Bediüzzaman Düşüncesinde Medeniyet Bilgi ve Siyaset İlişkisi

Hazırlayan: Yorum yapılmamış Paylaş:

Yard. Doç. Alev Erkilet Başer

21 0cak 2012

Bediüzzaman derya deniz bir insan. Çok üreten bir insan. Bir çok konuda bir çok değerlendirmeleri olan bir insan. Dolayısıyla tamamını tüketen bir değerlendirme yapmayacağımdan öncelikle emin olmanızı istiyorum. Bizim burada bugün konuşacaklarımız belki Bedüüzzaman’ın  bütün olarak değerlendirilmesine ilişkin değil de belirli bir perspektiften Bediüzzaman’a baktığımızda ne görüyoruz sorusuna bir kaç cevap getirmek şeklinde olacak. Çünkü  ben biraz daha siyaset sosyolojisi ağırlıklı çalışıyorum. Ve Bedüüzzaman’ın genellikle böyle apolitik bir karakter olduğu ya da asıl siyaseten sürekli olarak uzak durduğu, siyasetle arasına mesafe koyduğu üzerine geç dönem bir çok değerlendirme vardır. Ama Bedüzüzaman’ın biraz kendi yazdıklarına, kendi hayat deneyimine baktığınız zaman bunun çok da böyle olmadığını görüyorsunuz. Yani benim kendi görüşüme göre aslında Osmanlı son dönem ve Cumhuriyet ilk dönem müslümanları, islamcıları arasında diyelim hani çok net politik duruşu olan ve bunu da yazmış olan ve uygulamış olan insanlardan bir tanesi. Dolayısıyla ben onu biraz daha siyaset sosyolojisi perspektifinden anlamanın bizim için önemli olduğunu açıkçası düşünüyorum.

Bir dediğim gibi bu sürekli son belki 1960 sonrası nurculuğun gelişimi nedeniyle de bizatihi gözardı edilmiş bir boyut. Bu bakımdan biraz bunu öne çıkartmak gerekli diye düşünüyorum. İkncisi de yani bir siyaset sosyolojisi ya da siyaset bilim analizi  içerisinde Bediüzzaman bize ne verir, biraz bunu da konuşmak faydalı ve gerekli. Ama benim bugün asıl size bahsedeceğim çalışmada benim yola çıkış noktam bu değildi. Şöyle bir şeyden hareketle o dönem ben bu metni yazmıştım. Şimdi Bediüzzzaman ve nurculukla ilgili en önemli iddialardan, tezlerden bir tanesi Bediüzzaman’ın bilimle dinin çelişmediği iddiasına yaslandığıdır. Yani sonraki çalışmalara baktığınız zaman da özellikle fen bilimleri açısından  siantizme varabilecek değerlendirmeler ortaya çıkmıştır. Yani  “İşte bak bilim bize bugün bunu gösteriyor ama işte şu kadar bin yıl önce İslam da zaten bize aynı şeyi söylemişti.” türünden biraz böyle modern bilimin verilerini  Kur’an’la, dinle meşrulaştırarak kendi kendini kurma şeklinde yaklaşım var modern nurculukta.  Benim aslında özellikle sosyal bilimlerle ilgili olarak göstermek istediğim şey bunun tam tersi. Aslında Bediüzzaman özellikle sosyal bilimler açısından baktığımızda din-bilim özdeşliğini ya da din ve bilimin çelişmezliği ilkesini ciddi anlamda sorgulamıştır. Benim bugün üzerine aslında konuşmak istediğim ana tez bu. Yani fen bilimlerinde dediğim gibi daha farklı olabilir, belki bilginin doğasından ötürü. Ama sosyal bilimler açısından bakıldığında Bediüzzaman’a göre bilim ve din arasında bir çelişmezlik yoktur. Yani bir çelişki vardır. Bediüzzaman zaman zaman da bunu düzeltmeye çalışmıştır. Nasıl yapmıştır?  Ama daha sonra niye bu görünmez hale geldi? Çünkü bana kalırsa dediğim gibi 1960’lardan sonra aslında Bediüzzaman’ın  metinleri daha batı merkezli bir okumaya tabi tutuldu. Bir, belli metinler görmezden gelindi. Yani onlar eski Said dönemi, geçmiş dönem ürünleri olarak kabul edildi ve bir tarafa bırakıldı. Ve oldukça batı merkezli bir okumaya tabi tutuldu bu metinler.
Sanki ikinci dönem birinci dönemi redd-i miras etmiş, üçüncü dönem ikinci dönemi redd-i miras etmiş gibi bir okuma söz konusu. Yani ben bunun ciddi anlamda sorunlu olduğunu düşünüyorum. Çünkü bilimsel olarak değerlendirilebilecek olan en önemli malzemeler aslında orada yatıyor. Hani biz bunları görmeyince çok daha basit ahlaki eğitimler, salt dini olanın yeniden üretilmesiyle ilgili şeyler daha fazla piyasada elimizde olmuş oluyor. Bir kere bunun büyük bir sorun oluşturduğunu düşünüyorum. Bediüzzaman’ın  sadece nurcu olmayan insanlar için değerlendirilebilir, akademisyenler tarafından değerlendirilebilir, en önemli malzemelerini aslında biz devre dışı bırakmış oluyoruz. Ve onlardan vazgeçiyoruz. Dolayısıyla bir, dediğim gibi,  din ve bilim birbiriyle çelişmez, dolayısıyla bilimin söylediği  her şeyle Kur’an arasında bir ilişki kurabiliriz bakış açısı doğru bir bakış açısı değil. İkincisi Bediüzzaman’ın metinleri, özellikle 1960’dan itibaren, çünkü çok ciddi bir kırılmadır nurcu hareketi içerisinde de, batı merkezli bir okumaya tabi tutulmuştur. Ve aslında sürekli orada da Bediüzzaman’ın bir şeylerle çelişmediği  üzerinden, işte “Demokrasiyi zaten çok olumlardı.”, “Cumhuriyeti zaten çok olumlardı.”, “Tamamen şiddet karşıtı bir insandı.” gibi muhalefeti olumsuzlama türünden bir takım değerlendirmelerle biz bugüne kadar geldik. Şimdi bunlara burada daha farklı bir şekilde bakmaya çalışacağız. Bir kere Bediüzzaman batı bilim anlayışını ve batı felsefesini birinci elden şu noktada sınırlandırmıştır: Bediüzzaman’a göre bilgi sadece edinilen bir şey değildir. Bediüzzaman’a göre bilgi, elbette hem edinilen hem kazanılan ama aynı zamanda da verilen, yani Allah tarafından insana bahşedilen bir şeydir. Dolayısıyla mesela Bediüzzaman’ın metinlerinde sürekli olarak dönüp dönüp ihsandan, ihtardan söz edildiğini görürsünüz. İlhamdan söz edildiğini görürsünüz. Bir kere pozitivist paradigmayla birinci kopuş noktası bence burada.  Mesela bütün pozitif bilimlerin de kendisini türettiği nokta aslında batının pozitif bilim felsefesi noktasıdır ve orada  ana kabul, ana sayıltı bizim görebilecegimiz  dokunabilecegiimiz, labaratuarda sınayabilecegimiz ve tekrar tekrar başkaları tarafından sınaması yapılabilecek olanın dışındaki bilginin herhangi bir geçerliliği yoktur. Dolayısıyla ve aslında Bediüzzaman’ın daha ilk adımda yani bilginin kaynaklarıyla ilgili hareket noktasında bir kere pozitivist bilim anlayışını reddediyor ve onu sınırlandırıyor. Tamamen bunu devre dışı bırakıyor demek doğru olmaz ama kesinlikle bilginin Allah tarafından bize verilen bir lütuf olduğu gerçeği, bilgiyi elde etmek için gösterilen çabayla eş düzeyde önemsenmiştir Bediüzzaman tarafından. Dolayısıyla yani pozitif bilimler açısından bakıldığında da hele hele toplumsal bilimler açısından bakıldığında kesinlikle pozitivist bir bilgi ve bilim anlayışının olmadığını rahatlıkla söyleyebiliyoruz. Yani metinlerinde şimdi dediğim gibi ihsan, ihtar sürekli olarak ifade ettiği bir şeydir. Dolayısyla pozitivist bilgi kuramına daha baştan bir itiraz getirmiş oluyor. İkincisi aslında bu pozitif bilimi ortaya çıkaran batı medeniyetiyle Doğu-İslam medeniyeti arasında temel bir karşıtlık görüyor. Onun garp medeniyeti ya da ‘’medeniyet-i hazıra’’, mevcut ya da hali hazırda mevcut olan medeniyet, ikinci Avrupa medeniyeti dediği dini olan değil de ortaçağ Avrupası değil de ortaçağdan çıkışla birlikte ortaya çıkmış olan seküler batı medeniyetini o ikinci Avrupa olarak adlandırır. Çünkü birinci ikincisini olumsuzlamaz. Çünkü o da Hıristiyan geleneğinden kendisini beslemeye çalıştığı için ona bir olumlaması vardır. Dolayısıyla ‘’medeniyet-i hazıra’’ ile batı medeniyeti, ikinci Avrupa medeniyeti ile İslam medeniyeti arasında bir kere kesin bir ayrıştırma ve karşıtlık görür. Niye bu bizim için önemli ona birazdan geleceğiz . Bu konuda bir ayrım yapıyor bana kalırsa.  20. yüzyılın 1950’lerden itibaren ortaya çıkan modernleşme kuramcılarının söylediği bir çok şeyi aslında Bediüzzaman’ın Osmanlı son dönemde ciddi bir ayrım olarak ortaya koyduğunu görüyorsunuz. Mesela bir tablolaştırma yapacak olursanız bir tarafa ‘’medeniyet-i hazıra’’yı bir tarafa İslam medeniyetini koyacak olursanız medeniyetin dayanakları nelerdir, neyin üzerine dayanır, neye hizmet eder konularında yaptığı bir karşılaştırma vardır.  Mesela birinci olarak ‘’medeniyet-i hazıra’’ bireycidir.  Bireysellik yani. Halbuki İslam medeniyeti cemaatçidir. Bu temel bir karşıtlıktır. Batı medeniyeti bireysel ve toplumsal değerler üzerine temellenir.  Halbuki İslam medeniyeti kesinlikle çıkarlar üzerine değil dayanışma üzerine, kardeşlik üzerine, yardımlaşma üzerine kuruludur. Batı medeniyeti çıkarlar üzerine dayandığı için ayrılmaz vasfı ‘’çatışma’’dır. Dolayısıyla bunları böyle başlıklar altına, tablonun bir tarafına bunları bir tarafına bunları koyduğunuz zaman birisinde bireyciliğin, birisinde toplumculuğun olduğunu ve insanların bireysel çıkarları üzerine gittiğini, diğerinde ise yardımlaşmayla bir güzel sonuca varılmaya çalışıldığını ve birinde çatışmanın sürekli ve kaçınılmaz olduğunu diğerinde ise dayanışmanın yardımlaşmanın olduğunu, birisinde bütün bunlardan dolayı ulusçu, ‘’menfi milliyetçilik’’ dediği olumsuz milliyetçilik duygularının ortaya çıktığını diğerinde ise tam tersine gene ‘’dalidarite’’, ‘’solidarite’’, ümmet bilincinin ön plana çıktığını görüyorsunuz. Bediüzzaman bunu şu şekilde temellendiriyor: Neden bunlar bu kadar farklı birbirinden? Bunlar birbirinden bu kadar farklı çünkü ona göre batı medeniyeti Helen ve Roma mirası üzerine kurulmuştur. Ve bunların dünyaya, evrene, insana bakış açısı ona göre tamamen farklıdır. Diyor ki: “Hıristiyanlıkla bile bunları meczetmeye çalıştılar  ortaçağda, olmadı. İster istemez Hıristiyanlık, Antik Yunan Geleneğinden ve Roma Geleneğinden ayrıldı. Şimdi bu şartlar altında nasıl siz  Hıristiyanlıkla bile uzlaştırılamamış olan bir düşüncenin dünyaya bakışını, insana bakışını, topluma bakışını alacaksınız da İslam’la bütünleştirmeye çalışacaksınız? Dolayısıyla bu mümkün değildir.’’ diyor.
Bediüzzaman’ın daha sonraki okumaları, daha sonraki yorumları bu çok net ve aslında hiç taviz vermemiş olduğu bu ayrımı gölgeledi. Yani karartı. Burada onun çok net olarak söylediği bir şey var. Diyor ki: ‘’Bu gelenek, bir kere şunu görmemiz lazım, helen ve roma geleneğidir. Niye ikinci Avrupa? Çünkü ortaçağdan sonra zaten Hristiyanlığın desteği de ortadan kalktığı için tamamen, çıplak olarak kendi köklerine döndü. Ve daha da uzlaşılmaz hale geldi.’’
Zaten Sabahattin Bey’le tam ters okuması var ve zaten Sabahattin Bey’in metinlerine ilişkin bir mektubu var. Ondan da bahsedeceğim.  Çok ciddi ve sistemli bir şekilde eleştirmiştir Sabahattin Bey’in ‘’adem-i merkeziyetçilik’’ görüşünü. Ama Prens Sabahattin sonuçta sosyoloji tarihinin bir parçası olarak değerlendirilirken Bediüzzaman’ın görüşleri hiç bir şekilde değerlendirilmez. Yani bu da bir hatadır aslında. Çünkü Prens Sabahattin de ne kadar sonuçta akademik analiz yapıyor olursa olsun son tahlilde yaptığı bütün analizler aslında siyasi bir noktaya vurmak içindir. Yani Türkiye’ye ne yapması gerektiğini söylemek, bir yol çizmek için yazmıştır yazdığı her şeyi. Dolayısıyla Bediüzzaman’ın da aslında söylediklerini en az kendi döneminin sosyal bilimci olan çağdaşları kadar değerlendirmek lazım. Onlarla birlikte değerlendirmek lazım aslında. İşte bence Bediüzzaman biraz burada o ayrışma noktasını koyduğu için de ihmal ediliyor aslında. Çünkü çok açık değerlendirmesi var diyor ki: ” İslam bize bir kere geldikten sonra artık hükümde batı medeniyetine dönmek şimale müteveccihen namaz kılmak gibidir.”  Yani bu kadar net “Şimale mütevecihen namaz kılmak gibidir.” Dolayısıyla kesinlikle kabul edilemez. Analizler açısından baktığınızda da aslında  modernleşme kuramcılarının belki sosyal bilimci arkadaşlardan vardır bilenler. İşte Parsons’tır, Eizenstat’tır, Bellah’dır, işte daha bir çok insan sayabiliriz. Yani bunların söylediklerine yakın derecede Batı Medeniyetini analiz etmiştir. Temel özellikleri, toplumsal özellikleri itibariyle, bizim toplumsal özelliklerimizi de bunun tam karşısına koymuştur. Ve onların kökünün aslında tamamen İslam olduğunu, onların tamamının İslam’dan beslendiğini ifade etmiştir. Ve dolayısıyla iki medeniyetin, birbiriyle uzlaşmazlığı temelli kabulü üzerine hareket etmiştir. Şimdi bu bizim için niye önemli, bunun için önemli. Diyor ki: “Batılı kavramları alarak biz kendi toplumumuzu analiz edemeyiz.”  Yani bu, bütün bu tartışmanın bizim için önemli olan kısmı, yani batılı kavramları alarak biz kendi toplumumuzu analiz edemeyiz. Dolayısıyla ister sosyoloji yap, ister siyaset bilimi yap, ister antropoloji yap, ne yaparsan yap farketmez üzerine yaslandığın temel sayıltılar eğer Grek, Roma medeniyetinin varsayımları üzerinden geliyorsa o zaten bu toplumu doğru biçimde analiz etmek imkanını bize vermeyecektir. Nasıl analiz edilmesi gerekir batılı kavramları? İkinci ana noktaya geliyoruz. Birincisi neydi: bilgi kazanılmaz, çalışılır artı verilirdi. İkincisi,  batı sosyal biliminin kavramlarını olduğu gibi alarak bizim sosyal bilimlerimize uygulamak mümkün değildir tezi geliyor. Bu neyi getiriyor otomatik olarak, kavramlara semantik müdaheleyi getiriyor. Hani Ali Bulaç çok söyler onun çok önemsediğim sözlerinden birisidir: Kavramın içeriğine semantik müdahale ederek ancak bizim toplumlarımızın analizinde kullanabilirsin bu kavramları. Yani bir kavramı alarak başka bir toplumun uygulamasına koymak mümkün değildir.  Örnekler üzerinden konuşabiliriz mesela; “meşrutiyet’’ kavramı… Biliyorsunuz bizim siyaset bilimlerinde siyasal evrimin orta basamaklarından birisi olarak kabul edilir. Çünkü ondan önce tek adam, monarşi, tek adam idaresi ya da tiranı vardı. Hani tamamen keyfe keder bir tek adam idaresi, yani krallıktan da beter. Dolayısıyla meşrutiyet  Beiüzzaman’ın yaşadığı dönemde çok önemli bir ilerleme kavramı olarak yani siyasi modernizasyon literatüründe çok önemli bir ilerleme göstergesi ve kavramı olarak kabul edilir. Şimdi Bediüzzaman’ın da meşrutiyeti  çok açıkça destekleyen değerlendirmeleri vardır. Fakat burada dikkat etmemiz gereken şey şu: Bediüzzaman meşrutiyet kelimesini kullanmıyor. Bediüzzaman “meşrutiyet-i meşrua” kelimesini kullanıyor. “Meşru meşrutiyet”…Dolayısıyla buradaki kavram tamamen sınırları şeriat tarafından çizilmiş olan bir özgürlükçü nizamın nasıl kurulabileceği üzerine kafa yormadır. Yani zihinsel egzersizdir. Batı siyaset literatüründeki meşrutiyet nedir? İşte meclis kuralım, yani dışarıda kral var bizde padişah var. Tamam, onlar ilerlemelerini nasıl yaptılar? İşte onlar bir meclis kurarak kralın iradesini sınırlandırdılar, biz de kuralım. Aynı şey, devamı geliyor. Nedir?  Cumhuriyet, demokrasi tartışmalarına kadar gelen bir dizgidir. Tabii Bediüzzaman onlarla ikinci, üçüncü sait döneminde muhatap olduğu için o ayrı bir başlık onu da zaten konuşacağız şimdi. Ama burada önemli olan Bediüzzaman’ın söylediği yani ‘’sınırlandırılmamış özgürlük’’ müslüman toplumlar açısından söz konusu olamaz. Dolayısıyla bizim için önemli olan Avrupa örneğinde olduğu gibi toplum sekülerleşirken yani dinin siyaset üzerindeki otoritesinin kırılmasına paralel halk iradesi nosyonunun getirilmesi değil tam tersine saltanat haline gelmiş olan iktidarların bir hukuk devletine geçişini sağlayacak şekilde şeriat tarafından sınırlandırılmasıdır. Yani burada bir kavram daha ön plana çıkıyor aslında. Hukuk devleti nosyonu da  var. Yine Avrupa siyaset bilimi açısından biliyorsunuz çok önemli bir kavram ve onlar sürekli olarak İslam hukukunu yani İslam toplumlarının bir hukuk devleti olmadığı tezini savunmuşlardır. Sürekli olarak “Ne zaman siz modernleşeceksiniz? Parlamenter, çoğulcu, demokratik bir hukuk devleti kurduğunuzda.”… Halbuki Bediüzzaman diyor ki: “Zaten bizim toplumlarımız bir hukuk devleti.” Çünkü zaten baştan beri şeriat hukukuyla sınırlandırılmış bir çerçeveydi. Realitede demiyorum tabi realitede her zaman böyle olmuş mudur? Hayır. Ne yapmışlardır? Sonuçta dayatıp Şeyhülislamdan fetvayı almışlardır yani. Hani son tahlilde ilkece demek istiyorum.
Onu şimdi mono hukuk devletinde yapmıyorlar mı? Amerika’da bir milyon kişi yürüyor Irak savaşı olmasın diye ertesi gün savaş başlıyor yani ‘’hangi demokrasi’’ diyor adam, ‘’hangi halk iradesi’’ diyor. Halk işte orada bu savaşı istemediğini gösteriyor. Ama sen ertesi gün savaşa giriyorsun ama teoriye bakacak olursan meclis var, halk oyu var ama aslında olan şahinlerin iradesidir, orada gerçekleşmiş olan. Yani dolayısıyla burada da Bediüzzaman’ın söylemek istediği elbette ki bütün tekil örneklerde elbette hukuk kuralları işlemiştir demiyor. Böyle bir şey olmamıştır zaten ama ilke olarak bakıldığında bu bir hukuk devletidir yani bir tiran, bir tiranlık ya da bir mutlak monarşi hiç bir zaman olmamıştır tezi üzerinden savunuyor ve önümüzdeki dönemlerde eğer bir siyasal ilerlemeden, bir siyasal evrimden söz edeceksek bu bizim batı modelini almamızla olmayacaktır. Mesela kavramlar üzerinden konuşuyorduk ya “meşrutiyet” kavramı dediğim gibi siyaset sosyolojisin önemli kavramlarından biri ama Beziüzzaman ne yapıyor, ona semantik olarak müdahele ediyor. Kavramı yeniden tanımlıyor “meşrutiyet-i meşrua/meşru meşrutiyet”…
“Asya’nın bahtının miftahı meşveret ve şuradır.”
Tabii ama önemli olan bunun  literatüre girmesi. Yani sonuçta biz de bugün siyaset bilimi okuyoruz. Biz de bugün siyaset bilimiyle ilgili metin üretiyoruz. Ama hangi kavramları kullanıyoruz. Ona dikkat çekmek istiyorum.. Yani biz Locke’un tanımladığı, Hume’ın tanımladığı, Hobbes’un tanımladığı  kavramları… Leviathan…Bu kavramlar üzerinden analiz ediyoruz. Ve Bediüzzaman’ı da şöyle okuyoruz ya o zaten çok özgürlükçüydü, işte o zaten çok meşrutiyetçiydi, o zaten çok cumhuriyetçiydi, o zaten çok demokrattı.
O, eğer sosyal bilim yapacaksanız, nasıl yapacaksını veriyor. ikinci örnek mesela Prens Sabahattin örneğidir: Prens Sababahattin bir kere çağdaşı zaten, imparatorluk yıkılıyor, birinci Said nedir? Birinci Said, parçalanmakta olan imparatorluğa karşı bütün düşünürlerin ne yapabilirz sorusuna cevap vermeye çalıştığı dönemin Said’idir. İmparartorluğun işgal altında olduğu dönemin Said’idir. Bizatihi bilfiil yabancı işgalcinin İstanbul’da olduğu dönemin Said’idir. Prens Sababhattin ” Biz bunca zaman merkeziyetçi sistemlerle yönetildiğimiz için geri kaldık. Eğer biz Osmanlı İmparatorluğu’nu kurtarmak istiyorsak bir an önce ingiliz modelinde olduğu gibi, Avrupa modelinde olduğu gibi adem-i merkeziyetçi bir yönetime geçmeliyiz. Çünkü  merkeziyetçi yönetimler özgürlüğe karşıdır, çünkü bütün bir imparatorluk düşünün, işte her tür etnik grubun bulunduğu, bir çok farklı ulusların içerisinde bulunduğu bir imparatorluğu siz merkeziyetçi olarak yönetmeye çalışıyorsunuz.” diyor. Burada bir sıkıntı var ve sürekli olarak devlete adem-i merkeziyet esası üzerinden ilerlemeleri gerektiğini söylüyor. Bunları yazıyor. Bunlar şu anda sosyoloji tarihi 2 derslerinde okutuluyor. Bediüzzaman buna ilişkin uzun bir metin kaleme alıyor diyor ki: “Sabahattin kardeşimiz söylediği ilkece doğru olabilir ama bu ilkeyi hangi topluma uyguladığına dikkat etmek gerekir. Bizimki gibi bir imparatorluğa, bizimki gibi bu kadar farklı etnik grubun bir arada olduğu bu kadar farklı mezhebin, dinin bir arada olduğu  imparatorluğa eğer bunu uygulamaya kalkarsan bu toplum parçalanır. Bu imparatorluk parçalanır ve toparlayamayız.” diyor. Dolayısıyla adem-i merkeziyet tezini uzun uzun tartıştığı metinler kaleme alıyor. Yani aynı şey ‘’adem-i merkeziyet’’ evet ama analitik bir kavram, bir şeye tekabül ediyor. Belki İngilterede uygulanması anlamlı olabilir. Ama adem-i merkeziyet teziyle bizim toplumumuzu incelemeye kalktığında hele bir de sosyal bilim kavramlarının reçete olarak siyasette uygulandığı bir toplumda ve dönemde bunları uygulamaya kalktığında bunun sonu ne olacak üzerine düşünmek zorundasın, diyor. Bak ‘’meşrutiyet’’ gibi ‘’adem-i merkeziyet’’ kavramı da Bediüzzaman’ın kesinlikle bizim toplumu anlamada uygun olmadığını düşündüğü bir tezdir. O nedenle o bu açıdan baktığında ‘’merkeziyetçi’’dir. Ama neden dolayı? O dönemin koşulları o dönemin toplumuna, coğrafyasına bakmak lazım. O gün orada yanlıştır. Adem-i merkeziyeti topyekün reddetmez, topyekün çöpe atmaz. Ama şişede durduğu gibi durmayan kavramlar bunlar. Çünkü hep zaten siyaset bilimi öyledir, sosyoloji öyledir. Daima bir somut sorunun çözümüyle ilgili olmuştur. Yani Comte’dan itibaren böyledir yani niye ortaya çıkmıştır sosyoloji? Hadi böyle entellektüel faaliyet yapalım diye mi, felsefe zaten var. Psikoloji zaten var. Niye ortaya çıkıyor? Yanıyoruz! Avrupa toplumları sanayiyle birlikte o kadar allak bullak olmuş ki din ortadan kalkmış, bu insanları bir arada tutacak hiç bir şey yok. Comte’u da yazdıran, Durkeim’ı da yazdıran, Marx’ı da yazdıran şey budur aslında. O toplumun acılarına problemlerine, işçi sınıfının o perişan haline nasıl çözüm bulabiliriz? Dolayısıyla Bediüzzaman’ın siyaset bilimi açısından baktığında da tamamen aynı şeyi görüyorsun. Yani bu kavramları bileceğiz, ama hangi toplumda, hangi ortamda, neden ortaya çıktıklarına dair bir bilinçle bilmek durumundayız. Al bizim toplumumuza uygula, al bizim toplumumuzu analiz et ve onun üzerinden siyaset yap. Diyor ki: ‘’En tehlikelisi budur.’’ Yani kavramlara taşıdıkları ideolojik içerikle birlikte dikkat etmek gerekir. Çünkü o ideolojik içerik , tekrar söylüyorum, ya Heleniktir ki gerçekten öyledir, antik yunan felsefesi olmadan  modern felsefe yoktur, yani sosyoloji bile yoktur.  Yani baktığınız zaman hepsinin o geleneğe gönderme yaptığını görüyorsunuz. Ve ne zaman bunlar ön plana çıkıyor. Zaten feodal Avrupa’nın o kilise egemenliğiyle çöktüğü  yerde bunlar tekrar ortaya çıkıyor. Yani can havliyle kavramları sekülerleşme üzerinden…
 Zaten boşluk gibidir Ortaçağ Avrupası. Açın bir siyaset kitabını Aristo sayfalarca anlatılır, Platon sayfalarca anlatılır. Ama Ortaçağ düşüncesindeki kilise babalarının yapmış olduğu, üretmiş olduğu siyaset bilimi metinleri bir isim olarak geçer . Tak! 14-15. yüzyıla Machiavelli’ye gelirsiniz. Derhal oraya bağlanırsınız ki o da zaten tamamen seküler olarak kaleme alınmış ilk metinlerden bir tanesidir. Bir, batı siyaset bilimiyle bir uzlaşmazlık söz konusudur. İki, kavramlar nötr şeyler değildir. Onları taşıdıkları coğrafi, kültürel ve ideolojik içerikle birlikte anlamak gerekir. Dolayısıyla  biz bu kavramları alıp hemen bugünü analiz etmeye onlarla birlikte başlayamayız onları bir süzgeçten geçirmemiz gerekir. Onları bazen bir ters yüz etmemiz gerekir. Ya da onların içeriğine semantik bir müdahalede bulunmamız ve onları yeniden tanımlamamız gerekir. İşte aynı “meşrutiyet-i meşrua”da olduğu gibi aynı bu “merkeziyetçilik /adem-i merkeziyetçilik” kavramında olduğu gibi aynı “milliyetçilik”  kavramında olduğu gibi… “milliyetçilik”  kavramını da Bediüzzaman almıştır, milliyetçilk o zaman “ulusalcılık”.
Bediüzzaman “unsuriyetçilik” diyor ya da “menfi milliyetçilik” diyor. Döneminin en popüler kavramı. Çünkü bütün Avrupada’da da siyasi devletler yani bütün ulus devletler teşekkül etmiş ve onların üzerinden bu fikir bizim coğrafyaya gelmiş. Meşrutiyet ilan edelim, adem-i merkeziyetçi olalım, deniyor. Hepsi milliyeçi oluyor bunların, biz de milliyetçi olalım, deniyor. Yunan milliyetçiliği, Bulgar milliyetçiliği, Arap milliyetçiliği baş göstermiş ve dönüp Türkiye’deki ulusalcı damarı beslemeye  başlamış. Biz  napıyoruz, milliyetçilik kavramını alıp ulusalcılık şu tarihte ortaya çıktı, şunu yap. Bediüzzaman onu yapmıyor. Kavramı ayrıştırıp, değer yüklüyor ona. Aslında “menfi milliyetçilik” kavramı, milliyetçiliğin ayrılıkçı biçimde işlemesine ilişkin tüm yapıp etmeleri, tüm ideolojik bakış açılarını ifade eden bir kavramdır. Bütün modernleşmeci yaklaşımlar neyi savunuyorlardı: Ulus devletlerin oluştuğu bir çağdayız buna nasıl karşı durabiliriz ki… Dolayısıyla biz de onu alacağız ama nasıl gerçekleştirildiğine yine batılı modeller üzerinden bakacağız, diyorlardı. Modernleşmeciler de yine aynı şeyi söylüyor. 20. yüzyıl modernleşme literatürü de hala aynı şeyi söylüyor. O ise milliyetçiliğin ayrılıkçı olanı, etnik kimlikler üzerinden kendisini tanımlamaya kalkanı, ulusalcı kimlikler üzerinden kendisini tanımlamaya kalkanı bize uymaz. Çünkü biz Müslüman bir toplum olduğumuz için ümmet esası üzerinden hareket etmeliyiz. Dolayısıyla bizim siyasi birimimiz ulus devlet ya da etnik mikro milliyetçilik değildir. Yani ister Türk ol, ister Kürt ol, ister Çerkes ol ulus devletler düzleminde Türkiye kendi arka planına sırtını dönemez. Çünkü Balkan coğrafyası, Arap coğrafyası, Orta Asya coğrafyası arkasını dönebileceği bir şey değildir. İttihat, tesanüd, teavün ve bütün diğer olumlu şeyleri savunur. Dolayısıyla siyaset biliminin literatüründe bugün “ümmet” diye bir kavram yok. Ulus üstü olarak Birleşmiş Milletler, ulus üstü örgütlenmeler kavramı var. Bunu uluslararası ilişkilerde okuyorlar. Ama “ümmet” diye bir birim yok. Bu kavramlar üzerinden kendi siyaset düşüncemizi analiz etmek zorundayız. Yani “ulusalcılık”ı alıp uygulayamayız. “Meşrutiyet” alıp uygulayamayız. “Adem-i merkeziyet” alıp uygulayamayız. Kendi kavramsal temellerimiz üzerinden onlara müdahale edip kendimize bir yol haritası çizmemiz gerekiyor. Kendimize kesinlikle bir yol haritası çizmemiz gerekiyor. Ben kavrama semantik müdahalede bulunmamız gerekire bir şey daha ekliyorum: İslam sosyolojisi… İslam siyaset bilimi ya da İslami başka herhangi bir şey salt bilgi elde etmek için yapılan bir bilimsel faaliyet olamaz. İki şey olmalıdır. Uygulamalı olmak zorundadır. Mutlaka uygulamalı olmak zorundadır ve tam Marx’ın dediği anlamda praksis üzerinden düşünülmek zorundadır. Yani Bediüzzaman söylediği hiç bir şeyi, literatürde şu bilgi doğru değil ben bunu entellektüel olarak düzelteyim, diye geliştirmemiştir. Onun bize getirdiği bütün kavramlar siyaseten uygulamak için geliştirilmiş olan kavramlardır. Ve her zaman devlete konuşmuştur. Cumhuriyetin ilanından sonraki temel görüş anlaşmazlığı ortaya çıkıncaya kadar. Çünkü ‘’nasıl anlatılabilir ve anlatıldığında doğrusu yapılabilir’’ düşüncesi üzerinden hareket ettiği için. Dolayısıyla praksis… Sadece kazanılmamıştır,  verilmiştir de… Bir toplumun kavramı başka bir toplumu analiz etmez o zaman. Semantik müdahalede bulunmamız gerekir. Buna dayalı olarak kendi kavramlarımızla içini doldurduğumuz bir analiz yapmamız gerekir. Ddört, bu analiz mutlaka ve mutlaka pratiğe müdahalenin bir aracı olmak zorundadır. İşte Marx buna praksis diyordu. “Bugüne kadar felsefeciler hep dünyayı anlamaya çalıştılar. Halbuki bizim yapmamız gereken dünyayı değiştirmektir.” diyordu.
Bediüzzaman da aynı şeyi söylüyor: ‘’Bana dünyayı ayağa kaldıracağım bir manivela ver.” Bu olursa biz bütün dünyayı yerinden oynatabiliriz. O, taşın altına konulmuş manivela örneğini verir. İşte bilgi, bunun aracıdır. Sosyal bilim bunun aracıdır. İşte siyaset düşüncesi bunun aracıdır. Dünyayı bilmenin değil, dünyayı yeniden inşa etmenin bir aracıdır. Mesela doğu-batı karşılaştırmasıyla ilgili bir örnek anlatırken şunu söylüyor: “Batı dinden uzaklaşarak yükseldi.” Yani mekanizmayı tam tersinden kurmamız gerektiğini anlatıyor. Bütün modernleşme literatürü bize ne diyordu: Siyasette partilerin kurulması lazım. Ulus devletlerin kurulması lazım, çok partili parlamenter demokrasiye geçilmesi lazım, ekonomide dünya kapitalist sistemle eklemlenmek lazım, bunun için eğer dininiz faize karşıysa, Bellah bunu söyler çok net bir biçimde, o zaman dinin alanıyla ekonominin alanını birbirinden ayırmanız lazım. Yani modern toplum kompartmanlaşmış toplumdur. Din siyaseti ve din iktidarı belirlemeyecek diyordu. Yani modernleşme kuramının ana varsayımıdır bu ve kültürde sekülerleşme esası üzerinden işler. Din insanla Allah arasındaki bireysel bir meseledir. Osmanlı son dönem aydınlarına baktığımızda bunlar da çoğu, bizim İslamcılar diye ayrıştıracağımız kişilerin dışındaki herkes “Evet biz de bunları yapmadığımız için geri kaldık. Dolayısıyla bir an önce bunları yapmalıyız. Meşrutiyeti ilan etmeliyiz, azınlıklara bağımsızlıklarını vermeliyiz, iktisatta sanayiye geçmeliyiz, banka sistemini kurmalıyız. Banka sistemini kurmalıyız çünkü kapitalizm kredi ve faiz sistemi olmadan çalışmıyor. Sanal iktisadi hareket olması lazım yani kağıdın hareketi olması lazım, paranın ihraç edilmesi lazım.” diyordu. Dolayısıyla mesela ne zaman Osmanlı’da bankacılık sistemi ortaya çıkmıştır? En çökük olduğumuz zamanda. Bankacılık sistemini kim kurmuştur nerede kurmuştur, baktığınız zaman zaten, azınlık ailelerinin Osmanlı’da bankacılık sistemini, Beyoğlu’ndaki yeni yapılanmayı oluşturduklarını görüyorsunuz. Dolayısıyla Bediüzzaman böyle bir zaman diliminde yazıyor. Dolayısıyla bizimkiler diyorlardı ki: “Bir an önce bunları almamız lazım., saltanatın olmaması lazım. Hilafetin zaten olmaması lazım. Çünkü din esaslı herhangi bir şeyin, siyaseti ve ekonomiyi dini temellerle kapitalist olmaktan uzaklaştırabileceği bir sistem ilerlemeye manidir esası üzerinden hareket ediyorlardı. Bediüzzaman diyor ki:” Batılılar dinden uzaklaştıkça geliştiler, terakki ettiler. Bizse dinden uzaklaştığımız sürece kötüledik. Biz ancak dine tekrar döndüğümüz takdirde kendimizi ancak yeniden kurabiliriz.” Praksis dediğim nokta tam burada ortaya çıkıyor. Neye yarar bu bilgi? Osmanlı medeniyeti, toplumu yıkılırken üç tarz-ı siyaset ortaya çıktı: Batıcı tarz-ı siyaset, ulusalcı-Türkçü tarz-ı siyaset ve  islamcı tarz-ı siyaset. Bediüzzaman işte burada çok açık ve net olarak İslamcı tezi çekmiş, benimsemiş ve desteklemiştir. Yani bilgi için bilgi değil, bizatihi o an toplumda olup bitenlere müdahale etmenin bir aracı olarak bilgi… Ama elbette o günün koşullarını da değerlendiren bilgi. Ben bunu çok önemsiyorum yani kavram olarak diyor ki:” Eski hal muhal, ya yeni hal ya izmihlal” Burada tartışma bütün toplumsal koşulları, toplumsal yapıyı, inançları geri götürme çabası değildir. Artık hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağını o kadar net biçimde görüyor ki çünkü toprak kaybediyoruz, bir çok ulus bağımsızlaşarak bizden ayrılıyor, Anadolu’ya sınırlanıyoruz. Orada bile toplum sonuçta işgal altında vesaire. Bu siyaseti düzeltmek için tekrar bilgi… İki şeyin açıkçası ben ön plana çıktığını görüyorum. Bir, mesela Gandi örneği…Mesela bilgi, toplumsal hayata müdahale için gerekli olan bilgidir, demiştik. Bediüzzaman’ın o dönemde Avrupa mallarına dönük çok ciddi boykotları var. Ben buradan şunu çok net olarak tespit ettiği sonucunu çıkarıyorum. Mesela o dönem emperyalizminin işleyiş biçimini en az Rose Luksemburg kadar, en az Lenin kadar ve en az Gandi kadar görmüş olduğunu düşünüyorum. Çünkü bunlara baktığınız zaman aslında hepsi görmüşlerdi.  iki şekilde emperyalizm kendisini gerçekleştiriyordu. Bir, fiziksel işgaller yoluyla gerçekleştiriyordu. İki, sermaye ihracı yoluyla gerçekleştiriyordu. Ve o dönem çoğrafyasına baktığınız zaman Hindistan’ın İngiliz sömürgesi olarak öne çıktığını görüyorsunuz. Ve İstanbul’un İngiliz işgali altında olduğu bir dönem olduğunu biliyoruz. Bu dönemde fiili işgale karşı bir fiziki mücadele, savaş yani cihad diyebileceğimiz bir mücadelede bizatihi savaşmış bir insandır. İkincisi, ürünlerin coğrafyaya girmesi üzerinden başka bir alternatif
Nedir mesela Gandi’nin söylediği en önemli şey? İki şey yapmıştır: Bir, sürekli kumaş dokumuştur. Çünkü öyle bir geliyor ki sermaye yerli dokuma sanayiini ortadan kaldırıyor. Burada şunu çok iyi görmek lazım. Onun yaptığı gerici bir eylem değil. Yani daha ilerlemiş üretim biçimlerine karşı daha geri üretim biçimlerinin savunusu değildir oradaki. Tam tersine bir toplumun iktisadi temellerini sarsmakta olan bir şeye ilişkin bir müdahaledir. Aynı benzeri bir örüntüyü burada da görüyorsunuz  bunun durdurulmasına dönük bir çaba. İkinci olarak da İslamcı tezleri görüyorum. Burada da belki iki tane kavramı biraz ön plana çıkarmak gerekir diye düşünüyorum. Bunlardan bir tanesi “gerçek İslam” kavramı. Tabii Bediüzzaman bunu kullandığı için değil. Bunu ben kullanıyorum. Onun bunu nasıl yaptığını belki biraz göstermek istiyorum. Gelenekçilikle arasındaki farkı göstermek için… Dedik ya: “Eski hal muhal, ya yeni hal ya izmihlal.” Topyekün bir dini ve kavramsal yenilenme üzerinden gerçekleşmiştir. İslam’ın yeniden tanımlanması yani bir gerçek İslam anlayışı ortaya çıkar. Bu İslam kesinlikle geleneksel bir İslam değildir. Bunlar çok ciddi şekilde eleştirilir, apolitik olan her türlü İslami yapıp etme biçimi bir kere çok temelden eleştirilmiştir. Bunu milli mücadelenin desteklenmesinde görüyoruz. Gelenekçiler neyi savunuyorlar: “Halife savaşılmamasını söyledi, dolayısıyla savaşmamamız lazım. Halifeyi dinlememiz lazım.” Burada çok net biçimdeki tavrı şudur: Halife esirdir. Esir olan birisinden bu toplumu kurtaracak bir şey sadır olamaz. Dolayısıyla burada esas olan dini yeniden inşa etmemizdir. Dolayısıyla gelenekçi tezlerin, hocaların eski medreselerde dillendirilen tezlerin bugünkü insanı ikna etme şansı yoktur. Çünkü aslında modern bir insanla karşı karşıyayız. Seküler eğitim almaya başlamış bir insanla karşı karşıyayız. Artık onlara dininizi bu şekilde anlatamazsınız. Dolayısıyla yeniden kavramsallaştırmaya gitmeniz lazım. Bu çok İslamcı bir tez bence. Zaten İslamcılığın ana tezi budur. Yani gelenekçilikle bir hesaplaşmadır. Ali Şeriati’ye baktığımızda da onu görmüyor muyduk?  “Anne baba biz şuçluyuz” da olsun Safevi şiası Ali şiası tartışmasında olsun. Dine karşı din tartışmasında olsun. Yani din eğer afyon olarak işliyorsa ona karşı bir tavır geliştirilmesi gerekir yaklaşımını ben aynen Bediüzzaman’da da görüyorum.
 Medresetü’z-Zehra kavramı zaten oradan çıkar ve tamamen modern bilimi de bilecek ama medrese geleneğini de ayakta tutacak bugünün insanına bir şey anlatabilecek bir yapının ortaya çıkarılması. Şu bana daha önemli geliyor, burada statikocu bir yaklaşım yok. Bunun altını ben beş kere çiziyorum şahsen. Dedik ya sosyoloji, siyaset bilim uygulamalı olmak zorunda vesaire. Bu siyaset bilimin bir özelliği daha var bence ana misyonu, kesinlikle statikonun desteklenmesi değildir. Yani işlevsel sosyoloji gibi ya da çeşitli siyaset bilimi akımları gibi mevcut statikonun siyasi olarak temellendirilmesine dönük bir çaba hiç bir zaman söz konusu olmamıştır. Tam tersine eleştirel bir sosyal bilim geleneğinin temellerini atmıştır diyorum. Bu hem düşünsel hem eylemsel bir muhalefettir. Yani sadece muhalefete dair bir şeyler değil, tam tersine eğer bu bilim bu bilgi bu İslam, bu din geleneği teslim olmayı destekliyorsa, direnmemeyi destekliyorsa o zaman İngiliz işgali altında, İngilizler şunu savunuyorlar ya: ‘’Biz sizin dininizi daha iyi yaşamanızı sağlayacağız.’’ Yani merak etmeyin o kadar kötü yöneticiler tarafından yönetiliyorsunuz ki bizim iktidarımızda siz daha çok mutlu olacaksınız tezleri ve bu tezleri destekleyen din adamları var. O zaman Bediüzzaman meşayihde, fetvalar falan veren bir birimde çalışıyor.
 Fetva ver, tam işte safevi şiası ol diyor yani. Buradaki siyaset bilim bilgisi dediğim gibi buraya da müdahil olan bir bilgi artı kendisini İslamcılık düşüncesinde gösteriyor. Bunun en tipik örneği medresetü’z-zehra projesidir. Tabii hiç gerçekleşmemiş olması ayrı bir şanssızlık diyelim. Ama nasıl bir siyaset, nasıl bir sosyal bilim, bunların nasıl yeniden kurulması ve ne için yeniden  kurulması? Toplumun yeniden inşası için, anti-emperyal mücadele için yeniden kurulması. Yani çok açık ve net olarak anti-emperyalisttir. Pratik bir sosyal bilim geleneği ortaya çıkarmıştır. Ama ne zamandan sonra bunun daha farklı bir boyuta daha bir sivil itaatsizlik boyutuna geldiğini görüyoruz? Muhalefet merkezi, ülkenin içine kayınca, yani işgal ortadan kalkıp da tartışma içi tartışma haline geldiği andan itibaren yeni bir kavramsal dil üzerinden konuşmaya başlıyor. Bana kalırsa o da kesinlikle politik olmamasından değil yani insanları koruyarak içeride bir politika yapılabileceğine dair yeni bir kavramlaştırma geliştirmesinden kaynaklanıyor. Ve bu andan itibaren de bence artık sivil itaatsizlik literatürüne geçmiş oluyoruz. Yani 2. ve 3. Said dönemlerini ben siyaset bilimi açısından okunacak olursa sivil itaatsizlik geleneği üzerinden değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü çok net ve açık olarak da ifade etmiştir zaten belki buna dair şeyler yazmamıştır ama diğerleri için yazdığı gibi. Mesela bir Fütühat-ı Sitte gibi bir metin belki yok şu an elimizde ama uygulamaya pratiğe baktığınızda kavramları uygulamak, kavramları yeni bir içerikle doldurup uygulamak, o andan itibaren bence yine literatürde olan bir şeyi kullanıyor.
Artık meşrutiyet tartışması geçmiş. Cumhuriyet tartışması da geçmiş. Demokrasi tartışması da geçmiş. Ama eski tez zaten duruyor. Meşrutiyet-i meşrua, cumhuriyet-i meşrua, yani musavat ama meşru şeyler çerçevesinde. Ama 2. ya da 3. dönemlerde praksis boyutuna baktığımız zaman ne gördüğümüzü söylersek bence yeni bir kavramsal şey üzerinden sivil itaatsizlik devreye giriyor. ‘’Uymayacağım yani tanımıyorum ama bir şey de yapmıyorum.’’ İşte Gandi de tam olarak bunu uygulamıştı. Yani senin hukukunu tanımıyorum, ona uymuyorum. Birinci sınıf ikinci sınıf insanlar Afrika’da da ırk ayrımcılığının olduğu dönemde de ısrarla binmek yasak olan yere biner, ‘’şunlar birinci sırada gider, şunlar ikinci sırada gider’’ kuralına uymuyor ama şiddet kesinlikle yok. Dolayısıyla şimdi bunun için şunu söylüyorum bugünkü Bediüzzaman okuması üzerinden baktığımız zaman Bediüzzaman neye karşı değildi üzerinden Bediüzzaman okuyoruz. Bediüzzaman hiç muhalif biri değildi, sanki hiç bir şeye bir eleştri getirmemişti. çok uyumluydu, çok diyalogcuydu. Yok öyle bir şey. O kadar net ki. Elbette diyalog olması gerekir. Elbette Bediüzzaman özellikle içerde, özellikle müslümanlar arasında yaşanacak her türlü şiddete karşı olan bir insandı. Bediüzzaman asla bugünkü anlamda diyalogdan yana olan birisi değildi. Neden değildi? Çok açık bir örnek var: Birisiyle görüşür müsünüz diyorlar da “Elbette. Bizim  sonuçta alıp veremediğimiz yok, onlar da Hz. Allah’ı kabul ederlerse, Hz. Peygamberi kabul ederlerse, onlar da ehl-i necattır. Bizim buna söyleyeceğimiz bir şey yok.” diyor. Ama bugün gelinen noktada Bediüzzaman düşüncesi üzerinden Euro İslam kavramı meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Bediüzzaman buna izin vermez, yani ne kadar kasarsan kas olmaz. Ama neden olabiliyor? Biz Bediüzzaman’ı bilmediğimiz için oluyor bence. Bu çok açık, Bediüzzaman şöyle bir şeyi kabul etmez: Avrupa İslamı… Yeniden bir Avrupa islamı üreteceksek belli rükunları iptal etmemiz lazım. Bediüzzaman böyle bir şeyi ne 1. ne 2. ne 3. döneminde kabul etmemiştir. Ne pahasına olursa olsun ya da buradan taviz vererek diyalog falan diye bir şey yok. Herkesle konuşuyor ama tebliğ etmek için. Tebliğ etmek için, ona göre kendini ayarlamak için değil. Bu bence çok önemli bir nokta. Sosyoloji de siyaset bilimi de bu şekilde işleyemez. Siyaset bilimini kullanalım, o zaman ne üzerinden ne olması gerektiğini tanımlayalım, hayır! Biz siyaset bilimi nasıl yapıyoruz üzerine kafa yormamız lazım. Bizim kendi kavramlarımız üzerine düşünmemiz lazım.  “Underclass” mesela, son zamanlarda ben bu meseleye biraz kafa yoruyorum. “Underclass” sınıf altı yani, yani sınıf bile değil, o kadar altı olan kesimi tanımlamak için kullanılıyor. Şimdi kavramı al, bizde de var mesela ‘’Tarlabaşı, underclass mıdır? Tarihi yarımada underclass mıdır?’’ tartışması yürütülüyor. Şimdi literatüre baktığın zaman” underclass”  Marx’ın bile inanılmaz değer yargısıyla tanımladığı bir şey , yani iflah olmazlar kategorisi gibi bir şey, ‘’suçlular fahişeler, serseriler ’’ Marx öyle tanımlıyor. Çünkü endüstriyel rezerv ordusu bile olamayacak kadarlar. Yani mevcut işçiler işten çıkarıldıklarında sokaktan toplanıp yerlerine işçi yapılamayacak kadar düşmüş insanlar ve yerden yere vuruyorlar bunu. Yani yoksulluk kavramının  bile ideolojik içeriğine baktığınız zaman inanılmaz olumsuz. “Bunun çoğalmasını önlememiz lazım, çünkü bunlar hem erken evleniyorlar hem çok çoğalıyorlar. Dolayısıyla toplumumuzun gelişmesine mani oluyorlar. Bizim bunların ürememesini, geç evlenmesini sağlayacak mekanizmalar geliştirmemiz lazım, artı bu zenginlerin de daha erken evlenmelerini, daha çok üremelerini…’’ Mendel’in fasülyeleri var ya oradan hareketle sosyal bilimde egenizm düşüncesi gelişiyor. Yani ciddi cidddi tartışılıyor. Ya da bunlara yardım etmemeliyiz. Çünkü yardım edersek yaşarlar.
1960’dan sonra, aslında biz Bediüzzaman’ı yani nurcu olmayan insanlar okumadı. Tabii  cemaat bir şey okuyordu kendi içinde, ama içerde de bunların bir kısmının hiç okunmadığını, redd-i miras edilerek devre dışı bırakıldığını düşünüyorum. İki, farklı okuduğumuzu; üç, bir şeyleri desteklemek için onu sürekli ayet hadis gibi Bediüzzaman metinlerini kullandığımızı düşünüyorum. İki bakımdan doğru değil. Bir, siyasi duruşu çok bozan bir şey. Bediüzzaman’a hürmet eden, sevip sayan kişilerin bunu anlaması lazım  en azından bunun engelendiğini düşünüyorum. İki, sosyal bilim akademisyenleri açısından Bediüzzamn’ın neredeyse hiç değerlendirilemeyecek bir kaynak haline getirildiğini düşünüyorum. Bu da çok ciddi bir sakınca. Çünkü zaten kaç insan var? Bu çok önemli kaynaklardan bir tanesi. Dolayısıyla  belki şöyle bir şey yapabiliriz, geriye dönük olarak tekrar yeniden okumak. Bu sadece benim görebildiğim ki sürekli bu konuları çalışmıyorum. Yani ilgilendiğim dönemde benim. Bir de üç, şu bakımdan önemli olabilir. Hani bilginin İslamileştirilmesi tartışmaları vardı. İşte yapmış.
 İslam sosyolojisi şöyle olmalıdır böyle olmalıdır dediğimiz her şey Bediüzzaman’da var. Kavramsal olarak yeniden üretmemiz lazım. Benim hassaten ricam özellikle sosyal bilimci olan arkadaşların bu tür insanları kendi hangi analiz araçları olarak hangi kavramaları ürettikleri bakımından incelemelidir. Bizim sorunumuz şu: Biz eleştirel düzeyde harikayız. Batı sosyolojisini eleştiriyoruz, yerine ne koydun deyince, kaç kavram koyduk yerine, kaç tane şey bizim kavramlarımız üzerine analiz ediliyor işte biraz İbn-i Haldun, biraz şu, biraz bu filan. Dolayısıyla bu kaynakları bizim bizatihi tarihi, siyaset sosyolojisi tarihi olarak değil de  nasıl Marx’ı bugün hala kullanıyorsak, nasıl praksis bizim için hala önemli bir kavramsa, Leviathan hala bizim için azmanlaşmış devleti ifade eden bir kavramsa buradaki bazı kavramaları da o şekilde kullanılabilir olarak literatüre almak lazım. Ben size böyle bir kaynak var anlamında söylüyorum ama buraya kafa yormamız lazım. Tekrar okumamız lazım, tekrar üzerine düşünmemiz lazım, tekrar bugünü anlamak için oradan hareket etmemiz lazım.
Ses kaydından deşifre eden: Aslı Öztürk

{jcomments on}

Önceki Yazı

Enneagram Sıfır Merkezli İnsan Programı

Sonraki Yazı

Prens Sabahattin ve Sosyolojisi

Bunlar da ilginizi çekebilir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir