Prof. Dr. Ali Bardakoğlu
23 Mayıs 2017
Müslümanlığımızla Yüzleşmek kitabımı Kur’an, hadis, fıkıh ilimlerinde bugün ne durumda olduğumuzu kontrol etmek ihtiyacıyla yazdım. Çünkü başkalarına öğüt vermek dünyanın en kolay işidir de insanın kendini tanıması, kendini görmesi, kendi hayat tarzını Allah’ın dediklerini O’nun muradı ışığında gözden geçirmesi çok zordur. Başkasını eleştirmek, öteki üzerinden konuşmak kolaydır da “biz ne durumdayız” sorusunu kendimize dürüstçe sormak hiç kolay değildir. Sorsak bile ona doğru-dürüst cevap vermeyi düşünmeyiz. Hâlbuki Kur’an-ı Kerim’e baktığımız vakit sürekli bize hitap ediyor. Kur’an ışığında Allah’ın muradıyla bizim yaptıklarımız arasında fark var mı, yok mu onu kontrol etmemiz gerekiyor. Kur’an’da Hz. Peygamber’e birçok hitap var, uyarı var. Allah Peygamberimize hitapta bulunuyorsa, uyarıda bulunuyorsa bu ne demektir? Üzerinde düşünmemiz gerekir.
Kur’an-ı Kerim ilk olarak, “Ey inananlar, ey benim hak din olarak gönderdiğim İslam’a inananlar” şeklinde bize hitap eder. Sonrasında da öteki ile ilişkilerimizin nasıl olacağını belirler. Hâlbuki biz kendimizden ziyade ötekiyle ilgiliyiz. Kendimizi, kendi kurumlarımızı gözden geçirme ihtiyacı hissetmiyoruz. Sürekli öteki ile kavga içindeyiz. Kendimizi aklama, kendi konumumuzu güçlendirme ve ötekini hep sorunlu görerek rahatlama yolunu seçiyoruz. Mesela Şia Dünyasının en büyük avantajı veya açmazı acı ve öfkedir. O acı onları birleştirir. Hz. Hüseyin’e, Hz. Ali’nin çocuklarına yapılanlar etrafında on dört asırlık bir birliktelik oluşmuş ve öteki üretilmiştir. Şia’ya göre öteki Muaviye’nin, Yezid’in çocuklarıdır; Sünnilerdir. Böyle bir atmosferde hiçbir Şii kendini test etme ihtiyacı hissetmez. Çünkü öteki üzerinden kendi kimliğini üretiyor, oluşturuyor. Sünni dünyanın kahir ekseriyetinde de durum budur. Ne yapıyorsa öteki yapıyordur. Kendisinde hiçbir eksiklik, kusur, ayıp, günah yoktur. İşe böyle başlayınca bizim hiç aynaya bakma ihtiyacımız olmaz ve ne kadar olumsuzluk varsa hep öteki ile alakalı görürüz. Hâlbuki öteki diye bir şey yok. Biz varız ve bütün bu olup bitenler bizim coğrafyamızda olup bitiyor. Bir başkası senin daha kötü şartlarda olmanı isteyebilir. Ama önce sen bütün bu olup bitenlere ne kadar dahilsin? Önce bunun üzerinde düşünmek gerekir. Şu soruyu kendimize sormalıyız; 50 küsur İslam dünyası olarak çevre, insan hakları, özgürlükler, eğitim, fırsat eşitliği, sağlık, sosyal adalet gibi konularda öteki yüzünden mi başarılı olamadık? Peygamberimizin vefatının üzerinden 100 yıl geçmeden Abbasilerin kurduğu İslam Medeniyeti parlaklığını, canlılığını abdest alıp namaz kılmayla mı kazandı? Bir devlet, bir medeniyet nasıl oluşuyorsa, Roma Medeniyeti nasıl oluştuysa, Bizans Medeniyeti nasıl oluştuysa, Abbasi’de, Osmanlı’da öyle oluşmuştur. Çalışana Allah Sünnetullah’ı gereği karşılığını verir. İman edip, etmemeniz sadece artı değer olarak sizi motive edebilir. Yoksa bütün her şeyi onun üzerine bina edemezsiniz.
İslam Ve Müslümanlık Aynı Şey Mi?
Müslümanlığımızla Yüzleşme kitabımda mercek altına aldığım bir diğer konu İslam ve Müslümanlık arasındaki farktır. İslam ne, Müslümanlık nedir? İslam, Allah’ın bildirdikleri, söyledikleri, Peygamberinin getirdikleridir. Müslümanlık da bizim onları anlama, algılama ve yaşama biçimimizdir. Yani İslam eşittir Müslümanlık değildir. Müslümanlıkta hedefi yüzde yüz tutturma imkânı olmayabilir; doksan olur, seksen olur, elli olur, otuz olur… Öyleyse İslam ile Müslümanlık arasında bir mesafe olmuşsa bunu anlamak zorundayız. İslam Dünyasının ruh hali, sürekli öteki kalması, ezilmişliği, itilmişliği sebebiyle bozulmuştur. Böylece kendini dış dünyadan, büyük dünyadan ayrı görmeye başlamış, kendini algılama, kendine tahammül etme kabiliyetini yitirmiştir.
Kur’an-ı Kerim’i Anlamak Müslümanlar Arasında Hep Ciddi Bir Sorun Olmuştur.
Kur’an-ı Kerim Mübin bir kitaptır. Öyle şifreli, esrarengiz falan değildir; okununca anlaşılır. Ancak her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlatan bir kitap da değildir. Lazım olduğu kadarını, gerektiği şekilde anlatan bir kitaptır. Sistematik anlatımı olan insan yapımı telif eserler gibi de değildir. Mesela iman esasları diye söze başlayıp, ibadet esasları, sosyal hayat falan diye devam etmez. Kur’an-ı Kerim muhatap olarak aldığı yedinci yüzyıl Hicaz Araplarının Peygamberle beraber yaşadıkları hayatla diyalektik ilişki içindedir. Bu diyalektik ilişkiyi anlamak İslam’ı anlamanın temel bir taşıdır. Kur’an’ı Kerim 23 yıl boyunca Hz. Peygamberin yaşadığı hayat serüvenine uygun olarak şekillenmiştir. İlahi kelam olayların akışına göre lafza dönüşerek insanlara yol göstermiş, rehberlik etmiştir. Vahyin olayların akışı ile diyalektik bir ilişki içinde gelmesi Kur’an’ı ve İslam’ı anlamada son derece önemlidir. İnsanlar sordu, Allah vahiyle cevap verdi. İnsanların ayağı bir şeye takıldı, tökezledi; Allah onu düzeltti. Yolunda giden şeyler için rehberlik etmeye gerek yoktu; onlar için bir şey demedi. Yani görüldüğü gibi Kur’an’ı Kerim sanıldığının aksine inkılap değil, düzenlemeler ve düzeltmeler yapmıştır.
Allah insana bir hayat verdi, fıtrat verdi, akıl verdi ve dini de bu verdiği fıtrata destek olarak gönderdi. Gazali, “Yukarıdan gelen akılla içeriden gelen vahiy birleşti” der. Yani, Allah yaratılışta diniyle gönderdi bizi, bir takviye olarak ikinci dini yani vahyi gönderiyor. Hatta Ragıp İsfehani’ye göre, iki resul var. İkinci resul yani peygamberler; birinci resulün, yani fıtratın, yaratılışın, bizim içimize koyduğu aşkın, nüvenin, aklın, misakın takviyesini yapıyor. Onun için de dinler inkılap yapmıyor. Yani hayatı yeniden kurmuyor, sadece küçük rötuşlar yaparak yola devam etmemizi sağlıyor. Ne zaman başladı bu? Adem’den başladı, İbrahim Peygambere, Musa’ya, İsa’ya, bizim peygamberimize kadar da devam etti. Din, akide sabit kaldı; şeriatlar insanların içinde bulunduğu ahvale göre değişti. Bu yüzden Kur’an-ı Kerim’de hem somut örneklendirmeler vardır hem de çok soyut, evrensel gerçekliği olan ilkeler vardır. Böyle olunca Kur’an size de, öncekilere de, sonrakilere de hitap eder. Buradaki önemli soru şudur; Kur’an-ı Kerim’in yedinci yüzyıl Hicaz Araplarına hitap edip, onların dünyası üzerinden verdiği bu somut örnekleri nasıl anlamak gerekir? İlk dönemden itibaren Hicaz bölgesinin dışında Afrika’da Maliki, Orta Asya’da Hanefiler oluşmaya başlamasıyla birlikte bu soru hep sorulmuştur.
Kur’an’ı Anlamada Dört Tane Delil Vardır
Birinci delil kitaptır. Niye Kur’an değildir? Çünkü Kur’an tek tek ayetlerdir. Kitap o ayetlerden bizim çıkaracağımız Allah’ın hükmü, muradı ilahidir. Onun için kitap diyoruz. Yani hitaptan bir ilahi hüküm çıkarıyoruz. Ayet demiyoruz. IŞİD ile bizim farkımız budur. IŞİD ayeti, biz kitabı delil olarak alıyoruz. İkinci delil sünnettir. Sünnet, Peygamber efendimizin yirmi üç yılda yapıp, ettiği bütün davranışlardır dersek Kelime-i Şehadet’ deki Allah’ın “kulu” ve “resulü” ifadesini ne yapacağız. Yirmi üç yıllık peygamberlik hayatında bütün yaptıklarına peygamberlik dersek, sünnet dersek bu sefer “kul” ne olacak? Hz. Peygamberi “abduhu” ve “rasuluhu” olarak anlamalıyız. “Abduhu” demek bir toplumun içinde yaşayan, o toplumun kültürüyle, menkıbeleriyle, hikayeleriyle, inanışlarıyla iç içe olan, onları akıl süzgecinden geçiren insandır. Peygamberler dini tebliğ için gönderildi. Bakın, İbn Haldun, “Sünnet, Hz. Peygamberin din konusunda söyledikleri ve yaptıklarıdır” diyor. Bayağı esaslı bir tanımlamadır bu. O zaman falanca yemeği sevmesi ya da sevmemesinin, pamuk yatakta değil, hasırda yatmasının, oturarak yemek yemesinin vs. sünnetle alakası yoktur. Bunlar örfe, adete göre şekillenen kültürle alakalı şeylerdir. İbn Haldun’a dönersek tekrar, diyor ki “Hz. Peygamberin bir beşer olarak yapıp ettikleri vardır; bir de din tebliğcisi olarak bize anlattıkları vardır. Din alanında olanlara biz sünnet deriz. Diğer alanda yaptıklarını yapmayı dini bir gereklilik olarak görmeyiz”. Aslında sünnet dini gerekliliktir. Biz dini ondan öğrendik. Kur’an’a Kur’an diyen o, vahye vahiy diyen o, peygambere inanmasaydık, güvenmeseydik Allah’ı ve Kur’an’ı tanımazdık. Hz. Peygamber dinin anlaşılmasında kilit role sahiptir. Böyle olunca da din konusunda söylediği şeyler fevkalade önemlidir. Hatta bizim ulema “kitabın hükmünü, anlamını belirleyen sünnettir”, der. O kadar önemlidir yani. Ama buradan hareketle sünnete çok geniş bir anlam verirseniz bu sefer yaşadığı hayat, ev tarzı giyim kuşam tarzı falan hepsini sünnetin içine katarsanız işin içinden çıkılmaz. Onun için sünnet ve hadis arasındaki farkı iyi kavramalıyız. Sünnet ve hadis aradaki farkın iyi anlaşılması için bir örnek vereyim. Mesela bir buçuk saat süren bir film izlersiniz. O filmde çeşitli konuşmalar, anekdotlar, kesitler vardır. O anekdotların her biri hadis, filmden sonra aklınızda kalan şey ise sünnettir. İşte onun için de bizim ulema hadise değil, sünnete delil demiş. Sünnet ne demektir? Hz. Peygamberin yaşadığı hayattan bizim elde edeceğimiz hâsıla; yani sonuçtur. “Peygamber ne dedi”, sorusunun cevabı hadisi, “Peygamberimiz ne demek istedi, biz bunu nasıl anlamalıyız” sorularının cevabı ise sünneti gösterir. Eğer bu anlama faaliyetini yapmazsanız bir süre sonra dinle mesafeniz açılır, ikiyüzlü davranmaya başlarsınız. Bu ne zaman sorun olmaya başladı? Hz. Peygamberle aynı kültürde, onun komşusu olarak yaşıyorsanız bu farkı hissetmezsiniz. Çünkü aynı kültür, aynı örf ve adet, aynı davranışlar sizin için gayet tabiidir. Ama farklı bir zaman, farklı bir kültür ve coğrafyaya geçtiğinizde bu sorun olmaya başlar. Öyle de oldu. Mesela Peygamberimizin eşi ve çok çalışkan bir sahabe Hz. Aişe, “Hz. Peygamber böyle demiştir ama bugün olsaydı böyle derdi. O öyle demiştir ama bugün bunu böyle anlamalıyız,” diyerek bugün bile bize yol göstermiştir. Peygamberimizi anlamak için esas soru şu; Peygamberimiz bugün olsaydı nasıl davranırdı? Şimdi demek ki hadisi anlamakla Hz. Peygamberi anlamak aynı şey değil. Günümüzün en büyük sıkıntılardan birisi budur. Hz. Peygamberi anladığımızı zannediyoruz, ama anlamıyoruz.
Günümüzün İslam anlayışında fıkıhçılardan ziyade ehli hadis düşüncesi, Maturidi düşüncesinden ziyade Eşari düşüncesi ağır bastığı için dar bir alana sıkışmış durumdayız. Yani o somut örneklerin her birini dinin kendisi zannetmeye başladık. Hâlbuki dinin bir tarihi var. Din o tarih içerisindeki bir diyalektik ilişkiydi. O ilişki içerisinde insanları götürmek istediği bir hedefi, bu hedefe yönelik bir rehberliği vardı. Biz o rehberliği yitirmeye başladık. Allah-u Teala “Artık yeter, bundan böyle hayatınızda hiçbir değişiklik olmayacak, böyle yaşamaya devam edin,” diyor zannediyoruz. İnsanlığın süreklilik içinde değişerek akmasını değil, yedinci yüzyılda durmasını istemiş gibi yapıyoruz. Hâlbuki kabile hayatı bitti, göçebe toplumu bitti, tarım toplumu bitti; büyük şehirler, metropoller kuruldu. Mal değişimiyle yapılan alış verişten para kullanımına geçildi. Cenabı Mevla bütün bunları biliyor. Peki, biz dini bu değişen şartlarda nasıl anlayacağız? “Din nedir sorusunu ciddiye almaz da her söyleneni olduğu gibi anlamayı din zannedersek bu sefer ikiyüzlü bir Müslümanlık ortaya çıkıyor; Geçmişe öykünen, geçmişte yaşamayı tasavvur eden, ama pratikte son derece modern bir hayat yaşayan Müslüman. Zamanla oluşan bu mesafe çift kişilikli güvenilmez bir Müslüman tipini ortaya çıkarıyor. Güvenilir Müslüman tipini yitirdik biz. Çünkü gerektiğinde içinde yaşadığımız devletin ve toplumun kurallarına uyuyoruz, gerektiğinde din zannettiğimiz şeylere uyuyoruz, gerektiğinde müftünün fetvası, gerektiğinde şeyhin cevazı; Artık kaç tane meşruiyet ölçümüz varsa… Doğruluk ölçülerimiz çok fazla olunca ihtilaflı bir Müslüman tipi ortaya çıkıyor. Yani dinle henüz nasıl bir ilişki kuracağımız, nasıl anlayacağımız konusunda zihnimiz karmakarışık. Günümüzde Müslümanların herhangi bir farklı fikri dinlemeye tahammülü yok. Her farklı görüş Allah’ın kitabına, peygamberin sünnetine ihanet, sapma, saptırma olarak yaftalanıyor.
Bütün Müslümanlar kendilerini korumak, daha iyi Müslüman olma çabasına girmek yerine işi gücü bırakmış, Allah kendilerine özel görev vermiş, “Sen benim dinimi koru, farklı düşünen olursa onlara hiç taviz verme” demiş gibi başkasının dindarlığıyla çok fazla meşguller. Hâlbuki bizim tarihimiz farklı anlayışların zenginliği ile dolu. Mezhepler, meşrepler, farklı kitaplar, farklı bakış açıları çıkmış. Kelamcılar çıkmış, fıkıhçılar, filozoflar, sufiler çıkmış. Kendi aralarında birinin ak dediğine diğeri kara demiş. Bu da normaldir. Bunların hepsi birer görüştür, yorumdur. Allah’ın kitabı, Allah’ın muradı, peygamberin sünneti dinin açıklamasıdır. Gazali, “Farklı düşünme imkanınız varsa o Allah’ın müsaadesi dahilindedir”, der. Yani bilgiye dayalı samimi yorumlardan her biri Allah katında eşit derecede muteberdir. Ayrıca, Gazali, “Allah’ın hükmü müçtehidin zannına tabidir”, der. Yani bu, Allah’ın hükmünü arıyorsan müçtehidin zannına bak demektir. Demek ki, Allah farklı düşünmemize imkân veriyor bunun için de farklı düşünüyoruz. Müslümanlar bugün hoşgörüsünü yitirdi; birbirlerine tahammül edemez oldu. Son aylarda dini içerikli yazılanlara bakıyorum; cennete kim gider, kim gitmez kavgası yapıyoruz. Cennet de Allah’ın, Cehennem’de Allah’ın. İstanbul’un fethinde Hristiyan din adamlarının yaptığı melekler erkek miydi, dişi miydi tartışmaları gibi; işi gücü bıraktık, “Ehli kitap cennete girer mi, girmez mi” yi tartışıyoruz. Bilgimiz dâhilinde bir konu değil. Bunlardan dolayı insanlar birbirini Kuran’a inanmamakla, taviz vermekle suçluyor. Herkes başkası üzerinden Allah’ın dinini korumaya çalışıyor. Hâlbuki Allah’ın dinine sen kendin için sahip çık. Başkasına karşı Allah’ın dinini müdafaa ederek öfke ve nefretle toplumu ayrıştırma, ötekileştirme. İlk günden itibaren ne olduysa bu yaklaşımdan oldu. Peygamberin damadı, dördüncü halife Hz. Ali’yi dindarlık sebebiyle, güya Allah’ın dinine sahip çıktıkları için öldürdüler. Dini anlama tarzımız, dini hassasiyetlerimiz, dini duygularımızın usulü, adabı, erkânı olmazsa sorun oluyor. Samimiyet her zaman yetmez, samimi duygularla insanlar birbirlerine zarar verebiliyor. Sen öyle düşünürsün, ben böyle düşünürüm. Yavaş yavaş bu toleransa ulaşmamız lazım. Bu kapsamda kimin cennete girip, girmeyeceği meselesi bir tartışmadır, bir yorum farkıdır der geçeriz.
Dinin Üç Ayağı Vardır: İnanç, İbadet Ve Ahlak.
İnanç Allah’la olan bağımızı belirler. İbadet, ona olan bağımlılığımızın simgesel davranışlarla gösterilmesidir ve Allah’ın belirlediği şekilde olur. Mesela oruç, sahurdan imsaka kadar olan süreyi içerir. Böyle yapmazsanız o oruç olmaz. İbadetler yoruma açık bir konu değildir. İbadet Allah’ın istediği şekilde yapılırsa ibadet olur. Ahlak da dinin sosyal hayata yansımasıdır. Bireysel olarak da toplumsal olarak da önemlidir. Ahlak bir bilinç halidir. Allah’ın bizi yarattığını ve düzelttiğini bilme halidir. Cibril Hadisindeki ihsanı hatırlayın, ihsan; bütün davranışlarımızı Allah’ın gözetiminde olunduğumuz bilinciyle gerçekleştirmek demektir. Din bu üç ayak üzerine oturuyor; inanç, ibadet ve ahlak. Onun dışındaki kuralların hepsi bizatihi din olmamakla birlikte sosyal ahlakla irtibatı ölçüsünde dinle ilişkilidir. İstediğinizi giyme, istediğinizle evlenme, istediğiniz kadar çocuğunuzun olması, köyde veya şehirde yaşamanız sizin tercihinizdir. Bunların her birinin bir ahlakı olması gerekir. Din o ahlakı düzenler. “Yemek yiyorsan bunu yerken olmayanları da düşünerek ye; birazını ye, birazını ver. Başkasını rahatsız etme, gösteriş yapma. Aranızda kötülükler varsa bunları önleyin”, der. İşte biz bu ahlakiliği yitirdik. Modern toplumun ahlakını üretmek zorundaydık onu da üretemedik.
İslam’a Uygun Fıkıh Mı? İslam’a Aykırı Olmayan Fıkıh Mı Üretmeliyiz?
Fıkhın üç parametresi vardır. Birincisi; geliştirilecek fıkhın kaynakla, yani kitap ve sünnetle irtibatının, uygunluk değil aykırı olmama esasına göre kurulmasıdır. İkincisi; fıkhın toplumla irtibatının kurulması gereğidir. Üçüncüsü ise; insanlığın ortak tecrübesiyle irtibat kurma zorundalığıdır. Müslümanlar günümüz fıkhını inşa ederken bu üçü arasındaki dengeyi kurabilmelidirler.
Din, toplumla diyalektik bir ilişki sonucu şekillendi. Mesela; Vahyin indiği topluma Allah hitap etti ve karılarınızı boşayacağınız vakit şu kurallara riayet edin diyerek kocanın boşama hakkına bir takım sınırlamalar, prensipler getirdi ve boşamayı düzenledi. Aynı devirde Hıristiyan dünyasında da, pagan toplumlar da benzer uygulamalar vardı; Erkekler boşuyor, kadınlar itaat ediyor, peki diyordu. Daha sonra yavaş yavaş bu hakkı erkeğin tek taraflı kullanmasının sorunlara yol açtığı görüldü. Osmanlılar hiç kitapta yeri olmadığı halde mahkemenin tefrik/ayırma yetkisini getirdiler. Dediler ki, bundan sonra boşama “kadı”nın huzurunda olacak. Sıkıntı çeken kadınlar da mahkemelere başvurabilecek. Dünyada başka gelişmeler oldu; Zamanla bu böyle olmuyor, boşama yetkisi adama da kadına da verilse sorun oluyor, en iyisi üçüncü bir kişi olarak mahkeme kurulsun, adalet böyle tecelli etsin denildi. İnsanlık böyle bir tecrübe yaşadı. Dine İslam’a karşı bir hareket olarak boşama yetkisini kocadan alalım denmedi. Çünkü kocada olmasının birçok avantajları olduğu gibi dezavantajları olduğu da görüldü.
İmam Şafii, İbn Haldun somut örnekler değil o örneklerle anlatılmak istenen mesajın din olduğunu söyler ama yine de baskın olan koruyucu yaklaşımdır. Çünkü o daha garantilidir ve öyle yapanlar daha dindar görülüyor. Aslında dinin hayatla irtibatını koparınca dini korumuş olmuyoruz. Aksine din kayıp gidiyor, onun farkında olmuyoruz. Bu çağda dini nasıl anlayacağız ve nasıl yaşayacağız sorusunu sormamak dine en büyük kötülüktür. Bu anlayışla geliştirilecek Müslümanların fıkhını her yerde inşa etmek zorundayız. Klasik fıkhın, klasik teorisinden dışarı çıkmadığınız sürece bu dünyaya verecek hiçbir olumlu mesajımız yoktur. Klasik fıkha bakarsanız insanların dinlerine göre vatandaşlık haklarını belirlemek zorundasınız. Buna göre; Kadın-erkek arasında cinsiyet ayrımcılığı, hür-köle arasında statü ayrımcılığı yaparsınız. Ötekinin özgürlüğü diye bir şey olmaz. Ama dünya bu anlayışları terk etti. Hâkim sınıfın, hâkim gücün, monarkın otoritenin verdiği özgürlükler yetmiyor artık. Zaten onu ne kadar vereceğinin de hiç bir garantisi yok. Kamusal alanı din ile inşa ederseniz kamusal alanda dini nasıl yorumladığınıza paralel bir kamusal alan özgürlüğü karşınıza çıkar. Devletin kişilerin yorumlarının kutsal sayılmayacağı bir düzleme geçmesi gerekiyor. Gazali “kişilerin, bireylerin yorumları kutsal değildir, tek hakikat değildir, her yorum aynı derecede eşit şansa sahiptir”, diyor. Ebu Hanife’nin “bu din bana da geldi” düşüncesini devam ettirmek gerekiyor. Her muhatap dini kendine göre yorumlamalı. Bu din onlara geldi, onlar ne anladılarsa din odur denemez. Onlar yetkiliyse biz de yetkiliyiz, sorumluyuz. İslam’ın kırmızı çizgilerini çoğaltmak dindarlık değildir. Tarihte yaşananları dondurup tekrar etmek, kölelik cariyelik gibi müesseseleri canlandırmaya çalışmak makbul olsaydı en dindarımız İŞID olurdu. İŞID İslam’a da, bize de, kendine de zarar veriyor. Dinden olmayanları da dine katıp her şeyi kutsallaştırıyor, donuklaştırıyor.
Ancak bunlar var diye klasik kaynaklardan kopmak da olmaz. Reformist ve modernist tavrın en büyük eksikliği geleneği sıfırlamasıdır. Katı gelenekçilerin de en büyük kaybı yaşadığımız çağı, insanlığın ortak tecrübesini görmemesidir. Kölelerin, cariyelerin olduğu, erkeklerin boşamasının iki dudak arasında olduğu vs. bir dünyada yaşıyorlar hala. Biz de bu ikisini birleştirelim, kaynaktan kopmadan çağın ihtiyaçlarını dikkate alalım, insanlığın ortak tecrübesinden de faydalanalım diyoruz. Mesela; Osmanlı döneminde erkeğin boşama hakkının mahkemeye geçmiş olması, İslam’ın kırmızı çizgisini ihlal midir, meselesi üzerinde düşünelim.
Burada fıkıh geleneği önemlidir. Fıkhın gelişmesini iki şey olumsuz etkiledi; Bir; Maturidi düşüncesinin çok fazla gelişme imkânı bulamamış olması. Örneğin Türkiye’deki insanlar kendini Maturidi zanneden Eşarilerdir. İkincisi de fıkıh geleneği yerine hadis düşüncesi; metinci, lafızcı okuma geleneğinin ağır basmış olmasıdır. Bu sürçte Hanefiler de ehli hadisin etkisinde kaldılar. Bu iki sebeple bunları rahat konuşma imkânı da yok. 15 yıl önce konuştuğumuzu bugün daha az konuşabilir olduk. Böyle olunca dini yaklaşımlarımızdaki gelişen taassup sekülerleşmeyi artırıyor. Sekülerlik arttıkça katı şekli dini kurallara bağlılık artıyor ancak ruh azalıyor. İslam dünyasının en önemli sorunu ulema sorunudur. İslami ilimlerin mevcut algılanma biçiminden başka bir ulema tipi de çıkmaz.
Dinin temeli ahlaktır, merhamettir, adalettir. Önemli olan bunu sağlamaktır. Şekil kültürle alakalı bir şeydir. Önemli olan tecrübenin sizi götüreceği yerdir. Hakkı, hukuku zayi etmeden adaleti koruyup yapmaktır. Günümüz fıkhı bunu gerçekleştirmek zorundadır.
Hazırlayan: Zeynep Karataş