Din ve Sağlık Psikolojisi

Hazırlayan: Yorum yapılmamış Paylaş:

Prof. Dr. Ali Ayten

 3 Mart 2018

Din-sağlık ilişkisinde, psikolojik sağlık ve fiziksel sağlığın dindarlıkla nasıl ilişkilendirildiğini din psikolojisi çerçevesinde anlatmaya çalışacağım. Konuyu bir ilahiyatçı gözüyle yani din psikolojisi açısından ele alacağımı da hatırlatarak başlamak istiyorum. Din psikolojisi, psikolojinin temel alanlarından biridir; tıpkı eğitim psikolojisi, gelişim psikolojisi, klinik psikolojisi gibi. Türkiye’de 1949’dan beri din psikolojisi alanında çalışmalar yapılmaktadır.

Din psikolojisi tarihinde  din konusuna farklı yaklaşan çeşitli ekoller var. Ben bu farklı yaklaşımları körlerin fil tarifine benzetiyorum. Herkes konunun bir tarafını tanımlamaya çalışıyor. Konuyu iyi anlamak için daha bütüncül yaklaşımlara ihtiyaç var. Metafordan hareket edersek fil, ne burnundan ne de kuyruğundan ibarettir. O yüzden, psikolojide bu meseleyi doğrudan anlamak için bütün bu bilgileri birlikte değerlendirmek gerekir.

Din psikolojisi tarihine baktığımızda, 1960 öncesinde din-sağlık ilişkisini daha negatif değerlendiren materyalist-pozitivist anlayışın etkili olduğunu görebiliriz. 1960-1980 arası biraz daha olumlu bakış açıları oluşurken, özellikle 1980’den, 2000’den sonra dindarlık ve maneviyat konusu sağlık alanının temel konusu haline gelmiştir.

Din ve psikoloji konusunun öncülerinden olan William James 1912 yılında yazdığı kitapta zihin kavramını sağlıklı zihin ve hastalıklı zihin şeklinde iki bölümde inceler. Ben de din ve kutsal ilişkisini anlatırken bunu kullanıyorum. İnsan zihni sağlıklı olursa kutsal metinlerden çıkaracağı yorumlar da sağlıklı olacaktır. Çünkü kişinin Kuran’la baş başa kaldığında anlayacağı şey zihninin alt yapısı ile sınırlıdır. Eğer kişi sağlıklı bir zihne sahip değilse, Kur’an anlayışı da bundan etkilenecektir. Bugün radikal kurum veya gruplara baktığımızda, Kuran ve sünnetten çok güçlü referanslara sahip olmalarına rağmen, Kur’an ve sünnetin ruhundan uzak, sorunlu sonuçlar ve yorumlar çıkardıklarını görebiliyoruz. Bunu sağlıklı bir zihne sahip olmamakla açıklayabiliriz. Bu sağlıksız yorumlama biçimini engelleyecek şeylerden bir tanesi de kültürdür. Zaten bugün yaşadığımız sorunların temel nedenlerinden biri kültürün eksik olmasıdır. 1950’li yıllarda başlayan kırsaldan şehirlere göç hareketi 80’li yıllarda hızlanmış, bu hızlı değişim süreci kültürden uzaklaşma ve dejenere olma sonucunu doğurmuştur. Göç ve şehirleşmeyle birlikte çekirdek aile modeline geçildi, bu da kültür aktarımına sekte vurdu. Bu örneği DAEŞ’e de uygulayabiliriz. Örneğin DAEŞ yaşanan dini pratiklere ve dini anlayışa itiraz ediyor, kendine katılanlara daha iyi Müslüman olmayı vadediyor. Katılanlar annesini, babasını beğenmiyor, yaşanan dini kültürü reddediyor ve Selefi yorumu benimsiyorlar. Dini kültürü ve geleneği dışlayınca insanlar kutsal metinle baş başa kalıyor ve bir anlamda o zihnin ellerine terkediliyor. O zihin sağlıklıysa güzel şeyler alıyor ama sağlıksız bir zihinse negatif şeyler alacaktır.

William James’in üzerinde durduğu bir diğer konu dindarlık ve bağımlılık ilişkisi olmuştur. İkisi arasında sağlam bir bağ olduğunu söylemiş ve dindarlığı bağımlılığın kesin çözümü olarak görmüştür. Bu daha sonra Carl Jung gibi isimler tarafından da dile getirilmiş, alkolikliğin kesin çözümünün dindarlık olduğu söylenmiştir.

Sigmund Freud, psikanalitiğin kurucusu olarak görülmektedir. Kendisi dindarlık ve sağlık ilişkisine olumsuz bakmaktadır ki, zaten yaşadığı dönemin de anlayışı budur. Kendisinin aynı zamanda İnançsız/ateist olması da bunda etkili olmuştur. Dinin sağlık açısından bir katkısı olmadığını savunan Freud’a itiraz, aynı ekolden olan Jung’dan gelmiştir. Dinin sağlık açısından oldukça yararlı olabileceğini savunan Jung, “Dinler ruhsal tedavi sistemleridir, hatta psikoterapi sistemlerinin en gelişmişidir.” demiştir. Sigmund Freud dini, bir çeşit hastalık, nevroz olarak tanımlarken, Jung tam aksine dinden uzak bir yaşantının nevrozlara sebep olduğunu iddia etmiştir. Bu iddiasını 35 yaşını geçmiş kendi hastalarının, son kertede dini hayatı benimseyerek problemlerden kurtulmuş olduklarıyla da örneklendirmiştir.

Gordon Allport ise Freud ve Jung’dan sonraki dönemde, 1950-70’li yıllarda çalışmalar yapmıştır. Bu yıllar din-sağlık ilişkisine bakışların olumluya doğru gittiği süreçtir. Allport, Türkiye’de 1-2 yıl kadar Robert Kolejinde çalışmış bir misyonerdir. İnancın zihinsel ve fiziksel sağlığı büyük oranda belirleyeceğini söylemiştir. Fakat burada “nasıl bir dindarlık?” sorusunun önemli olduğunu söyler. Sonra da dindarlığı içselleştirilmiş dindarlık ve dışsal dindarlık olarak ikiye ayırır. Bunları basit şekilde samimi dindarlık ve gösterişli dindarlık olarak da tanımlayabiliriz. Dini yaşamayı amaç haline getirmiş ve kişiliğimizin bir parçası yapmışsak, buna içselleştirilmiş dindarlık yani samimi dindarlık diyoruz. Dini farklı amaçlar için kullanarak, araçsallaştırmışsak dışsal dindarlık ya da gösterişli dindarlık olarak tanımlıyoruz. Allport, bu farklı dindarlık yaklaşımlarının sağlık açsından farklı sonuçlarının olduğunu; samimi dindarlığın sağlığa olumlu etkisi olurken, gösterişli dindarlığın sağlığa olumsuz etkisinin olacağını söyler. Çünkü insanoğlu gösterişli bir dindarlık içerisinde çelişkilerden kurtulmayacaktır, bu da depresyonu ve kaygıyı arttıracaktır. Daha sonraki çalışmalarda şu da ortaya çıkıyor; özellikle ahlak alanına, değerler ve erdemler alanına yansıyan dindarlık sağlık yönünden faydalı iken ahlak ve değerler alanına yansımayan, özü gitmiş bir dindarlık sağlık açısından faydalı olmadığı gibi kişiye yük bile olabiliyor.

1990’lı yıllara geldiğimizde daha olumlu bakış açılarının olduğunu görüyoruz. Bu yıllarda din psikolojisinde en çok karşılaştığımız isimlerden biri olan Viktor Frankl, Logoterapi ekolünün savunucusu olarak karşımıza çıkıyor. “İnsanın Anlam Arayışı” isimli kitabı var. Bu kitap, basımının üzerinden onlarca yıl geçmiş olmasına rağmen dünyada en çok satan kitaplar arasında kalmaya devam ediyor. Kendisi, İkinci Dünya Savaşı sırasında toplama kamplarında iki yıl tutulmuş bir psikiyatristtir. Orada ciddi gözlemler yapma imkanı da buluyor ve kamplarda yaşayan insanların halini “varoluş çıplaklığı” olarak tanımlıyor. Toplama kampında akla hayale gelmeyecek her türlü işkence, hakaret ve istismara uğrayan, bu arada öldürülen insanlara şahit olan Frankl, ölüm sırasının ne zaman kendine geleceğini bilmeden yaşayan insanları gözlemler ve kitabında bu insanları hayata bağlayan anlamın ne olduğunu sorgular. Bu anlamın kaynağı olarak da dini gösterir. Bu ekol, dini, güçlü bir anlam kaynağı olarak sunduğu için din-sağlık psikolojisinde, özellikle hastalıklarla başa çıkma sürecinde çok kullanılmıştır. Biz de 3 yıldır manevi destek alanında hastalıklarla başa çıkma ve mücadele etme imkânını artırmak için bu yöntemi kullanıyoruz.

Viktor Frankl,  Din ve Psikoloji kitabında “Din her ne kadar ruhsal birleşmeyi, hastalıktan korunmayı temel amacı olarak görmese de insanlara başka hiçbir yerde bulamayacağı güven, koruma ve bağlanma hissi vererek sonuçları bakımından psikohijyenik ve neredeyse psikoterapik etki yaratabilmektedir.” demiştir.  Bu ifade gerçekten de, Viktor Frankl’in dinin anlam kaynağı olmasını ne kadar önemsediğini göstermektedir.

1990’lı yıllarda başka bir isim Kenneth Pargament ise “Din psikolojisi ve Başa Çıkma” isimli bir kitap yazmış ve dinin başa çıkma süreçlerinde nasıl etkin bir şekilde kullanıldığını anlatmıştır. Bunun en güzel örneklerinden biri, Pargament’tir. Hastalıklarla başa çıkma sürecinde dinin rolünün önemine ilişkin geliştirdiği teorisiyle konunun öncülerinden olmuştur. Bu çalışmalarla 80’li yıllara gelindiğinde artık din veya maneviyat olgusu terapi süreçlerinde kullanılmaya başlanmıştır.

1998’li yıllara gelindiğinde, Amerikan Psikoloji Derneğinin Başkanı olan Martin Seligman, pozitif psikoloji yaklaşımını başlatmıştır. O güne kadar, insanda problem olan nedir sorusu sorulurken o, insanda iyi olan, değer olan şey nedir sorusunu sorarak yeni bir hareket başlamıştır. Aslında davranışçı ekolünden olan Seligman, öğrenilmiş çaresizlik üzerine çalışan biridir. Öğrenilmiş çaresizlik deneyi için iki grup köpek farklı kafeslere konuyor. Ancak, birinci gruptaki köpeklerin kaçabilecekleri şekilde kafeslerinin kapıları açık bırakılırken, ikinci grupta olanların kapıları kapalı tutuluyor. Kafeslere elektrik verilince, kapısı aralık olan kafeste bulunan köpekler kaçıp kurtuluyor. Diğer kafesteki köpekler ise bir süre kaçma denemesi yapıp sonra vaz geçiyorlar. Bu deney bir kaç kez tekrarlandıktan sonra artık köpekler uyaran geldiği halde kaçmaya teşebbüs bile etmiyor. Psikologlar bu duruma öğrenilmiş çaresizlik diyor. Martin Seligman, depresyonu da öğrenilmiş çaresizlik durumu olarak açıklıyor. Bu durumdaki kişi, mücadele etmeyi bırakmıştır. Özellikle bilişsel davranışçı psikologlardan bazıları da bu yorumu benimsemiştir.

Seligman, kendi hatıralarından ve tecrübelerinden yola çıkarak nasıl çaresizlik ve olumsuzluk öğreniliyorsa, iyimserlik de öğrenilebilir diye düşünüyor ve “Öğrenilmiş İyimserlik” diye bir kitap yazıyor. Kitabında “ahlaki koşu” diye bir kavramsallaştırması vardır. Ahlaki koşuyu şöyle açıklar: “Amerikan toplumu olarak 1970-80’lerde ekonomik açıdan çok geliştik, zenginleştik dolayısıyla tabaklarımızı büyütüp, şişmanladık. Öyle olunca da koşmaya başladık: Arabaları bırakıp, yürümeye asansörü bırakıp merdiven inip çıkmaya başladık. Ardından özellikle 2000’li yıllarda ahlaki sorunlarımız artmaya başladı, artık birbirimizle daha az ilgilenir olduk. O yüzden de ahlaki koşuya başlamamız lazım.” der. Bunun için de, insanları ziyaret etmek, hastalara yardım etmek, empati kurmak, şükretmek, kabullenmeyi bilmek ve affedebilmek gibi bize basit gözüken şeyleri reçete olarak sunar. Aslında bizim kültürümüzde var olan şeyleri öneriyor ve diyor ki; hayattan bir memnuniyetsizliğin mi var, git hasta ziyareti yap. Çok mu şikayet ediyorsun, şükür günlüğü tut. Ama patolojik bir durumda olduğunuzda bunları yapın, geçer demiyor. Tedaviye ilave olarak bunları öneriyor. Ayrıca bu öneriler toplumsal sağlığı korumak için de karşımıza çıkıyor. Özellikle bu pozitif psikoloji yaklaşımı ile birlikte din-sağlık ilişkisi altın çağına girmiş oluyor.

Pozitif psikolojinin ikinci ismi akış kavramını gündeme getiren Mihaly Csikszentmihaly’dir. Yugoslav kökenli, Amerikalı psikolog Csikszentmihaly, yaptığı bir deney sonucunda insanların aslında keyif aldıkları bir işi yaparken değil, bir problemi çözmeye odaklandığı ya da bir başkasının sorununu çözmeye çalıştığı zaman daha mutlu ve huzurlu olduğunu tespit ediyor. Aristo dan beri savunulan ve İslam filozoflarının da ahlak kitabında zikrettikleri erdem-mutluluk ilişkisini Mihaly, yaptığı deneyle bilimsel anlamda da kanıtlamıştır. Böylece erdem-mutluluk ilişkisi pozitif psikolojinin temel özellikleri içinde yer almıştır.

Bir başka isim Robert Emmons “Şükür” kavramını mutluluğun anahtarı olarak gördüğü için şükür psikoloğu olarak tanınır. Tezini anlattığı kitabı Türkçeye “Teşekkür Ederim” diye çevrilmiştir, okumanızı tavsiye ederim Aynı şekilde başka bir terapi yöntemi olarak kullanılan “affetme” konusu da pozitif psikolojinin temel unsurlarından biri olmuştur. Burada insanların depresyonu, kaygısı veya pek çok problemi affetme çerçevesinde ele alınıp değerlendirilmiştir. Özellikle pozitif psikologların kullandığı kavramlar bizde tasavvufun kullandığı kavramlara çok yakındır. Ancak bizdeki tasavvuf anlayışı çok daha kapsamlıdır. Yine de pozitif psikoloji, güzel ahlakın önemini anlamamızı ve psikoloji diliyle ifade etmemizi kolaylaştırmış olduğu için çok önemlidir.

Batı dünyasında gittikçe yaygınlaşan Budizm, Hinduizm gibi doğu kültürüne ilginin temelinde içsel bir arınma, bireysel bir temizlik arayışı var. Ama bu anlayışta ötekine karşı hiçbir sorumluluk yoktur. Spiritüel anlayış ile tasavvufi yaklaşım arasında da böyle bir ayrım olduğunu düşünüyorum. Topluma, ötekine bir faydası yoksa kişinin temiz olmasının, arınmasının anlamı nedir?

Genel olarak baktığımız zaman pozitif psikologlar daha çok sağlığı korumak üzerine yoğunlaşmaktadırlar. İslam filozofları da konuyla ilgilenmiştir. Aynı zamanda hastalığın kişiye ve devlete getirdiği ekonomik yük de ciddi bir sorundur. Bu yüzden Amerika gibi toplumlarda sağlığı korumak önceliklidir. Ruh sağlığını korumak, ruhsal dayanıklılığı ve başa çıkma becerilerini arttırmak psikolojinin temel ilkelerindendir. Bunu sağlamak için din ve maneviyat alanlarından da destek alınmaktadır.

Bizde din ve maneviyat kavramları iç içe geçmiş kavramlar olmasına rağmen Batı da bu kavramlar ayrı şeyler olarak değerlendiriliyor. O yüzden 2011 yılında din psikolojisi adı din ve maneviyat psikolojisi olarak değiştirildi.

Din ve sağlık konusu genel anlamda dinden sağlığa ve sağlıktan dine şeklinde iki bölümde ele alınıyor. Ben meselenin daha çok dinden sağlığa doğru olan kısımlarıyla  ilgilendiğim için sunumumu bunun üzerinden gerçekleştireceğim.

Özellikle iyileşme meselesinde “Allah şifasını verir” diye bir deyimimiz var. Din terapistleri, herhangi bir hastalıkta tedavi olunur ama aslında iyileşme Allah’ın insana verdiği potansiyel ile olur. İşte insandaki bu iyileşme potansiyeli yüce yaratıcının varlığına işaret eder, diyerek sağlık alanından dine doğru bağlantı kurarlar. Bu konu ile ilgili bir sürü çalışma ortaya konulmuş durumdadır.

Dinden sağlığa doğru olan kısmına gelince; dindarlık ve sağlık ilişkisinin iki farklı yönü olduğunu görürüz. Bunlardan bir tanesi koruyucu ve önleyici roldür. Özellikle biraz önce söylediğim pozitif psikolojinin gündeme getirdiği şey budur.  Mesela bağımlılıkla mücadele ediyoruz. Tedavisi uzun ve masraflı olan bağımlılık sonucu ortaya çıkan olumsuz sonuçlardan bireyler, aileler hatta toplum olumsuz etkileniyor. Bu sebeple de koruyucu ve önleyici çalışmalar daha önem kazanıyor. Hastalıklarda da aynı şekilde koruyucu ve önleyici tedbirler oldukça önemlidir. Bu yüzden dinin tütün, içki, uyuşturucu konusunda koruyucu, engelleyici rolünü hepimiz bilmekteyiz. Dinen haram olan bu maddeler İslam kültüründe yetişen biri için caydırıcı olabilir. Bu noktalarda dinin caydırıcı gücünden yararlanılır.

Sağlık davranışları da Batı’da yine 2000’li yıllarda çokça çalışılan bir meseledir. Sağlık davranışları içerisine arabada ön koltukta oturup kemer takmaktan,  düzenli beslenmeye, gereksiz kilo almamaktan, egzersiz yapmaya kadar gibi bir sürü şey dahil edilir. Batı’da bunun dindarlıkla ilişkisine dair tonlarca çalışma yapılmıştır. Gereksiz yere strese girmemek, kaygı yaşamamak hatta sorunları abartarak iki birimlik bedel ödeyeceğimiz yerde  on birimlik bedel ödememek gibi davranışlar da hep koruyucu sağlık çerçevesinde ele alınmıştır. İnsanların mutluluk düzeyi arttırılmalıdır çünkü bunun psikolojik ve fiziksel sağlığa yönelik birçok önemli yansıması vardır. Erdemler alanı genişlettirilirse gerçekten de pek çok sıkıntı çözülebilir. Bu yüzden de Batı’da erdemleri geliştirmek için pek çok yatırım yapılıyor. Makul yeme alışkanlıklarının dışına çıkma, öfke, affedememe, şükürsüzlük gibi aklınıza gelecek pek çok erdemsizliğin ciddi sıkıntıları ortaya çıkıyor ve bunlarla ilgili bir çok çalışma yapılıyor.

Dindarlığın bir de destekleyici ve tedavi edici bir tarafı vardır. Hasta olmuş, fiziksel veya psikolojik problemi olan kişilerin tedavi sürecinde dindarlığından destek alınıyor. Burada hastaların tedaviye cevap vermeleri, tedaviye ikna olmaları, iyileşme süreçlerinin kısaltılması, kolaylaştırılması, acılarının azaltılması ve eğer hiçbir şekilde tedavi ve iyileşme mümkün değilse ölümü kabul etme gibi pek çok aşama vardır. Diyelim ki, tıbben 6 ay ömür biçilmiş bir hasta var. İşte bu süreçte ölüm duygusunun ağırlığı ve acısıyla hastanın baş başa kalmaması açısından kişiyi manevi anlamda ciddi şekilde desteklemek gerekir. Dini açıdan bakınca burada kişilerde ortaya çıkabilecek inançla ilgili problemlerin giderilmesi gerekir. Sağlığımız iyiyken, her şey yolundayken, sağlıklı düşünebiliriz ama bir sıkıntı ile test edildiğimiz zaman, daha önce aldığımız eğitime veya o anki durumumuza bağlı olarak, dinle olan ilişkimizi yeniden gözden geçiririz. O yüzden “Allah’ım son nefeste iman ile çene kapamayı nasip et” deriz çünkü biliriz ki inişler ve çıkışlar var, imtihan ve tercihler var. Ona göre insanın kişiliği şekillenir. Sadece sağlık değil, inanç açısından da sağlıklı bir şekilde yaşanması gerekir. Batı bu duruma, “kişi ne kadar yaşayacaksa kaliteli yaşasın” fikriyle yaklaşır. Kaliteli yaşam fikri çok önemli, tabi bir de hasta hakları meselesi var. O anda, hasta asla terk edilmez, ölene kadar hayat kalitesinden ödün verilmez.

*Bu yazı Prof. Dr. Ali Ayten’in derneğimizde gerçekleştirdiği “Din ve Sağlık Psikolojisi” seminerinin ses kaydından özet olarak hazırlanmıştır.

Hazırlayan: Zeynep Sena

 

Önceki Yazı

Mezhepler Tarihi III

Sonraki Yazı

Türkiye’de Bulunan Geçici Koruma Altındaki Suriyeliler Çalıştayına katıldık

Bunlar da ilginizi çekebilir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir