şeye rağmen acının ve yokluğun gülümseyen yüzlerde, insan olmanın altında ezildiği bir yer…

Tebessüm etmek nasıl bir nimettir insanoğluna? Bunu en çok,  8-10 metrekarelik, döşemesi aşınmış, fıstık yeşiline yeni boyanan odaya ev diyen anne-kızı ziyaret ettiğimizde engelli kızımız Kübra’nın annesinin: ‘Şükür oda çok güzel oldu. Mineflomuzu da aldık yere döşeyeceğiz. Bir de çekyatımız olunca harika olacak’ derken, yüzüne yansıyan tebessümüne şahit olduğumda derinden hissettim.

‘Allah yüzünü güldürsün’ der teyzem, ona en ufak iyilik yaptığımda…

Yüzümün hangi hallerde güldüğü geçer aklımdan. Yüzü gülen insanlara takılır gözlerim. Gülmek; memnuniyetin yansıması, hal’in en makul hali…

Bazen, özenirim kahkaha atan insanlara… Ama sadece özenmekle kalırım. Oysa yüzüne huzurlu bir tebessüm konduran insanlara özenmekle kalmam, o insanları severim ve duama katarım.

Tebessümle karşıladık Kadir’i ve yanındakileri… Ben, Betül ve Yusuf…

Ziyaretimizin vicdanımıza verdiği rahatlama vardı yüzümüzdeki tebessümde. Belki tüm yaraları saramayacaktık ama birilerinin yarasını geçici de olsa saracak, bir parça da olsa ferahlatacak çaremiz vardı yanımızda. Ha, bir de tebessüm ettirecek lokumumuz ve kahvemiz vardı bizimle. Merak ediyor muydum Tarlabaşı’nı? Bilmiyorum… Merak edilir miydi böyle bir mekân? Hayır, merak yoktu içimde. Sadece, bu akşam birilerini güldürebilmenin mutluluğu ve huzur tebessümünün birkaç kişiye olsun bulaşacağı hevesi vardı. ‘Gülümseteceğim kim acaba?’ Onun merakı vardı biraz… Birazda, bunu kırmadan incitmeden nasıl yaparım endişesi… Ya duygusallaşırım da gözlerim dolarsa… Tebessüm ettirmişken solarsa yüzleri?

Yolun karşısına geçip mahallenin sokaklarına dalıyoruz arkadaşlarla… Meraklı gözler bizi izliyor. Biz Tarlabaşı’nda yabancı olmanın dikkat çektiğinin bilincinde yadırgamıyoruz bakışları. Kadir önde yürüdükçe güven geliyor bana, nasılsa onu tanıyorlar buralarda. Karanlık geniş bir holü olan, toz kir içinde bir apartmana giriyoruz. Karşılıklı iki kapıyı çalıyoruz. Sierra Lione’den gelen gençler oturuyorlar bu evlerde. Evleri Kadir ve arkadaşları kiralayıp boyamış ve içine de üç beş eşya koymuşlar bu gençler için. Zira dil, yabancılık, fırsatçı ev sahipleri derken, kendi başlarına ev kiralayıp oturmaları başlı başına problem… İçeri girmek için biraz bekliyoruz. Hızlıca eve çeki düzen veriliyor. Eski,  kirli, gariban, soğuk ve nemli evde yine de yaşam ve özen var. Boyayla kapatılmaya çalışılmış duvar küflerinin kokusu burnumu sızlatıyor. Kendilerini mahcup hissetmesinler diye tedirginlik içinde kenardaki çekyata oturuyorum. Merak ve tebessümle odaya doluşuyor gençler. Kimi gemi ile kaçak yoldan kimisi de turist vizesiyle gelip yeni bir hayatın hayaliyle yaşamaya çalışıyorlar burada. Asıl hedefleri Avrupa olsa da, ‘Türkiye’de yaşama imkânı bulursak neden kalmayalım ki?’ diyorlar. Çoğu ülkedeki iç savaştan, fakirlikten muzdarip. Geri dönme fikri onları üzüyor. Ülkelerindeki ortalama ömür 40 yaş. Ebolanın yaygın olduğunu, hastalığı kapan kişinin on beş gün içinde öldüğünü söylüyorlar.

Teker teker tanışıyoruz. Kendimizi tanıtıp geliş amacımızı söylüyoruz. Gözlerinde bir ümitle ve sürekli tebessümle bakıyorlar bize. Emanetlerimizi bırakıp karşı daireye geçiyoruz. Eline parfüm almış havaya sıkıyor biri, aynı şekilde tebessüm yüzlerinde. Polisin onu tutukladığını ve buradan göndermek istediğini anlatıyor Osman, Ebu Yusuf tercüme ediyor söylediklerini.

Gözleri dolu doluydu… Buradan gitmek istemediğini, ülkesinde can güvenliği olmadığını ve polisin onu bulursa göndereceğini söylediğinde… Gençti, güçlüydü, güleçti. Güldüğünde esmer yüzünde inci gibi parlayan dişleri, ıslak gözbebekleri vardı. Gözlerim kaçamak baktı yüzüne… Biraz daha kalsam yanında ve onu dinlemeye biraz daha devam etsem, boynuna sarılıp, insanlığın yaşamak konusundaki acizliğine, hayatın bu kadar dengesiz ve de bencil oluşuna ve ayrıca saymakla bitiremeyeceğim birçok sebebe hüngür hüngür ağlayacaktım. Küflü duvarlara ve aşınmış ahşap tavana diktim gözlerimi. Zihnimi, duvarların boyayla bile düzelemeyeceği, tavanın tamiratının zor olacağı fikriyle oyaladım. Bir yandan iç sesim ‘seni evlat edineyim çocuk’ diyor… ‘Sahi onu evlat edinebilir miydim? Sen benim evladım olsan ve diline, örfüne, sokaklarına, rengine yabancı olduğun bir şehirde var olabilmenin mücadelesini veriyor olsan, ben ne kadarına dayanabilirim bu anneliğe, nerede vazgeçerim senin evladım olmandan, vazgeçebilir miyim?’ Ahh bu sorular! Hepsi, dolan gözlerine eşlik etmesin diye gözlerim. Orada dirayetimi bıraksam elden, sana verdiğim ümit solar. Benimde senin kadar çaresizliğimi görsen, daha çok dolar gözlerin… Ahh çocuk, halime şükrederken bile bencil buluyorum kendimi. Bir vatana sahip olduğum, yaşamak için sistemle savaşmak zorunda kalmadığım, açlıkla imtihan edilmediğim, göçmediğim, adım göçmen olmadığı için şükrederken bencil buluyorum kendimi…

Şükr’üm yarım kalıyor, acz’imden Rabbime sığınıyorum.

EMİR SULTAN BARYAMAN

Önceki Yazı

Göç Hikayeleri; Suriye

Sonraki Yazı

Küreselleşen Dünyada Kadın ve Siyaset

Bunlar da ilginizi çekebilir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir