Kur’an’ın Aslı İtibariyle Hitap Oluşunu Dikkate Almamanın Manaya Etkisi*

Hazırlayan: Yorum yapılmamış Paylaş:

Prof. Dr. Hasan Elik

16 Kasım 2016

Hazar Grubu; ufku açık, ilmî, dinî vb. önemli faaliyetlerde bulunan bir kuruluştur. Ben de davetiniz üzere bu güzide insanlar arasında bulunmaktan mutluluk duymaktayım. Bu programlardan inşallah faydalı sonuçlar hâsıl olur. Bu alanda faaliyet gösteren birçok kurum var. Ancak üzülerek belirtmeliyim ki, yarım asırdan beri gözlemlediğim birçok dinî faaliyete karşın, nitelikte dikkat çeken bir gelişme göremiyoruz. İslam adına bu kadar yoğun ve fedakârca çalışmanın karşılığı geldiğimiz noktadan daha iyi olmalıydı. Bunun sebeplerinden biri, bence Kur’an anlayışımızdır. Bu konuya dair görüşlerimi biraz sonra ifade edeceğim.

Çocukluğumdan itibaren Kur’an yolunun yolcusu bir fert olarak benim hikâyeme gelince; köyümde 6 yaşlarında Kur’an öğrenmeye başladım. 9-10 yaşlarımda Tokat il merkezinde Kur’an’ı (hıfzettim); sonra İstanbul’a gelerek dönemin önemli Hocalarından Arapça, Dinî ilimler (Kıraat, Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam, Mantık vb.) tahsil ettim. İstanbul İmam Hatip Okulu, ardından İstanbul İlahiyat Fakültesini bitirdim (İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü). Öğrenciyken Fatih Camii’nde görev aldım. 1977 yılında görevden ayrılarak, Kur’an’ı daha iyi anlamak için Mekke yollarına düştüm. King Abdülaziz Üniversitesi Arap Dili Enstitüsünü bitirip, Master ve Doktoradan sonra 14 sene süren bu ikamete son vererek İstanbul’a, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne dönüp Tefsir Anabilim Dalında Hocalık yapmaya başladım. Elinizdeki Tevhid Mesajı isimli Tefsirimiz, Mekke’deki gözlemlerimin, öğrendiklerimin bana fark ettirdikleri neticesinde oluşan bir çalışmadır. Orada geçirdiğim süre içinde, gözlemlediğim olaylar, tanıştığım kişiler, karşılaştığım ilim erbâbı beni; bildiklerimi (bana okutulanları) yeniden düşünmeye, araştırmaya sevk etti.

Mekke’deyken Hac ve Umre için oraya akın eden Müslüman toplumların durumunu gözlemledim. Dinî, siyasî, sosyolojik birçok tespitlerim oldu. Müslümanlar arasında, tevhid anlayışı başta olmak üzere; ibadette, dinî düşüncede, hayata bakışta, kadın erkek ilişkisinde bir sürü farklılık var. Vakıa bu. Halbuki bu durumu sahada gözlemlemeden önce kafamızda tek bir Müslüman prototipi ve tek bir İslâm anlayışı vardı. Bunlar beni Kur’an üzerinde yoğunlaşmaya ve O’na inananları anlamaya sevk etti. Farklılıkların kaynağı Kur’an mıydı yoksa beşerî sebepler miydi? sorusuna cevaplar aramaya çalıştım. Ayrıca Kur’an, benim için ne ifade ediyor, bana ne veriyor, ben O’nu nasıl anlayabilirim gibi sorulara da cevap aradım.

Diğer taraftan Türkiye’de ve diğer Müslüman toplumlardaki ilim erbâbınca Kur’an’la ilgili çalışmaları dikkatle takip ettim. Çeşitli vesilelerle Mekke’ye gelen Müslüman din bilginleriyle; örneğin, Mısırlı mütefekkir Muhammed Gazali, Muhammed Kutup ve Muhammed Mütevelli Şârâvî, Suriye asıllı Edip- Kâdî Ali Tantavî, Hindistan alimlerinden Ebu’l – Hasan En’-Nedvî vb. alimlerle görüşmeler yaptım. Keza Batıda İslâmla ilgilenen birçok alimle (örneğin; Fransız mütefekkir Garaudy, Türk ilim adamı Fuat Sezgin vb.) görüştüm, birçok kitap okudum. Ufkum genişledi, merakım arttı, soru soruyu takip etti. Görüşme fırsatı bulduğum bu alimlere sorular sordum, açıklamalarını dinledim, ama gene de tam ve doğru olarak Kur’an nasıl anlaşılır sorusuna yeterli cevap bulamadım. Sonunda anladım ki kendi zihnimi, yüreğimi devreye sokmadan Kur’an hakkında şahsî bir fikrim olmayacaktı. Şimdiye kadar okuduklarım, dinlediklerim hep başkasının Kur’an’dan kendileri için anladıkları idi. Bizatihî dinin kendisi değil. Halbuki biz, başkalarının okuttuklarını, yazdıklarını bizatihî din kabul ediyorduk. Bundan sonra fıtratı/ beşerî özellikleri ve çevre şartlarını, özellikle Kur’an’ın nüzul döneminin mutlaka devreye sokulması gerektiği kanaatini getirerek, fıtrata ve Kur’an’a yoğunlaştım. Arap dilinin şifahî / konuşma özelliklerine de muttalî olma imkanı bulmam, hitap olan Kur’an’ı anlamada bana yeni ufuklar açtı. Zira Kur’an’ı hitap olarak anlamaya çalışmakla kitap olarak anlamaya çalışmak, önemli anlam farklılıklarına sebep oluyordu. Bu kanaate ulaşıp, Kur’an’a bu gözle yaklaşınca O’nun; bildiklerimden, savunduklarımdan, bana öğretilenlerden çok farklı olduğunu anlamaya başladım. Halbuki genel yöntem; Kur’an’ı yazılı bir kitapmış gibi kabul ederek Tefsir etmekti.

Kur’an’ın nüzul döneminde hitap / konuşma olduğu, Hatibin Hz. Peygamber, sahabenin de dinleyici olduğu dikkate alındığında, Kur’an’ın anlaşılması için Arap yazı dilinin gramer özellikleri dışında, konuşma özelliklerinin de ne kadar önem arz ettiği anlaşılacaktır. Şayet Kur’an, hitap olduğu göz ardı edilip yazılı bir kitap gibi düşünülerek, anlaşılmaya çalışılırsa, nüzul döneminde söz konusu olmayan bin bir türlü mesele çıkar, her konuda ihtilaf çıkar. Nitekim nüzul döneminden sonra tarih boyunca Kur’an’ın bahsettiği neredeyse hiçbir konuda görüş birliği sağlanamıyor; İtikadî ihtilaflar, amelî ihtilaflar, ibadete dair ihtilaflar… Halbuki Kur’an’a hitap olarak muhatap olan ve nüzule şahit olan veya şahit olanlar vasıtasıyla onu öğrenen sahabe döneminde Kur’an’ın anlaşılmasıyla ilgili bir ihtilaf söz konusu değildi. İhtilaf; Kur’an’a kitap olarak muhatap olunan dönemdedir. Örneğin bunlardan biri, “nâsih”, “mensuh” meselesidir. Yani bir ayette bir hüküm var, başka bir ayette de aynı konuda görünürde öncekiyle çelişen başka bir hüküm var. Din bilginleri de bu çelişkiyi gidermek için önceki hükmü iptal (nesh) ediyor. Sonra nazil olan ayetteki hükmü geçerli kılıyor. Halbuki bu ayetler farklı zeminlerde ve farklı sebeplerle inmiştir. Bu sebepler ayetin nüzulüne şahit olanlar tarafından bilindiği için, o dönemde nesh diye bir durum söz konusu olmamıştır. Kur’an’ın inişine şahit olmayan sonraki Ulema ise, yirmi üç yılda peyderpey inen bütün ayetleri bir kitap içinde bir arada gördüğü, dolayısıyla zahiren birbiriyle çeliştiği için bunu ortadan kaldırmak üzere nesh yoluna gitmiştir. Şayet Kur’an’ı bir kitap olarak değil, hayatın değişik şartlarına göre farklı hitaplar bütünü olarak görselerdi, nesh yoluna gitmeyeceklerdi. Kur’an’ın tefsiriyle ilgili ihtilafların, farklılıkların sebebi bizce Kur’an’ın kitaplaşma öncesi keyfiyetini dikkatten uzak tutmaktır.

İlâhî kelamın benzer konularda farklı hükümler vaz etmesinin sebebi, yeryüzündeki şartların, sorunların, soruların farklılığıdır. Mekkî ayetlerle medenî ayetlerin içeriklerinin farklı oluşu, Müslümanların, müşrikler ve ehl-i kitapla ilişki biçimlerinin farklılığı da böyle izah edilebilir. Zira Kur’an, Nüzul döneminde yeryüzünün sorunlarına çözüm, sorularına cevaptır. Örneğin; “ey elçim Muhammed! sana kıyametin vaktini bilip bilmediğini soruyorlar. Sen de onlara de ki; onu Allah bilir” Ahzâb 33/63) “Sana haram aylarında savaşmanın hükmünü soruyorlar, sen de onlara deki; bu aylarda savaşmak büyük günahtır”. (Bakara 2/217)

O halde Kur’an’ı anlamak için O’nunla ilgili tasavvurumuzu yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor. Biz Kur’an’ın Allah’la alakasına, ilâhiliğine yoğunlaşırken, beşerle olan ilgi ve irtibatını göz ardı ediyoruz. Halbuki insanların maslahatını/ faydasını temin etmeye yönelik ilâhî bir lütuftur Kur’an. Gayesi, insanı ve değerlerini korumak, Tevhid yolunda yürümesini sağlamaktır. Dolayısıyla Kur’an; Menşei itibariyle ilahî, maksadı itibariyle beşerîdir.

Sahabenin, Hz. Peygamber’in ağzından kelam olarak dinlediği Kur’an, tâbiin neslinin elinde artık kitap oldu. Yani sonraki insanların Kur’an’a muhatap oluşuyla sahabenin muhatap olma biçimi aynı değil. Dolayısıyla bu, Kur’an’ı farklı anlamada çok etkin bir pozisyondu. Sahabenin Kur’an bilgisi; ayetin nerede, kiminle ilgili ve niçin indiğiyle ilgilidir. Bu bilgi, ilahî kelamın lafzından ziyade O’nun vasatıyla ilgilidir. Kur’an tefsirinde bu husus o kadar önemlidir ki, müfessir Taberî; Kur’an ayetlerinin; nerede, niçin, kiminle ilgili olarak indirildiğini bilmeyenlerin, O’nun tefsirinden uzak durmaları gerektiğine dair İbn Mes’ud’dan ve ilk dönem alimlerinden birçok görüş ve tespit aktarmaktadır. (bkz. Taberî, Tefsir, Mısır, 1968, I,36) Sahabeden sonra durum değişti. Deyim yerindeyse; ayetlerin doğuşuna şahit olanlar, dünyadan ayrıldıktan sonra artık Kur’an’ı, mushaf üzerinden anlama disiplini, yöntemi oluştu ve Mushaf etrafında farklı bir edebiyat, literatür gelişti. Bu durum halen bütün hızıyla devam etmektedir.

“İndirildiği Dönemin Işığında Kur’an Tefsiri” çalışmamız, Kur’an’ın hitabî özelliğini, dolayısıyla indirildiği dönemi dikkate alarak hazırlanmıştır. Bu, bizce çok önemlidir. O’nu tamamen bugünün gözüyle okumak bizi yanıltır, indirildiği dönemi esas alacağız. Şunu bilelim ki, Kur’an; herkesin, her dönemin anlayışına bırakılmış, her yoruma açık bir kitap değildir. Dolayısıyla ilk mana esas olup, bu mana her dönemin muhtaç olduğu temel değerleri içermektedir.

Nüzul döneminde Kur’an’ın ifade ettiği ilk anlam apaçık bellidir, ihtimalli değildir. İhtimallerin çoğalması, ilk mesajın bilinmemesindendir. Bir doğru bilinmediğinden onlarca, yüzlerce ihtimal göz önünde bulunduruluyor. Bir doğrunun cahili olanlar, bin yanlışın alimi oluyor. Şunu unutmamak gerekir ki, bu ihtimal ve ihtilaflar Kur’an’ın hususiyetinden değil, sonraki muhataplarının, nüzule tanık olmamasından kaynaklanmaktadır.

Bu açıklamalarımızdan sonra şimdi sözünü ettiğimiz Tefsirimizden Fatiha Suresinin tefsirini okuyalım:

İndirildiği Dönemin Işığında Fatiha Sûresi Tefsiri

“Rahmetiyle sayısız nimetler ihsan eden ve kulluk edilmeye lâyık yegâne mabut olan Allah’ın yardımıyla.

Allah bütün varlıkların yegâne yaratıcısı ve sahibidir. O, insanlara sayısız nimetler ihsan etmiştir. Dünyada ve ahirette O’ndan başka yardım istenecek kudret olmadığı gibi, O’ndan başka yardım edebilecek güç de yoktur. Kulluk edilmeye layık yegâne mabut O’dur. O halde O’nun nimetlerine şükrediniz ve sadece O’na kulluk ediniz. Ey Müminler! Size bu nimetleri ihsan eden Rabbinize şöyle dua ediniz: Rabbimiz! Sadece sana kulluk eder, müşrikler gibi başka varlıklardan medet ummayıp, yalnızca senden yardım dileriz. Bizleri; tevhid inancından sapıp, peygamberlere düşmanlık ederek ilâhî rahmetten mahrum kalan ve cezaya müstahak olanların durumuna düşmekten muhafaza eyle! Dünyada ve ahrette ilâhî rahmete ve cennet nimetine nail olan mesut kullardan olabilmek için daima tevhid yolunda sebat etmeye muvaffak kıl.” (bkz. İndirildiği Dönemin Işığında Kur’an Tefsiri, Tevhit Mesajı, M. Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları)

Bu çevirideki farklılıklar dikkatinizi çekmiştir. Özellikle Besmele’deki “Rahmân ve Rahîm” kavramlarının çevirileri. Rahmân ve Rahîm ifadeleri, Allah’ın sıfatları aynı zamanda kullarına yönelik fiilleri / işleridir. Fatiha ve bütün Kur’an yüce Yaratıcının insana lütfettiği maddi ve manevi nimetlerden, O’nun yaratma ve yaşatmasından bahsediyor ve insanları bunun farkında olmaya dolayısıyla Tevhit inancına çağırıyor.

Burada, “Allah’tan başka varlıklara ilâhî nitelik/ kutsallık atfedip, onlara ahirette kurtarıcı rolü veren müşriklere; “size bu hayatı onlar mı verdi de onları kutsuyor, Allah nezdinde şefaatçi kılıyor, adeta onlara kulluk ediyorsunuz” şeklinde hitap var. Anlaşılacağı üzere buradaki mesele tevhiddir. Nitekim Fahrettin Râzî de sûredeki : “iyyeke na’budu ve iyyâke nestaıyn” ayetini tefsir ederken, buradaki mana “lâ ilâhe illallâh” makamındadır der. Aslında bütün Kur’an; kelime-i tevhidin açılımıdır diyebiliriz.

Fatiha’yı tefsir ederken, daha doğrusu; ilk kaynaklara dayanarak nüzul döneminde ifade ettiği manayı aktarırken, bazı manaların lafzın zahirinde olmadığı dikkatinizi çekmiştir. Bunun başlıca sebebi, Resulullah’ın Fem-i Muhsininden (ağzından) çıkarken, ayetlerin içerdiği mananın, ilk muhatapların kolaylıkla anladığı iki boyutu vardı: Biri; ikâme ettiği, olumladığı mana, ikincisi de nefyettiği mana. İkame edilen mana genellikle lafzın içindeyken, nefyedilen mana arka plandadır. Bazen bu yer değiştirir. Buna göre; Fatiha’nın ilk ayetinde yer alan “Hamd Allah’adır” kısmı, ikâme edilen mana; “kutsadığınız başka varlıklara değil” kısmı da nefyedilen manadır. Bu hususu dikkate almazsak, mananın sadece bir boyutu ortaya konmuş olur ki, bizce bu eksiktir. Kur’an’ın lafzî çevirileri/ meal çalışmaları tamamen lafız odaklı olduğu için, genellikle bu mananın tek boyutunu ortaya koyduğundan, maksat tam olarak hasıl olmuyor ve bu durum yanlış anlamalara sebep oluyor. Bu hataya düşmemek için Arap dilini çok iyi bilmek yeterli olmamaktadır. Zira mesele sadece dil meselesi, Arap-Arap olmayan meselesi değil. Nitekim ana dili Arapça olan bir Arap dili uzmanıyla, yabancı bir Arap dili uzmanının Kur’an’ı (lafzan) anlamaları arasında pek bir fark yoktur. Hatta Arap olmayan bazı Müslüman alimlerin ve oryantalistlerin Kur’an’ı lafzan daha iyi anladıkları bilinmektedir. Buna rağmen bahsettiğimiz iki uzman grubu da kelimelerin lugavî manalarını anlar fakat mesajı anlayamaz. Zira mesaj sadece metnin içinde değil, metnin indirildiği dönemdeki olaylarda; Bedir’de Uhud’da Hicret’te ve Hudeybiye’de, muhataplarda, gündemdeki meselelerdedir. O halde Kur’an’ı anlamak için bu hususu dikkate almak kaçınılmazdır.

Soru: Hocam, Kur’an kendisini “mubîn” yani ne demek istediği açık olarak nitelendiriyor. Siz ise Kur’an’ın tam olarak ilk nesil tarafından anlaşıldığını söylüyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?

Bir olay en iyi onu yaşayanlar tarafından bilinir. Bir söz, en iyi konuşulduğu mecliste bulunanlar tarafından anlaşılır. Kur’an, indirildiği dönemde elbette mubîndi. Ebu Cehil de, Ebu Sûfyan da, mü’min de müşrik de O’nun ne dediğini gayet iyi anlıyordu. Zira Kur’an’ın ele aldığı konular, onlar için malum olan şeylerdi. O tarihten, o ortamdan uzaklaştıkça anlaşılması zor hale geldi. Örneğin, Kur’an’da “kâfirler” denilince o gün Hz. peygambere karşı çıkan, O’na husumet duyan müşrikler ve bazı ehl-i kitap kastediliyordu. Fakat şimdi herkesin ayrı bir kâfir tanımı var. Hatta Kur’an’a inananların bazıları dahi birbirine kâfir muamelesi yapıyor. Bazı müslümanların cephelerde birbirlerini “Allah Allah!” diyerek katletmelerine şahit oluyoruz. Bu menfur olayların arkasına bazı ayetleri koyanlar var. Bu ayetlerin lafzî anlamları da gerekçeleri oluyor. Kur’an’ın indirildiği dönemdeki anlamı göz ardı edilip O’na tamamen güncel saiklerle yaklaşmak, Kur’an’ın ruhuna aykırı sonuçların ortaya çıkmasına sebep olur. Şunu unutmayalım ki Kur’an; nüzul sonrası dönemlere mesajını, nüzul dönemindeki olaylar ve muhatapları üzerinden verir. Dolayısıyla Kur’an, ancak indirildiği vasat ve mübelliği olan Hz. Peygamberin uygulamaları üzerinden maksadına muvafık olarak anlaşılabilir. Aksi halde nüzul dönemindeki mana anlaşılamayacağından, sonraki dönemlerde anlama çabalarına mesnet de bulunamaz. Muasır İslam ulemâsının güncel meselelere doğrudan Kur’an üzerinden değil, O’nun nüzul dönemindeki anlamı üzerinden yorum/ tevil yaparak çağdaş sorunlara çözüm üretmeleri gerektiği kanaatindeyiz. Müfessir Matûrîdî’nin (ö. 333/944) konuyla ilgili görüşleri de bu istikamettedir.

Fıkıh- kelam vb. ilmî tecrübelerden de istifadeyle (onları aynen tekrar ederek değil) yeni bir yöntem geliştirilmelidir. Mesela Bakara 282. Ayetteki alışverişle ilgili şahitlik meselesini ele alalım: Bu ayetin gündeme getirdiği meselenin hikmetini anlayıp, ondan ilham alarak alışverişle ilgili şahitlik güncellenebilir. Söz konusu ayetin maksadı; şahitliği öne çıkarmak, kadın ve erkeğin şahitliklerinin denk olup olmadığını ortaya koymak mı yoksa alacaklı ve borçlunun zarar görmemesini temin etmek midir? Bizce maksat, araçsal değer olan şahitlik değil, hakkın korunmasıdır. Değişmez, evrensel hüküm de budur. Nitekim ayetin sonunda da bu vurgulanmaktadır. “Kimse zarar görmesin” Buna rağmen bu husus, neredeyse hiç gündeme getirilmeyerek şartlara, ihtiyaçlara göre değişebilecek şahitlik meselesi üzerine yoğunlaşılmış, iki kadının şahitliği bir erkeğin şahitliğine denk midir, değil midir? tartışmaları asırlardır sürmektedir.

Şunu iyi bilelim ki Kur’an, 13 yıl hitap ettiği Mekke toplumu ve 10 yıl hitap ettiği Medine toplumunun hayat hikâyesi ve yaşanmışlığı üzerinden insanlığa; fıtratına uygun olarak/tevhit çizgisinde hayatını anlamlı yaşaması için mesajlar veriyor; yoksa bütün insanların Kur’an’ın indiği dönemdeki toplumun hayatını aynen yaşamaları emrini değil. Doğrusunu Allah bilir.

Özeti Hazırlayan: Zeynep Karataş– Şule Elik Gevrek

*Prof. Dr. Hasan ELİK’in 16/11/2016 tarihinde Hazar Derneği’ndeki Tefsir dersinin deşifre edilmiş özetidir.

Önceki Yazı

Kur’an’ı Anlamada Samimiyet ve Mesaja Odaklanmanın Önemi*

Sonraki Yazı

İhlas Sûresi; Tevhid’e Çağrı*

Bunlar da ilginizi çekebilir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir