KONU: KADIN EMEĞİ VE ÜRETKENLİĞİ; ENGELLER, TECRÜBELER, FIRSATLAR VE ÖNERİLER
29-30-31 Ekim 2010
Kadın buluşmalarının 10. Sunu Bülbülzade Eğitim Sağlık ve Dayanışma Derneği’nin ev sahipliğinde 
Gaziantep’te gerçekleştirdik. 485 kişinin katıldığı Buluşmada 112 dernekte temsil edildi. Buluşmanın açılışında Gaziantep Valisi, Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı ve Fatma Şahin’in açılış konuşmalarını müteakiben Ev sahibi kurum adına konuşan Turgay Aldemir 10. Kadın Buluşmasının hazırlık çalışmaları hakkında bilgi verdi. Ardından Kadın Buluşmaları organizasyon komitesi adına sunum yapan Ayla Kerimoğlu Buluşmaların tarihçesini özetledi.
GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE KADINLARIN EMEĞİ VE ÜRETKENLİĞİ
Doç. Dr. Ayşen Gürcan (Aile ve Sosyal Araştırmalar Kurumu Gen. Müd.)
Dr. Alev Erkilet
Dr. Hidayet Şefkatli Tuksal
Doç. Dr. Ayşen Gürcan
“Kadın meselesi zor bir konudur ve bu konuyu konuşmak, çoğu zaman sorunu çözmemektedir. Bir sorunu tanımladığınızda, o sorunu tanımlama biçiminiz sorunun asıl kendisidir. Bu nedenle, sorunu çözmek için paradigmamızı değiştirmeliyiz bence. “ diyen Ayşen Gürcan, “Kadının hangi açılardan sorunu var diye baktığımızda geçmişten günümüze yoksulluk birinci, eğitim ikinci sıradadır. “ dedi. “Kadınlar olarak bizi en çok ilgilendiren ailedir. Kadın ve erkeğe bütünsel bakmadığımız sürece tam anlamıyla yol kat edilmemiş olur. Bu açıdan bence kadının eğitiminden daha çok erkeğin eğitimi önemlidir. Çünkü eğitimli erkeğin daha sorunsuz bir aile düzeni oluşturduğu tespit edilmiştir.” “Kadının yoksulluk algısında kendisinin değil ailesinin bir bütün olarak yoksulluk algısı vardır. Sosyal yardım alma konusunda alışkanlıktan öte imtina etme gibi bir durum söz konusudur. Yani yardım almayı bir alışkanlık haline dönüştürmekten çok, aldığı yardım konusunda onur yapıp bunu insanlarla paylaşmama gibi bir durumu var. Sonuç olarak; yoksullukla mücadelede STK’ların görevleri çok ağırdır. Kadınlara ulaşarak birimler oluşturmak ve kadının üretkenliğinin gözden düşmesine engel olmak, eğitim kalitesinin artırılmasına yardımcı olmak gerekmektedir.” diyerek sözlerini tamamladı.
Dr. Alev Erkilet
“Kendisine atıfta bulunduğumuz kavramları sorgulamamız gerekiyor. Kadının üretkenliği ve emeği dediğimiz zaman belli bir yere gönderme yapıyoruz. Aslında, zaten, kadın meselesinin belli bir perspektiften ele alınması, kadının emeği ve üretkenliği tartışmasını bizim gündemimize getiriyor. Kamusal alan kavramı, emek, üretkenlik kavramları Antik Yunan kanunlarına dayanmaktadır. Eski Yunanda ‘Agora’ kamusal alanın ana merkeziydi. Kamusal alan, Antik Yunanda sadece erkeklerin hükmünün geçtiği bir alandı. Çok önemli kararların alındığı alanlara, kadınlar, köleler gibi alınmazdı. Bu yapı, Ortaçağ Avrupa’sında silinir gibi olmakla birlikte, sanayi devriminden sonra yeniden gündeme gelmişti. Burada da kamusal alanda kadının yeri yoktu. Nerede vardı peki? 2 alanda vardı; Birincisi toplum içinde sanayide, ikincisi de evsel alanda. Kadın, emeği sömürülen ve aynı zamanda hakkı verilmeyen bir varlıktı.” diyen Alev Erkilet, son zamanlarda, kadınların kamusal alanın her yerinde yer alması için verilen mücadelenin ve kadın istihdamına dair verilen sayısal verilerden yola çıkılarak oluşturulan bakış açısının da, son derece modern ve seküler bir bakış açısı olduğunu ve sayısal rakamları arttırarak niteliksiz bir sayı artışının çözüm olmayacağını anlattı. Bugün, kadına dair sahip olunan bakışın, batının burjuva dönemindeki bakış açısından farklı olması gerektiğini söyledi: “Bizim, bugüne kadar meseleye bakarken kullandığımız literatür, aslında bize ait olan bir literatür değil. Kavramlar, bizim ihtiyaçlarımızdan yola çıkılarak oluşturulmuş kavramlar değil. Bunlar, Antik Yunan’a gönderme yapan veya Batı toplumlarının ihtiyaçlarına yönelik yapılan tespitler ve kavramlar. Biz, bunlarla, kadınların, özellikle müslüman kadınların sorunlarını çözemeyiz. Dolayısıyla benim de önerim, kadınların ne yapmak isteyip istemedikleri hususunda kendi kaderlerine sahip çıkmaları. İkinci olarak, müslüman bir toplum olduğumuz için ve tercihlerimiz islami bir hayat içerisinde şekillendiği için, islam düşüncesinin bize sunduğu örnekler doğrultusunda, tekrar bir kez daha içerden yorumlanması gerekiyor.” dedi.
Dr. Hidayet Şefkatli Tuksal
“Kadın emeğini ve üretkenliğini konuşmak kolay değil. Çünkü bu iş, paradigma meselesi, anlayış meselesi, dünya görüşü meselesi, anlayış meselesi, nerde olduğumuz meselesi… Türkiye öyle bir ülke ki, endüstri devrimini yaşamış kesimi de var, tarımsal dönemi yaşayan kesimi de var. Dolayısıyla şartların çok karma olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Ama ortak kesişme noktalarımız var. Hangi konumda olursanız olun, birincisi, her alanda kadının ataklığı ve üretkenliği irdelenmelidir. İkincisi, erkeğin eğitimi irdelenmelidir. Üçüncüsü ise kadının çalışması konusunu seküler ülkelerde olduğu gibi konuşamayız, çünkü bizim bir dünya görüşümüz var. Burda, aile içinde, kadın işi olarak görülen her şey anneden sorulmaktadır. Ailedeki hasta ve yaşlıların bakımı, sülale içi sosyal sorumluk yine kadında- annededir. Her an, bir iş yaparken diğer bir işi düşünmek ve organize etmekle meşgulüzdür. Hepimiz kent kadınıyız ama hala kış için hazırlık yapıyoruz; salça, kuruluk vs gibi. Ve para yönetimi de kocadadır nedense. Harcama yetkisi kadında değil erkeklerdedir. Çalışan kadının para yönetimi dahi eşindedir. Bu kadar sorumluluğu olan kadının bu şekilde kısıtlanması bir çelişki değil midir?” diye konuşmasına başlayan Hidayet Şefkatli Tuksal, islami çevrelerde ve islami kaynaklarda kadın emeğinin nasıl tartışıldığına değindi. Ailede kadın işi olarak nitelenen sosyal sorumlulukların tamamının takibi ve icrasından kadının sorumlu tutulduğunu anlattı. Ve şöyle devam etti: “İslam hukukuna göre, erkek, ne çocukların emeğine sahiptir ne de kadının emeğine ve kazancına sahiptir. Dolayısıyla bunlara el koyma hakkı yoktur. Kadın emeğinin karşılığı olan kazancını nasıl kullanacağına kendisi karar verir. “ diyen Tuksal, “Sonuç olarak, kadının ev içi emeğininin ekonomik karşılığı saptanmalıdır. Bu bazı ülkelerde saptanıyor. (Hollanda vs gibi). Bu ekonomik değer, kadın emeğinin karşılığı olarak tescil edilmelidir. Ayrıca, kadının evde ürettiği bu ekonomik değerle, kocasının dışarda çalışarak kazandığı gelir üzerinde kadın, erk sahibi olmalıdır, karar sahibi olmalıdır. Çünkü Kuran-ı Kerim’de Mümtehine – 12 ayetinde, Hz Peygamberin kadınlardan nasıl biat aldığı ve onları nasıl siyasi bir aktör olarak kabul ettiği görülüyor.” diyerek konuşmasını tamamladı.
SİVİL TOPLUM KURULUŞLARINDA KADINLARIN EMEĞİ VE ÜRETKENLİĞİ
Moderatör: Sümeyye Erdoğan
Nesrin Semiz (Başkent Kadın Platformu)
Rabia Aldemir (Bülbülzade Eğitim, Sağlık ve Dayanışma Vakfı)
Neslihan Akbulut (Ak-Der)
Sümeyye Erdoğan
“Savaş söz konusu olduğunda akla ilk gelen erkeklerdir. Ama vatan müdafası söz konusu olduğunda en az erkekler kadar kadınların da cephede yer aldığını görüyoruz. Sadece Kahramanmaraş ve Gaziantep’te, Kurtuluş Savaşı’na katılmış ve gazi ünvanını almış, 164 kadın bulunuyor. Bunun dışında Kurtuluş Savaşında 64 kadının da savaşarak şehit olduğu resmi kayıtlarda yer alıyor. Konumuz Sivil Toplum Alanında Kadının Emeği ve Üretkenliği. Esasen, Kurtuluş Savaşını hatırlatarak başladığım sunumumda, tarih içindeki yolculuğun da etkisiyle, kadın meselelerine ilişkin bir eleştiri/ özeleştiri de yapmak istiyorum. Türkiye’de kadın meseleleri konuşulurken ciddi bir terminoloji karmaşası yaşandığını düşünüyorum. Mensubu olduğumuz medeniyetin ve bu toprakların tarihinin, kadını toplumda nispeten çok daha farklı bir konumda tuttuğunu görüyoruz. Batı medeniyetinden aydınlanma dönemini çıkardığınızda, çok az sayıda kudretli kadının var olduğunu görüyoruz. Bizdeyse, Büyük Selçuklu Devletinden tutunuz, Cumhuriyet Dönemine kadar nice kadın, devlet işlerinde, sanat ve edebiyatta önemli roller üstlenmişlerdir. “ diye sözlerine başlayan Erdoğan, “Türkiyeli kadının sivil toplum örgütü ile ilişkilerinin ayrı bir sosyolojik bağlamda incelenmesinin isabetli olacağı kanaatindeyim” dedi. “Türkiye’nin dirayetli kadınlarının, tarih boyunca yaşadığı onca acıdan, trajediden çıkardığı derslerle, geleceği çok farklı şekilde aydınlatacağına inanıyorum. Kadın birlikteliği ve sivil toplum çatısı altında güç birliği, bu aydınlanmayı daha da hızlandıracaktır” diyerek sözlerini tamamladı.
Rabiya Aldemir
Hanım Komisyonu Başkanı olduğu Bülbülzade Eğitim, Sağlık ve Dayanışma Vakfı özelinde yaşadığı tecrübe ve sıkıntılardan bahseden Rabia Aldemir sözlerine şöyle başladı: “17 yıl önce 40 kişiyle başlayan yardım kervanımız şu anda 48000 kişiye ulaşmış durumda, çalışanlarımız ise 150 kişiyi aştı. Zamanla bu insanlar için daha fazla ne yapılabilir diye düşündük hep ve sürekli yeni şeyler yapmaya, yeni kaynaklar bulmaya gayret gösterdik. Hepimiz gönüllü katılımla yeri geldi eşimizi, yeri geldi çocuklarımızı ihmal ederek yeni yeni projeler gerçekleştirdik. Sanki yedim camiinden esinlenerek, sanki harcadım kumbarası yaptık ve her ay bir yetimin giderini karşılayacak birikimler yaptık birey birey. Yan gelip yatarak, kendimiz için çalışarak salihlerden olunamayacığını bilerek, yardımın ve eğitimin yalnızca erkeklerin sorumluluğuna verilmediğinin bilinciyle yaptık her hareketi. Tüm çocukları Allah’ın bir emaneti bilerek her hafta 6-12 yaş çocuklara evde karakter eğitimi vererek yüzlerce çocuğa ulaşıyoruz.” dedi. Sivil toplum kuruluşlarında gönüllü olarak yer alan kadınların yaşadıkları sıkıntıları da şöyle anlattı: “Bu kadınlar, ailesi ve toplum tarafından teselli görmez, hep eleştirilir. Sanki başka bir iş yapamadığı için bu işleri yapıyor muamelesi görür. Oysa bu işleri yapanların çoğunda olduğu gibi, Kuran’ın kendilerini muhatabı kabul ettikleri için, direk ayetlerden aldıkları ilhamla yetim çalışamlarına, yoksullarla ilgili çalışmalara, eğitimle ilgili çaışamalara başladılar.” dedi. Dünyayı ıslah etmek, değiştirmek ve düzeltmekle görevli olduklarını, bunu da birey olarak yapmanın mümkün olmadığını, en güzel STK’larda yapılabileceğini söyledi.
Nesrin Semiz
Nesrin Semiz, Başkent Kadın Platformu özelinde, fikir ve politika üreten sivil toplum kuruluşlarında görev alan kadınların yaşadıkları sıkıntılardan ve tecrübelerden bahsettiği konuşmasında, diğer klasik vakıf ve dernek çalışması yapan kuruluşlara ek olarak bazı zorlukların yaşandığını şöyle dile getirdi: “Başkent Kadın Platformu, diğer birçok sivil toplum kuruluşundan farklı olarak, elle tutulur, gözle görülür, bir yardım faaliyeti, eğitim faaliyeti gibi çalışmalar yapmıyor. Bir yerde, anlatılması çok zor olan işler aslında. Çünkü yaptığımız, yapmaya çalıştığımız birçok şey, bugünden yarına kendisini hemen gösteren şeyler değil, tarihe not düşüp ilerleyen zamanlarda anlaşılabilecek işlerle uğraşıyoruz. “
Sivil toplum kuruluşlarında görev alan kadınların, görünmeyen emeklerinin, harcanan zaman ve dökülen alın terinin yanısıra, aynı zamanda aile ve çevrelerine karşı da sürekli bir savunma mekanizması geliştirmek zorunda kaldıklarından bahsederek konuşmasına şu cümlelerle devam etti: “STK’larda çalışmak aynı zamanda bazen aileyle ters düşmektir. STK’larda çalışan kadınlar para kazanmaz, bilakis para harcar, emek harcar, zaman harcarlar. Aynı ev kadınları gibi, emeği görünmeyen işler yapmaktadırlar. Hem de bunun 2 katı kadar nerdeyse… STK’da çalışan bir kadın, hem evde çalışır hem dışarıda çalışır ama “ne yapıyorsun” sorusuna cevap veremez. ‘Biz elde bir sevap işlemiyoruz’ diyor Hidayet Tuksal. Stk’larda görev alan insanlar hep mayınlı arazide gezer gibidir.” diyerek şöyle devam etti: “Ama aynı zamanda, Sivil toplum kuruluşlarında çalışmak, kadının tabiatına o kadar uygun bir şeydir ki, kadın, özünde karşılıksız fedakarlık yapan, ince düşüne bir varlık olduğundan, STK’ların vazgeçilmez unsurudur. Çünkü özveriyle ve hiçbir şey beklemeden çalışır.”
Neslihan Akbulut
Neslihan Akbulut, sivil toplumun batılı ve o nedenle modern ve sekülere referans veren bir kavram olduğunu, ama bu topraklarda, dini inançlarımızda ve geleneklerimizde de var olan bir işleyişin devamı, yani vakıflar ve dernekler şeklinde tezahür ettiğini söyleyerek sözlerine başladı. Bunun batıdaki sivil toplumla aramızdaki farklardan en önemlisi olduğunu söyleyerek şöyle devam etti: “Kapitalizmin gelişimi ile emek artık alınıp satılan bir meta haline geldi. Alınıp satılan bir değer olarak emek, pazar ekonomisinin dışında, sivil toplum alanında gönüllü bir hizmete dönüşmektedir. Bu nedenle de hem kadın hem erkekler için sivil toplumda emeğin çok da fazla görünür kılınmaması sorunundan bahsedebiliriz. Özellikle, sosyal hizmetler alanında daha görünür olan emek ve üretkenlik, mesela insan hakları alanında verilen bir hizmette daha az görünür kalmaktadır. Bu genel duruma kadınlar özelinde bakarsak, sivil toplum alanında yoğun bir kadın emeği olmasına rağmen, sivil toplum kuruluşlarının yönetim kademesine baktığımızda çok az kadına rastlamaktayız. Bu alanda zaten var olan emeğin görünmezliği sorunu, karar mekanizmalarında kadınların yer almaması gerçeği ile birlikte kadınlar için daha çok söz konusu olmaktadır. Sivil toplum alanında bu tablonun ortaya koyduğu sonuç; yoğun kadın emeği olan bir alan olarak sivil toplum kuruluşunda kadın emeğinin daha az görünmez olmasıdır. “
GÜNEYDOĞU GERÇEKLİĞİ VE GÜNEYDOĞUDA KADINLARIN EMEĞİ VE ÜRETKENLİĞİ
Moderatör: Emine Uçak Erdoğan (Yazar)
Seylan Mungan (Mardin Kadın Eğitimini ve İstihdamını Destekleme Derneği)
Şilan Timur (Yeryüzü)
Hilâl Kaplan (Taraf Gazetesi Yazarı)
Emine Uçak Erdoğan
“Güneydoğu ve kadın kelimelerine, feodal yapı, kumalık, eğitimsizlik, yoksulluk gibi birçok olumsuzluk atfediliyor. Böyle bir olumsuzluğun olduğu yerde emekten, üretkenlikten pek bahsedilmiyor. Aslında bu da Güneydoğu’yla ilgili bilinen çok kötü bir yanılsama. “ diye sözlerine başlayan Erdoğan, Güneydoğulu biri olarak kendi yaşamından ve tecrübelerinden yola çıkarak, aslında bahsedilen bu ataerkil yapının önceleri oldukça anaerkil olduğunu dile getirdi. Ve erkek ve kadın arasında, komşular ve akrabaları arasında da emek ve üretkenlik konusunda, yaşanan sıkıntılar konusunda bir iş bölümü olduğunu söyleyerek sözlerine şöyle devam etti: “Bir kadının burda yapı içinde kendini yalnızlığa itmesi çok zordu. Ancak bu durumun bu şekilde devam ettiğini söylemek çok zor. Çünkü özellikle, ben buna ‘zorunlu göç’ demiyorum ‘zorla göç’ diyorum, ki ilk olarak Ümit Fırat bu kavramı ortaya atmıştı. Zorunlu göçte biraz daha naiflik var. Aslında zorla göç denilmesi gerekir. Bu zorla göçle kadınlar başta olmak üzere, kürt toplumunun genetiği değiştirildi, direkt savaşın etkilerine maruz kaldılar. Evlatlarını kaybettiler, kocalarını, kardeşlerini kaybettiler yahut yaralandığına şahit oldular, komşuları yerlerinden edildi. Kendileri de hiç bilmedikleri, alışmadıkları bir şehrin varoşuna mahkum oldular. Haliyle komşuluk bitti, üretkenlik bitti. “ diyerek “zorla göç”le şehirlerinden koparılan ailelerin ve özellikle kadınların omuzlarına nasıl ağır bir yükün bindiğinden bahsetti. “Eğer güneydoğu gerçekliğini kabul etmek istiyorsak ve normalleşmesini istiyorsak, zorla göç meselesini iyi tahlil etmemiz gerekiyor.” dedi. “Bana göre devletin, zorla göçü bir program dahilinde kabul etmesi gerekiyor ve bu insanlardan öncelikle yerinden edildiği için özür dilemesi gerekiyor. Ve bunun çözümü ve rehabilitesi için çalışmalar yapması gerekiyor.” diyerek sözlerini tamamladı.
Seylan Mungan
Seylan Mungan, konuşmasına Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin sosyo – ekonomik yapısıyla ilgili istatistik veriler sunarak başladı. “Eğitim seviyesinin yükseltilmesine yönelik çabaların istihdama katkısı tartışılmaz elbette, ancak ihmal edilen bir nokta da kültür ve kültürel değerlerdir. Yaygın eğitim yoluyla veya geleneksel yollarla kazanılan becerinin ekonomik alanda değer yarattığı bir gerçektir. Bireyler, üyesi oldukları alt toplumun kültürel özelliklerini kişiliklerinde barındırdığı, etnologların üstünde buluştuğu bir olgudur. Sahip oldukları kültürü sistemlere taşıyan bireylerin birikimiyle oluşan ‘örgüt kültürü’ sistemin kimliğini oluşturur. Az gelişmiş bölgelerde yöresel dokunun sisteme taşınması bir sorun değil aksine avantaj olarak görülmelidir. Nitekim bölgedeki uygulamalarda kültürel özelliklerini olduğu gibi sisteme taşıyan örgütlerin başarılı olduğunu uygulamadan biliyoruz.”dedi. Bölgedeki kadınların, işgücüne katılım oranlarından bahsederek, kadınların sosyal ve ekonomik yönden desteklendiği ve güçlendirildiği merkezler olan Çatom’lar hakkında bilgi verdi. “Yerel topluluğun katılımına ve kuruluşlararası işbirliğine dayalı ÇATOM modelinin yaratmış olduğu çarpan/ çoğaltan etki ve toplam fayda; katılımcı toplum kalkınması temelli kalkınma projeleri için haklı bir dayanak/zemin oluşturmuştur. “ diyen Mungan, son olarak, Güneydoğu’daki kadınların Kamu, STK ve Kooperatiflerdeki çalışmalarıyla ilgili bilgiler verdi:“Elbette ki kadının güçlenmesi salt para kazanması ile ilgili değildir. Kadınların güçlenmesi sosyal, toplumsal, ekonomik, politik, kültürel ve yasal boyutlarıyla ele alınmalıdır. Birbirini tamamlayıcı programların geliştirilmesi ve uygulanmasıyla, kadın emeğinin gelire dönüştürülmesi bunun sürdürülebilmesi mümkün olabilir. “
Şilan Timur
Güneydoğu meselesi konusunda, Türkiye’de, cennetle cehennem arasında ufak bir çığlık olduğuna ve bu ufak çığlığın aslında sanıldığı kadar uzak olmadığına, bugüne kadar meydana gelen birçok olayda yakinen şahit olduğumuzu söyleyerek konuşmasına başlayan Şilan Timur, oluşturulabilecek ortak bir dilin buna engel olacağını ve bu çığlığı yarıda keseceğini söyledi. Kendi içinde farklı siyasal yaklaşımlar ve inanışlar barındıran Buluşan Kadınlar Grubunun, yenilme, oy kaybetme, yanlış hamleler yapma, kavganın bir tarafında yer alan pozisyonunu kaybetme gibi kaygıları olmadığı için, şoven ve saldırgan bir yapıdan uzak, ortak bir dil kurabileceğini düşündüğünü dile getirdi. Toplumsal travmaların her iki halkta da bıraktığı derin izlerin, militarist zihniyetin kullandığı savaş diplomasisinin dilinin ve farkedilmese de çoğu kişinin bilinçaltına sızan, Saidi Nursi’nin de değindiği menfî milliyetçiliğin, bu ortak dilin önündeki en büyük engeller olduğunu söyleyerek, ortak dilin sahip olması gereken özellikleri şöyle sıraladı: “Kuran vahyinden beslenmiş olması, mutlak adaletin bu dünyada hiçbir zaman gerçekleşemeyecek olmasından dolayı, ‘mümkün adalet’ anlayışının hukuki, siyasi, toplumsal, ekonomik ve kültürel tüm alanlarda hakim olması, her iki halkın da geçirmesi muhtemel bir cinnet halinin bugüne kadar önüne geçen ümmet anlayışına dayanması, hiçbir kimliğin diğerine karşı baskı unsuru olarak kullanılmaması, tarafların ‘kendi için istediğini kardeşi için de istemek’ düsturunu unutmaması ve son olarak bu konuda söz söyleyen her kişiyi, ‘milliyetçi / asimilasyona uğramış’ şeklinde etiketlendirmeyen bir dil olması gerekiyor” dedi.
Hilal Kaplan
Hilâl Kaplan, Güneydoğuda kadınların yaşadığı belli başlı bazı sıkıntılara dair istatistik verilerle konuşmasına başladı. Bölgedeki kadın profilinin diğer bölgelere nazaran daha problemli bir profili olduğunu ve aksi durumda olanlarınsa pek görünürlüğünün olmadığını söyledi. Özne durumunda olan kadınların da daha çok, siyasi alanlarda varolduğunun göründüğünü ve her ne kadar siyasal bir özne olarak anılıyorlarsa da kendilerine kötücül bir öz atfedildiğini ve neredeyse şeytanileştirildiğini anlattı. Bölgedeki feodal yapıdan ve ona karşı girişilen savaştan da bahseden Kaplan, bu savaşta en çok mağdur edilen tarafın yine kadınlar olduğunu söyleyerek sözlerini şöyle tamamladı: “Milliyetçi hassasiyetler müslümanlarda bu kadar neşvü nema bulduysa bunu problematize etmemiz gerekiyor. Kürtçe uzun zamanlar yok sayıldı. Yeni yeni kürt kelimesini kullanmaya başladık. Ama dillerimiz ve renklerimiz Allah’ın ayetlerinden. Kuran yere düştüğünde bile kalbimiz yerinden oynar, yerden öper alır kaldırırız, Allah’ın ayeti var içinde diye. Kürtçe bu topraklarda bir paspas yerine bile konmadı. Bu şekilde tahribe uğrayan bir dil. Bunu sahiplenmek için geç kaldık ama bu vakitten sonra yapılabilecekler üzerine, bu milliyetçi söyleme ikna olmamak, olabildiğince onu sorgulayan pozisyonunda olmak konusunda yapılabilecek çok şey var. Yeter ki öğrenmeye açık olalım, ezberlerimizi biraz bozmaya açık olalım. Son olarak hepimze yol gösterecek bir ayeti kerime ile bitirmek istiyorum: “Kim barışı sağlarsa onun mükafatı Allahtandır.”
30 Ekim Cumartesi 2010 (2. Gün)
SİYASETTE KADINLARIN EMEĞİ VE ÜRETKENLİĞİ
Moderatör: Fatma Bostan Ünsal (Siyaset Bilimci)
Ümmü Gülsüm Avcı (Ak Parti Gaziantep Kadın Kolları Başk.)
Hayrünnisa Kökbıyık (Halkın Sesi Partisi Kurucular Kurulu Üyesi)
Fatma Bostan Ünsal
Fatma B. Ünsal Moderatör olarak katıldığı oturumu genel olarak değerlendirirken
“Siyaset konusundaki kadın emeği başlığı altında genellikle kadınların hemcinslerinin iki yüz yıl önce aldıkları “eşit vatandaşlık ve oy hakkı”ndan bahsedilir daha ziyade. Biz burada dindar Müslüman kadınlar olarak, Batı ve İslam dünyasını siyaset açısından çok genel bir okumaya tabi tutarak bazı sonuçlara ulaştık. Batı dünyasının felsefi öncülleri olarak gösterilen eski Yunan ve Roma döneminin politik, dini, ticari her türlü faaliyetin geçtiği “Agora”da sadece “hür erkekler” temsil edilmişken, İslam Dünyasında agoranın işlevine benzer işlev gören camide “köleler, kadınlar, çocuklar” yer almasına rağmen, tarihi gelişim süreci içinde Batı dünyasının kadını ikincil gören anlayışından farklı bir toplum yaratmaya maalesef muktedir olamadı. Hatta Batı dünyasının sufrajet (oy hakkını savunan kadınlar) gibi akımlarının global düzeyde etkisiyle Müslüman toplumlarda kadınlar için bazı olumlu adımlar atıldı” diyerek Türkiye siyasetinde kadınlarımız arasındaki eşitsiz durumdan da bahseti: “el’an kadınlarımızın %60-70’ini oluşturan başörtülü kadınlar sadece “seçme” hakkına sahiptir, temel haklardan olan “seçilme hakkına” sahip değildir ve bu durum aslında Türkiye’deki herkesin “seçme” hakkı”nı kısıtlamaktadır ve tüm Türkiye halkının küçük düşürülmesi anlamına gelmektedir. Bu çerçevede imzalamış olduğumuz uluslararası bir anlaşma olan CEDAW (Kadına Karşı her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi) Sözleşmesi doğrultusunda kadının durumu ile ilgili tespitlerde ve tavsiyelerde bulunan CEDAW Komitesi’nin Türkiye’den “eğitim, iş hayatı, sağlık, siyaset ve sosyal yaşamda başörtüsü kullanımı üzerindeki yasağın etkisini değerlendiren çalışmalar yapmasını ve yasağın her türlü ayrımcı sonuçlarını önlemek için önlemler” almasını talep ediyoruz. Kadının siyasette bulunmasının tek yolu Meclis’de temsil olmasa da siyasette olmanın en görünür alanlarından biri olduğu için tüm siyasi partileri Türkiye’deki başörtülü kadınların Meclis’te temsil edilmeme anomalisine son vermeye davet ediyoruz. Ayrıca, siyasi partilerin bu konuya ilgisiz kalma ihtimaline karşı demokrasinin çok çeşitli mekanizmalar sunduğundan hareketle başörtülü kadınlarımızın bu anomaliye bizzat son vermeleri için bağımsız adaylık dahil diğer seçeneklerin var olduğunu hatırlatıyoruz.”
Ümmü Gülsüm Avcı
Akparti Gaziantep Kadın Kolları İl Başkanı olarak katıldığı toplantıda, partisinin kadın politikalarından bahsederken son dönemde kadının temsili hakkında ilerleme sağlanması için gerekli çalışmalar yapılıp hayata geçirildiğinden, parlamentoda gerçek anlamda kadının emeği ve siyasette etkin hale getirlmesi ile ilgili komisyon ve kanunlardan bahsetti.
Belediyelerde ve yerel yönetimlerde mağdur kadınlara yönelik sosyal beldiyecilik anlayışından ve uygulamalarından da bahseden Avcı, kırsal kesimlerde yaşayan kadınların üretkenleştirilmesi ile ilgili kanunlar ve sosyal, kültürel faaliyetler yaptıklarını anlattı. Kadınların katılım ve görünürlüğü konusunda Gaziantep’in ayrıcalıklı olduğunu söyleyen Avcı,“Gaziantep ili olarak 2 kadın milletvekili bulunmakta, partinin birçok aşamasında kadın aktif hale getirilmektedir.”dedi.
Hayrunnisa Kökbıyık
Saadet Partisi GİK Eski Üyesi ve şimdi de Halkın Sesi Partisi Kurucular Kurulu Üyesi olan Hayrünnisa Kökbıyık, kadınların sosyal ve siyasal alanda yeterli ölçüde temsil edilmediklerini, bunun için yeterli kanalların açılmadığını savundu. “Çok ciddi ve köklü bir geleneğimiz olduğu halde, hala istenilen yerde değiliz” diyen Kökbıyık, kadınların aktifleştirilmesi anlamında bir sürecin artık ciddi anlamda başlatılması gerektiğini söyledi. “Kadının aile yapısı içindeki temel taş olma görevini göz önünde bulundurmak gerekiyor” diyen Kökbıyık, “İnsanları yönetirken ve toplumları ileri taşırken hangi amaç ve hedeflerimizin olması gerektiğini düşünmeliyiz. Bu amaç, öncelikle adil ve yüksek idealler için saptanmalıdır” dedi.
Siyaset alanında kadınların broşür taşıyıp parti tanıtmaktan ileri gidemediği özeleştirisini de yapan Kökbıyık, içinde yaşadığımız toplumun dertleriyle dertlenip, sosyal sorunların, törenin getirdiği olmsuzlukların ve tüm sosyal yapılanmanın göz önünde bulundurulduğu bir tarzda siyaset yapmak gerektiğini anlattı.
İçgüdüsel hassasiyetleri, fedakârca duyguları ve hesabî değil hasbî hareket edebilmeleri gibi özellikleriyle kadınların siyaseti dönüştürücü etkilerinden bahsetti.
MEDYA ALANINDA KADINLARIN EMEĞİ VE ÜRETKENLİĞİ
Moderatör: Ayşe Böhürler (Yeni Şafak Gazetesi Yazarı)
Nihal Bengisu Karaca (Habertürk Gazetesi Yazarı)
Ayşe Keşir (Ak Parti Gen. Mrk. Kadın Kolları Tanıtım ve Medya Bşk./ Gazeteci, Yazar)
Halime Kökçe (Yazar)
Ayşe Böhürler
Kadınların üretkenliğinden bahsederken medyayı göz ardı etmemek gerektiğini söyleyen Ayşe Böhürler, medyanın gücünün olumlu şekilde kullanılırsa, bu konuda gerçek anlamda ilerleme sağlanacağını söyledi. Ve “medyada cinsiyet ayrımından sonra Avrupa’da yaşlılık ve şişmanlık da tartışılır hale geldi. Kıyafet ayrımcılığı ise Türkiye’de ve İran’da hâlâ sözkonusu…. Kadınlara ilişkin haberlerin yarısı magazin. Show amaçlı medyada kadın kimliği ve sorunlarıyla ilgli haberlerde kadın yer almamaktadır. Kadın medyanın ya mutfağında ya da magazin ve show kısmında yeralmakta.” dedi. Kadınların en fazla yer aldığı medya grubunun radyolar olduğunu anlattı. Haber sunucularından, 10 kişiden 1’inin kadın olduğunu ve kadınların haberlerde genelde ‘mağdur’ olarak yer aldığını aktardı. Ayrıca, ünlülerin ve medyatik kadınların haber konusu olduğunu söyledi. Politik haberlerinse yalnızca % 14’ünde kadınların yer alabildiğini anlattı. Uzmanlıkta, erkek, kadın, genç, yaşlı ayrımının yer aldığını ve yaşlı kadının neredeyse hiç yer bulamadığını söyledi. Kadının ya ‘kurban’ olarak ya da ‘meta’ olarak kullanlan nesne- obje konumunda yer aldığından bahsetti.
Ayşe Keşir
Ayşe Keşir konuşmasında: “Kır kökenli dindar muhafazakârların göçle kente gelmesi, çocuklarını şehirde okutup büyütmesiyle son iki kuşaktır “kentli dindar muhafazakârlıktan” söz edebiliriz. Kentleşmeyle birlikte dindar muhafazakâr kesimin çocukları, gazete, TV ve farklı sanat dallarına olan ilgileriyle yeni mesleklere yöneldiler. Dün dindarlığın ölçüsü sayılan TV daha on – onbeş yıl geçmeden bu kesimin çocuklarının ekmek kapısı oluverdi. Kızların farklı mesleklere yönelmesi ise, İHL’lerin yaygınlaşması ile oldu. “Başörtülüler çoğalıyorlar, heryerde varlar” eleştirisi yapanlar, kız çocuklarının İHL’ler ile okullaşma sürecine yoğun bir şekilde katılmasını ne yazık ki göremediler. Çok kanallı TV döneminde bu kesimin işverenleri TV işletmeciliğine başlayınca “dindar TV” kuruyoruz iddiaları daha birkaç yıl geçmeden “seyircisi olan sarışın yüz” arama kaygılarına bıraktı. Bu sektörde de yetkinlik diğer mahallenin kızlarına yakıştırıldı, üstelik bizim kızlar bu mesleği seçtiği için horlandılar ve “bizden başka çalışacak yeriniz yok” diye emekleri sömürüldü. Basın iş kanuna göre istihdam edilenlerin sayısı bir elin parmağını geçmeyecek kadar az… Çok kanallı TV ve bilişim teknolojisinin gelişimiyle medya sektörü yeni kavramlar da kazandı. “TV haberciliği” girdi hayatımıza önce, daha sonra da “internet yayıncılığı, internet haberciliği”…
Bilişim sektörünün gelişmesi ve yeni medya düzeninin oluşması, genç kuşaklar için yeni mesleki alanlar açmakta. Artık “blog” sahibi herkes, internet üzerinden gazetecilik veya TV yayını yapma imkânına sahip. Bu durum bilgi kirliliği riski taşımakla birlikte, çeşitlilik ve çok seslilik adına fark yaratma imkânı sunmaktadır.” dedi.
Halime Kökçe
Yazar Halime Kökçe, medyadaki kadın istihdamının arttığını, fakat yine de, kısa sürede medyada % 50 olmasa da %50’ye yakın olması gerektiğini, çünkü toplumun temsil edilen kesimine bakılırsa, kadını en iyi anlatacak olanın yine kadın olabileceğini söyledi.
Muhafazakâr medyada kadın çalışan sayısının çok az olduğunu anlattı. “Medya insanın gözünün yaşına bakmaz, çok acımasızdır” diyen Kökçe, merkez medyada bunun çok daha belirgin olduğunu, bu nedenle kadınların da medya çalışanları olarak özel hayatıyla ilgili bahaneler sunamadığını ve bunu ayrıcalık olarak kullanamadığını dile getirdi. “Medya mutfağı çok ağır çalışma şartları gerektirir” diyen Kökçe, alanının zorluklarını anlattı. “Büyük entrikalar alanı “ olarak tanımladığı medyada kadınların aslında bu entrikalarla mücadele edecek donanıma sahip olduklarını da söyledi. Kadının medya çalışanı olarak arzu edilen prototip olduğunu, iyi bir vitrin pozisyonunda yer aldığını söyledi. Ancak “işinizi iyi yaptığınız sürece de terfi etmeniz mümkün değil” diyerek başka bir soruna değinen Kökçe, “taşlar yerinden oynadığı zaman zincirleme farklı şeyler olacaktır” dedi.
Medyada pozitif ayrımcılığın bütün kadınlara yönelik değil, yalnızca bir grup kadına yönelik bir ayrıcalık olabildiğini söyledi. “Medyanın vitrin olması özelliğinden dolayı, görsel alanda aynı özelliğe sahip farklı cinsten kadın tercih edilen olmaktadır. Başından dramatik, arabesk olaylar geçmiş kadın çok iyi vitrin malzemesi olmaktadırlar. Medya okullarında kızlar bayrağı devralmakta nerdeyse ama, istihdama bakıldığında maalesef aynı oranda değil. Ve yönetici poziyonlarına bakıldığında maalesef kadın idareci, haberci kadın yok .” dedi.
Nihal Bengisu Karaca
Nihal Bengisu Karaca, 1994’te Aksiyon Dergisiyle girdiği medya sürecini değerlendirirken ilk zamanlar kendisinden, ‘kadının dünyası, bebek bakımı, lohusalık’ vs. gibi konularda yazmasını istediklerini, ancak sürekli itirazlarla ve kimsenin ilgi alanına doğrudan girmeyen kültür, sanat, sinema eleştirmenliği ve insan hikâyeleri, edebiyatçılarla, yönetmenlerle söyleşiler vs. gibi alanlar üzerinden yazmaya devam ederek kendine yer edindiğini, ancak hala dergide bir masasının bile olmaması üzerine Kanal 7’ye geçtiğini ve bir süre televizyonculuğu denediğini anlattı. Aksiyon dergisinden daha iyi şartlarda çalışmak koşuluyla teklif aldığını ve oradan da Zaman Gazetesindeki köşe yazarlığına uzanan sürece girdiğini anlatan Nihal Bengisu Karaca bu süreçte gazetedeki erkeklerle yaşadığı süreci anlatırken “mütedeyyin medya”da kadın olarak ve başörtülü kadın olarak var olmanın zorlukları ve bunun bir algı sorunu olduğunu vurguladı. Haftasonu ekinin editörlüğüne getirildiğinde karşılaştığı ve daha iyi farkına vardım dediği gerçeği ise: “Erkeklerin genel olarak sadece yöneticilik pozisyonunu kendilerine tehdit olarak algıladıklarını o zaman fark ettim” diyerek açıkladı.
EDEBİYAT VE SANAT ALANLARINDA KADINLARIN EMEĞİ VE ÜRETKENLİĞİ
Moderatör: Hasibe Turan (Âsitâne Kültür, Sanat, Eğitim ve Dayanışma Derneği)
Melek Arslanbenzer (Şair)
Sibel Eraslan (Yazar)
Hülya Yazıcı Aktaş (Ressam)
Hasibe Turan
“İnsanoğlu yeryüzüne teşriflerinden bugüne kadar yaşadıkları topraklarda, siyasi, ekonomik, sosyal yaşamlarını sözle, yazı ve resimi kayaya, taşa, ağaca oyarak, şekil vererek anlatmışlar. Duygu ve estetiğin hakim olduğu anlatımlar, geçmiş medeniyetleri bugüne taşımıştır. İnsanlığın birikimi sanat ve edebiyat çatısı altında toplanmıştır. Süreç içerisinde farklı boyut ve şekillerde değişerek gelişen sanat ve edebiyat, insanlık üzerinde büyük etkiler ve tesirler bırakmıştır. Sanat ve edebiyatın araçları; harfler, kelimeler, cümleler; kalemin ve sesin gücü yazıyı ve sözü, çizgiler, siyah ve beyazın arasındaki milyonlarca renk, görseli ses ve tınılar şeklinde notalara dönüşerek müziği oluşturmuş. Bugün söz, müzik ve görsel bir arada sinema anlatımlarını ve daha birçok alanda güçlü anlatımlarla güce dönüşmüştür. Sihir gibi insanları büyülemekte, olağanüstü, çarpıcı, sersemletici, sarsıcı, haz veren, duygu ve düşünceyi milyonlarca şekilde çoğaltan, kontrolsüz sürekli üreyen , tahrik eden, kışkırtan, hükmeden, hakim güce dönüşerek söz sahibi olmuştur. Kitleleri yöneten, yönlendiren, sihirli, büyüleyici bir güç olarak karşımızda, her birimizi o büyüleyici atmosferin içerisine çekiyor. Güçlü bir anafora dönüşen sanat ve ve edebiyatın gücü, toplumları halen etkilemekte ve yönlendirmektedir.” diye sözlerine başlayan Hasibe Turan, Asitane Kültür, Sanat, Eğitim ve Dayanışma Derneği başkanı ve kurucusu olarak da, edebiyat ve sanat alanlarında çalışmalar yapan bir derneğin, özellikle kadın olarak var olmasının önündeki zorluklardan bahsetti. “Tüm bu zorluklara rağmen, yoldaki taşı kaldıran zihni yapı, dilinden, kaleminden, fırçasından o akıp gelen ilhamı, kimseye zarar vermeyecek, güzellikleri ve iyilikleri çoğaltacak şekle dönüştürmekteyi murad ederek varlık mücadelesini Sanat ve Edebiyat alanında sürdürmektedir. Geçmişten gelen deneyimleri biriktirerek bugünü yorumlayan her şey bizden sonrakilere aktarım ve ışık tutacaktır. “ dedi.
Melek Arslanbenzer
Sözlerine, emek ve üretkenlik kavramları üzerinde düşünmek gerektiğini söyleyerek başlayan Melek Arslanbenzer, ‘üreten’ kadınların neredeyse en büyük korkusunun basit ve sıradan olmak ve birgün annesine benzemek olduğunu söyledi. Ve sözlerine şöyle devam etti: “Kadın emeği ve üretkenliği yalnızca çalışan ve okuyan, entellektüel kadınların çerçevesine indirgenemez. Böyle bir indirgeme konuyu tamamen yanlış anlamamıza sebep olacaktır. Kadınlar, daha doğrusu halk, ki bunun kadını ve erkeği de yoktur, zaten üretkendirler. Evde, bahçede, tarlada, sanayide halk her gün üretkenliğini ortaya koymak zorunda. Okur yazarlık seviyesi arttıkça, kadın erkek arasındaki ayrımın daha az belirgin olması umulurkan daha fazla arttığı daha doğrusu bu konuya daha çok vurgu yapıldığı görülmektedir. Oysa yaratıldığımız fıtratlar üzere yaşamlarımızı sürdürürsek, kadının erkekten üstün tarafları olabileceği gibi, zayıf tarafları da olabileceğini rahatlıkla görür ve bunu kabul etmekte zorlanmayız. Kadın ve erkek eşitliği vurgusu o kadar batı kaynaklı bir vurgu ki bizim toplumumuz yani müslüman toplumlar için bunun tam bir karşılığının olabildiğini düşünümüyorum. Hepimizin de bildiği gibi, tek başına eşitlik adaleti sağlamaya yetmez. Geçmişten bugüne kadınların sıkıntıya, zulme maruz bırakıldığı durumlar olmuş olabilir. Bunları elbette göz ardı etmemek gerekir. Ama bu kadın erkek eşitliği üzerinden daha derinlerde dönen bizans oyunlarına da uyanık olmamız şart.” dedi.
Hülya Yazıcı Aktaş
Ressam Hülya Yazıcı Aktaş, 10. Kadın Buluşmasında edebiyat ve sanat oturumundaki konuşmasında “Feragat” isimli çalışmasından bahsetti.
Yaratıcının her yarattığını farklı bir sebeple yarattığını, bazen çok güçlü olana basit görevler verirken, naif ve zayıf gibi görünene kısa ömründen ve minik varlığından beklenmeyecek önemli görevler yüklediğini ipek böceğinden yola çıkarak anlattı: “Sembolist sanatçılardan Gaugen şöyle der: “İlkelleştim; bilgeleştim de aynı zamanda…” Sanatçının sözünden yola çıkarak, yaratılan her şeyi, insan da dahil, yaratılış amacıyla değerlendirirsek, belki en başa dönersek, sorunları çözmeye daha doğru bir yerden başlayabilirz diye düşünüyorum. İpek böceği büyüttüğüm ve onu yakından tanımaya başladığım andan itibaren sadece kırk beş gün yaşayan bu böceğin benden daha güçlü olduğuna karar verdim. O gün geldi!. Ancak büyüteç yardımıyla görülebilen tırtıllar yeryüzündeki en değerli sanat eserlerinden birini bize armağan etmek için yaşamaya başladılar. Dünyanın hiçbir başka rengi, yiyeceği ve yaratığı onların ilgisini çekmiyor. Sanırım göremiyorlar. Amaçları otuz gün gibi bir zamanda, söküldüğünde bin metrelik ipekten bir ipliğe dönüşen muhteşem kozalarını örebilecek kadar ipek biriktirmek; ne eksik ne de fazla. Erişkin boya ulaşana kadar tam üç kez ten değiştirip yeni bir elbise giyiyorlar. Bu değişim sırasında üç gün boyunca yemek yemiyor, hasta ve bitkin düşüyor, büyük acılar çekerek üzerlerindeki eski deriden sıyrılıp yeni bir deriye ve daha güçlü bir çeneye sahip oluyorlar. Yeterince büyüyüp, olgunluktan sararınca artık dut yaprağı yemeyi bırakıyorlar. Durgun ve düşünceli bir halde sanki kendilerine bir yerlerden gelecek ilhamı beklemeye başlıyorlar; kendilerini hapsedecekleri hücreyi örmeden önce. Bundan sonra yapacağı işin ağırlığının, ciddiyetinin farkındadırlar, yaşamdan ‘FERAGAT’ edeceklerdir. Onlara verilen süre bitmiştir. Artık kalınlaşan vücutları, koza örmeye yetecek kadar ipekle doludur. Kutunun içinde dolaşarak kendilerine sakin, gizli bir köşe bulurlar. Salgıladıkları ipekle, bulundukları yerin güvenilirliğini test ederek bütün canlıların dünya ile en önemli bağı olan sindirim sistemlerini vücutlarının dışına atarlar. Artık ona ihtiyaçları kalmamıştır. Eserlerini örmeye koyulurlar. Ördükçe küçülürler. Koza iyice sağlamlaşana kadar örerler. Artık kozanın içinde görünmeleri mümkün değildir; fakat görev henüz tamamlanmamıştır. Yorgun ve küçülmüş tırtıl on gün sürecek bir uykuya dalar. Gizli bir el ona dokunur bu süreçte, artık ödülünü alma zamanı gelmiştir. Kozanın içinde uyuyan ve hayatının önemli kısmını sürünerek geçiren tırtıla bir çift kanat verilmiştir. Yeni giysisini giyerek, on gün sürecek yaşamının döngüsüne hazırlanmaktadır. Bünyesindeki özel bir sıvı ile sağlam kozayı delerek ikinci kez yeryüzüne gelir. Ancak o “uçamayan” bir kelebektir. Çünkü yumurtalarının kaybolmaması gerekmektedir. Aynı kutuya bir sonraki yılın yavrularını oluşturacak yumurtaları bırakmalıdır. Bu nedenle uçması engellenmiştir. “ diyerek sözlerini şöyle tamamladı: “Güç birliği yapmada aranan ortak zemin ve hareket kabiliyeti için öncelikle kendimizi daha sonra da birbirimizi daha iyi tanımalı ve dinlemeliyiz. Günümüzün yaşam koşullarının dayatmalarıyla girdiği handikaplarla nasıl ve ne şekilde baş edilebileceğinin sorgulanmasında, sanırım, öncelikle sorunlara nereden ve ne şekilde bakmamız gerektiğine karar vermemiz gerekiyor. “ dedi.
Sibel Eraslan
“Düşünülürse, insanın çektiği acıların sınııları yoktur. Şimdi denizin dibine dokundum, daha aşağı inemem artık…” Böyle diyordu Katherine Mansfield. Halbuki her zaman daha derini ve daha da derini vardır hayat acılarının, hatta Bachmann’a göre, “hayat zaten bir incinmedir”… “ diye sözlerine başlayan Sibel Eraslan, Ressam Hülya Aktaş’ın feragat başlığı ile koyduğu manifestodan, Cihan Aktaş’ın “Acı Çekmiş Yüzünde” isimli kitabındaki gri renkli kadınların öykülerinden ve Yıldız Ramazanoğlu’nın “kadının tarihi dönüşümü” adını verdiği beyin frtınasından bahsettikten sonra, kendisinin yazım serüvenine koyduğu ismin, “acı çekmenin yol açtığı konuksever dil” olduğunu söyleyerek, edebiyatın ve sanatın bir üretim olup olmadığı sorusunun üzerinde durdu: “Sanayileşmenin zorunlu kıldığı varoluşa dair saygınlık, üretmekten geçer. İnsan ancak ürettiği derecede anlamlı, saygın hatta insandır. Beyaz adamın yorgunluğu ismini alacak üretime dayalı bu süreç, ilk bakışta emeği kutsadığı zannedilse de zamanla kolonyal bir şekilde artık ürünün zenginleştirdiği kastları kurmuş, emekçi ile eser arasındaki dayanılmaz yabancılaşma, emekçileri hep tabanda ve isimsiz, ürünü ise eser sahibinden kopuk bir meta haline dönüştüren sonucu getirmiştir… “
“Kadınların yazma eylemine üretme değil doğurma olarak bakıyorum. Doğurma dünyaya getirme, üretme ise çoğaltmadır. Doğurma, hayati bir iz anlamındadır.Üretme ise imgeler üzerinden işler. Çoğaltmaya dayalı plastik tekrar, hakikati değil, dünyevi gerçeği inşa eder… Benim kadın edebiyatı dediğim şey, gerçek’ten hakikate yürüyüşün adıdır… Üretim gerçeğine dayalı olarak geldiğimiz vadiye bakalım: Tabiatı ve dünyayı kontrol etmek, ona yön vermek, onu nizamlamak, zaptü rapt altına almak bize çok pahalıya mal olmadı mı? İki büyük dünya savaşı, yoksulluk, ırkçılık, nükleer tehdit ve bozulan klimatif denge, bizim üretim üretim illa üretim nidalarımızın sonucunda geçmedi mi ellerimize?”
Oturumlardan sonra programın değerlendirilmesi ve gelecek programların yeri ve konusu üzerinden yapılan istişari toplantı ile program sona erdi.