Said Nursi’nin İlim Anlayışı ve İlimlerin Sınıflandırılması

Hazırlayan: Yorum yapılmamış Paylaş:

 

Prof. Dr. Alparslan Açıkgenç

7 Ocak 2012

Bediüzzaman’ı anlamak için sadece eserlerini okumak yetmiyor. İki şeye daha ihtiyaç var; çok geniş bir İslami bakış açısına ve yaşamsal tecrübeye. Bu tecrübe, insana mihenk noktalarını gösteriyor.

Risale-i Nurlar hangi ilim sınıfına girer diye incelerken aklımdan ilimlerin sınıflandırmasına bir bakmak lazım diye geçti. Risaleleri okuduğunuzda görürsünüz ki risaleler hep irşada yönelik, İslami açıdan halkı aydınlatmaya yönelik eserlerdir. Öyle olunca bir defa ‘Risale-i Nur’un ilimler tasnifinde sosyolojiye mi, tasavvufa mı, kelama mı girer?’ sorusu yanlıştır. Başka bir türlü ele almak lazım.

İlim kelimesinin kaynağına gitmek lazımdır. İslam’ın kaynağı vahiydir, vahiyde hata olması mümkün değildir. O halde ilim kelimesi için o ilahi kaynağa, Kuran’a bakalım acaba ilim kelimesini hangi manada kullanmış, oradan bir sınıflandırma çıkabilir mi? Kuran’da ilim kelimesinin geçtiği ayetler 300-400den fazladır. Tabii ki hepsini incelemek şart. Fakat dikkatimi çeken, çoğu yerlerde aynı anlamda kullanılmış olmasıdır. Bir sınıflama yapabileceğimizi gördüm, sınıflandırdım ve karşıma şöyle bir sonuç çıktı: Beş anlamda kullanıldığını çıkardım;

Birincisi malum bir kelime, günlük dildeki kullanım manasındadır. Bu günlük dil manasına sözlük manası da diyebiliriz ki bu bilmek anlamındadır.  Ayetlerin yüzde 60/70’inde bu manada kullanılmıştır. Bakara, Al-i İmran, Rum, Zümer vs. bu şekilde olduğu görülür.

Istılah manası ise Kur’an ve hadislerde kullanımıdır ki bizzat vahiy manasında kullanılıyor, yani bize vahiyle gelen bilgi manasında kullanılmıştır. Mesela Bakara 120: “Sana ilimden gönderildikten sonra şayet onların arzularına uyarsan Allah’tan sana ne bir dost nede yardımcı olur.” Burada hitap direkt Peygamber Efendimiz (SAV)’e dir. Cenab-ı Hakk’ın ilmine atıf var burada. Bizzat vahyin, Kuran’ın kendisi ilimdir. Bu bütün peygamberler için kullanılmıştır.

İslam ilim geleneğinde meratibü’l-ulum vardır. İlimlerin mertebelerinden en yükseği Kur’an ilmidir. Bizim hepimizin amacı Kur’an’ı elde etmektir. Yani zihnimizin Kuran’la şekillenmesi lazımdır. Kur’an o zaman hayatımıza yansır. Bu ilmin en yüksek mertebesi, peygamberlere verilmiştir. Hz. Aişe (RA) validemiz Peygamberimiz için; O canlı bir Kur’an’dı der. Yani Kuran bir insanda, insan olarak şekillenmiş bir halde hayat buluyor.

“Âlimler peygamberlerin varisidirler” hadisi, Peygamberlerin miraslarını alimlere bıraktığını anlatır. Çünkü peygamberler, dünya malını miras olarak bırakmazlar. İlmi miras bırakırlar. Bunu da âlimler alır. Fakat bu zor bir mirastır. Bir âlimin bu mirası alabilmesi için Peygamberimiz gibi yaşaması lazımdır. Böylece yaşantısını da miras almış olur. Çünkü ilim bunu gerektirir. “Benim ümmetimin âlimleri Ben-i İsrail’in Peygamberleri gibidirler.” Peygamberimiz (SAV) bunu söylemiştir. Ondan sonra peygamber gelmeyecektir ve dinin tecdidi için böyle insanlara ihtiyaç vardır. Bunlar vahiy almazlar.  Fakat ilmi Peygamberimizden verasetle alırlar. Veraseti âlimin yaşantısı belirler. Çünkü cehd vardır gayret vardır. İslam geleneği içerisinde İmam Gazali, İmam Rabbani ve İbn-i Arabî vs. böyle âlimlerdir.

İslam kaynaklarında ilk dönemde geçen El-İlm kelimesinden, sadece vahiy kaynakları kastedilir. İslam’ın ilk iki yüzyılında ilim kelimesi, Kur’an ve hadisler için kullanılır. Bugün kullanılan sosyoloji, tarih, felsefe vs. gibi bilimler elbette vardı fakat o bilimler için fıkıh kelimesi kullanılır. Mesela İmam Azam, felsefi yaklaşıma ve kelama Fıkhü’l Ekber diyordu. Fakat sonraları Yunancadan yapılan tercümelerde, tercümeleri yapanlar Müslüman olmadıkları için Yunancadaki bilim kelimesini Arapçadaki ilim kelimesiyle karşılamışlardır. Ve maalesef o gelenek yerleşmiştir. Müslümanlar o düşünceleri eleştirmek maksadıyla okusa bile o kavramları kullanmışlardır. Fıkıh kelimesi ayrılıp bugünkü dar anlamında ibadete ve hukuka ayrılmıştır. Ve kelam kelimesi de felsefesi ile ilgili çalışmalara hasr edilmiştir. Felsefe, Yunanca bir kelimedir. Yunancadan Arapçaya geçmiş ve biz bugün kullanıyoruz.  Sonradan bir kavram kargaşası doğmuştur. Çünkü bizim zihnimizde felsefe için iki kelime var; birisi kelam, diğeri felsefe. Felsefe kelimesi, Yunan düşüncesi doğrultusunda felsefe yapan için kullanılır. Kelam, İslami tarzda felsefe yapanların kullandığı kelimedir. Bütün bunlar ikinci tür bir ilmi anlatır.

Bir de hem mutlak ilmin hem de tebliğ ilminin peşinde giden ulemanın takip ettiği yol var. Onlar da fizik, kimya, felsefe, sosyoloji vs. uğraşıp, bu uğraşı içinde mümkün olduğu kadar o tebliğ ilminin ve Kuran’dan aldıkları ilhamı kendi alanlarına yansıtmaya çalışmışlardır. Üçüncü tür bir ilimdir bu ve mertebe olarak üçüncü mertebedir. Bunlar tebliği ve vahyi esas alırlarsa aydın ilim oluyor. Nur suresinde geçen ‘Allah yerin ve göklerin nurudur.’ ayetinde ve “Allah kendisini veli edinenleri zülumattan Nur’a kervanlardan aydınlığa çıkarır” ayetinde geçtiği gibidir. Çünkü aydınlatıcı bilgiyi vahiyden alırlar ve kendi alanlarına yansıtırlar.

Birinci anlamdaki ilim, hiçbir ilim adamında yoktur. Vahiyle geldiği için peygamberlerde vardır.

İkinci tür ilim, verasetle geldiği için her âlimde yok, belli âlimlerde yani müceddid olan âlimlerde vardır.

Üçüncü tür aydın ilim, bütün ilim adamlarının hedefi olan ilimdir.
Fakat şöyle de olabilir; Bir ilim adamı; fizik, kimya, sosyoloji, felsefe vs. ile ilgilenebilir. Ama ben ilimle uğraşıyorum deyip Kur’ani bilgiyi kendi alanına yansıtmazsa bu karanlık bilgi olur. Kur’an-ı Kerim buna zulmet, cehl veya bî gayr-i ilim tabirini kullanır. “Allah, inananların dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlere gelince, onların dostları da tağuttur, onları aydınlıktan alıp karanlığa götürür. İşte bunlar cehennemliklerdir. Onlar orada devamlı kalırlar.” İnanmayanlar yani hakikati örtenlere ve bunların önderlerine de Tağut denir. Bu ise beşinci türden ve mertebeden bilgidir.

Bizi ilgilendiren, tebliğ ilmiyle aydın nurlu ilimdir. Ben; Fizik, kimya, psikoloji, sosyoloji, felsefe gibi bilimsel bilgilerle tebliğ ilmini yan yana koydum. İslam âlimleri vahiy ve tebliğ ilmini çalışmalarına çok mükemmel yansıtmışlardır.

Tebliğ ilminin özellikleri tamamen vahiyden kaynaklanır. Bilimsel bilginin özellikleri ise nelerdir diye baktığınız zaman çok çarpıcı şeylerle karşılaşırız.

Mesela;
Tebliğ ilminin gayesi hidayettir. Bilimsel bilginin gayesi hakaikü’l eşyadır. Eşyanın hakikatini bulmadır fakat dikkat edin maddi şeylerle dünyevi şeylerle ilgilenir.
Bilimsel bilgide, hakaikü’l eşya için eğitim/öğretim esastır. Orada tebliğ yok, yöntemler değişir. Eğitim/öğretimde bir talebe yetenekli değilse atarsın. Ama tebliğde atamazsın.
Tebliğ ilmi yapılırken kalbi esas alır, bilimsel bilgi aklı esas alır.
Tebliğ ilminin üssü’l-esası tecdittir. Yani oturduğu temel yenilenmedir. Bilimsel bilginin üssü’l esası fikirlerin peş peşe gelmesidir, yani birikim olmasıdır.
Bakın tebliğde birikim yok, hikmet var. Eğer tebliğde birikim olsaydı biz bu gün evliyaları geçerdik.
İkisinin dilleri farklıdır; tebliğ ilminin dili duygusaldır, kalbe hitap eder. Duygusal şeyler insanı harekete geçirir. Fakat bilimin dili katıdır, akla hitap eder. Dolayısıyla akıl heyecanı yatıştırır, kontrol altına alır.
Tebliğ ilmi bizzat nurdur, kendisi ışıktır. Işığın özelliği şudur; hem kendisi aydınlıktır hem etrafını aydınlatır. Fakat bilimsel bilgi kendisi karanlıktır/zulmettir ve aydınlığa ihtiyacı vardır. Aydınlığı tebliğden alması lazımdır.
Tebliğ ilmi her insana hitap eder. Yani Kur’an’ı her insan okursa bir şekilde kendince istifadesi olur. Hiçbir ayrım yapmadan her tabakadan insana hitap eder; padişah ta olsa köle de olsa herkes tebliğ ilminin muhatabıdır. Tebliğ ilmindeki istifadeyi şöyle düşünün; herkes bir bahçeye girdiğinde boynunun uzunluğuna göre o bahçedeki ağaçların meyvelerinden istifade eder. Kısa olanlar da alttaki meyveleri yer. Ama her seviyedeki insan yararlanır. Bilimsel bilgide sen uzmansan sana hitap eder.
Mesela sosyoloji, sosyolog değilsen sana hitap etmez, sosyoloji çalışıp uzmanlaşman lazım ki hitap etsin.
Tebliğ ilmi mevhibedir yani Allah tarafından verilir. Çalışarak elde edemezsiniz, fakat çalışmak bunun tamamlayıcısıdır. Bilimsel bilgi muktesebdir, yani çalışmakla elde edilir, kesbîdir. Toparlarsak; Tebliğ ilmi verasetle gelir, aydın bilgi muktesebdir.

 

 

Bu özellikleri açısından baktığımız zaman Risale-i Nur nedir, özellikleri nelerdir sorusunu artık kolay cevaplayabiliriz.
Bediüzzaman’ın yaşantısında sünnet-i seniyye esastır. Kendisi zaten “ben iki sünneti terk ettim, başıma gelen felaketler de o yüzdendir” der. Birincisi sakal bırakmamış, ikincisi evlenmemiştir. Bu ikisini maalesef terk etmek zorunda kaldım demiştir. Onun dışında hep sünnete vurgu yapmıştır. Yaşantısı hep o yöndedir. Bu açıdan bakıldığında daha iyi anlaşılır.

Bediüzzaman risalelere İlm-i Kelam der. Bugünkü tabirle‘özgün kelamcı’ diyebileceğimiz bir kelamdır. Bediüzzaman’ın ilk baştaki derdi İbn-i Sina’lar gibi büyük bir felsefe ve yeni bir sistem getirmek, İslam’ı onunla savunmaya çalışmaktır.
Bediüzzaman kendi hayatını; Eski Said, Yeni Said ve Üçüncü Said diye üç döneme ayırır. Eski Said, yaklaşık 55 yaşına kadardır ve en uzun olanıdır. Eski Said bilimle, felsefeyle çok ilgilenirdi.
Bediüzzaman üstün zekâlı bir insandır. Bizim İslam geleneğinde Gazali, İbn-i Sina üstün zekâlıdır. Bunlar ayrı insanlardır. Bediüzzaman 12 yaşında bütün medrese ilimlerini bitirmiştir. Ayrıca konuşması çok etkileyicidir. Bunu Bediüzzaman’a has kabul etmeyin. Allah böyle insanlar yaratır. Hıfzı ve hafızası da çok güçlüdür. İstanbul’a geldiğinde kapısına; “her soruya cevap verilir fakat soru sorulmaz” diye yazmıştır. Burada asıl önemli olan, hayatının asıl hedefi bilimsel bilgiyi İslam için kullanarak hizmet etmektir. Fakat yaşantısı onu değişik mecraya götürmüştür.

Eski Said, 1900’lerin başlarına kadar sadece bilimsel bilgiyle ilgilendi. 35-40 yaşlarına kadar bu açıdan okudu, okuttu ve ders verdi. Fakat sonra Batı’nın Müslümanlar ve İslam hakkındaki planları karşısında sorumluluk duygusu, duruma başka bir açıdan bakmaya yöneltti.

Ve Said-i Nursi diyor ki; “birden En’am suresinin 68. ayeti aklıma geldi ve bu ayet manen bana değişik bir fikir ve ilham verdi. Bundan sonra bir inkılap fikriyle düşüncelerimi değiştirdim. Bildiğim bilimleri/ birikimleri Kuran’ın fehmine ve hakikatlerinin ispatına basamaklar yaparak bütün hayatımın amacını yalnız ve yalnız Kuran bildim. Kuran’ın icaz-ı manevisi bana rehber, mürşid ve üstad oldu. Eskiden böyle düşünmeme rağmen bunu gerçekleştiremiyordum.”
Bir zaman sonra, Birinci Dünya Savaşının gürültüsüyle uyanınca o figür tekrar canlandı. Bil-kuvveden bil-fiile çıkmaya başlamıştır ki bu zannedersem 1920’lerde, İstanbul’da oluyor. Söylediği şeyler yavaş yavaş başlıyor kendisinde.

Biz Risale-i Nurları tebliğ ilmi çerçevesine oturttuk ama bu onun ilim adamı olmadığı anlamına gelmez. İslami ilimleri öğrendiği gibi yeni çıkmış olan fizik, kimya, coğrafya istatistikleri vs. gibi ilimleri kendi kendine çalışmıştır. Fünun-ü Medeniyye, fünun-ü Muasıra gibi kavramları kullanarak kendisi bunları çalıştığını söylüyor. Bunların hepsiyle uğraştım, hepsini tek tek öğrendim ve bunları Kuran’ın hakaikine çıkmak için basamaklar yaptım diyor.

Van valisi Tahir Paşa, Bediüzzaman’a konağının üstünde yer vermişti, orada kalıyordu. Gece odama çıktığımda kendisi söylüyor hakaikten doksan kitap ezberimdeydi diye. Geçmiş İslam âlimlerinin yazdığı kitaplardan doksan tanesini bizzat ezbere olarak biliyordu. Her gece üç saat okuyarak üç ayda bir devrediyordu. Diyor ki; ‘Cenab-ı Hakk’a şükrediyorum. O mahfuzat, o tekrarlar Kuran’ın hakaikine çıkmak için bana basamak oluyor. Sonra da Kuran’ı açıp baktım ve her bir ayetin kâinatı ihata ettiğini gördüm. Ve bunun devamında o ilimlere ihtiyacım kalmadı. Sadece Kuran’la, Kuran’ın hakaikini anlatmaya yöneldim.’

Peki, Bediüzzaman’ın düşünce sistemi nedir?
Biz felsefe tarihinde düşünürlerin sistemlerini anlatmaya çalışırken temel aldıkları esas nedir oradan başlarız. Said-i Nursi’nin düşünce sisteminin temeli, doğu cephesinde Ruslara karşı savaşırken yazdığı İşaratü’l İcaz tefsiridir. Bu eserde Kuran’ı esas almıştır. Düşüncesinin temeli, Kuran’dan başlar.

İşaratü’l İcaz Tefsiri şöyle başlıyor;
Kuran, temelde; Tevhid, nübüvvet, haşr, adalet ve adaletin içinde ibadet esasları üzerine yerleşmiştir. Bize bu esaslar ders verir. Demek ki Risale-i Nur, Kuran’ı esas aldığı için bu dört temelden hareket etmesi lazımdır. Ve zaten görüyoruz ki biz eğer İslam bu dört unsurdur dersek bunun 4/3 ü imandır, 4/1 ameldir. İman ne kadar önemli bunu görüyoruz. Bundan dolayı Bediüzzaman; ‘ben bundan önceki büyük müceddidlerin yaptığı fıkıhları aynen kabul ediyorum, fıkıh alanına hiç girmiyorum. İnşallah Müslümanlar tekrar güçlendikleri zaman tekrar fıkha girerler. Ben tebliğimi bu 4/3 üzerine bina ettim’ diyor.
Risale-i Nurlarda onun için fıkhi meseleler yoktur.

Ne İslam Dünyası ne de Türkiye, artık 1950’li-60’lı yılların Türkiye’si ve İslam Dünyasıdır. O yüzden kanaatimce artık yavaş yavaş fıkıh sahasına da yönelme zamanı gelmiştir.
Teşekkür ediyorum.

Hazırlayan: Ersel Karataş

 

{jcomments on}

Önceki Yazı

Nefs Psikolojisi (Psikolojinin Üçüncü Boyutu ve Rüyaların Dili)

Sonraki Yazı

İslam ve Batı

Bunlar da ilginizi çekebilir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir