Gazeteci – Yazar Taha AKYOL
5 Haziran 1999
“Türkiye gibi sosyal bilim zihniyetinin gelişmediği ve devletin insanlara nasıl düşünmesi konusunda baskı yaptığı, kendi doğrularını dayattığı ülkeler için “tarihe nasıl bakmalıyız” sorusu çok önemlidir.
Bizim geleneğimizde tarihteki büyük zatlar, hiç zaafları olmayan ideal modeller olarak gösterilir. Cumhuriyet döneminde ise genellikle Osmanlı’ nın iyi gördüğüne kötü denilerek, benzer bir metod takib edilmiştir. Halbuki tarihe bakarken tarihi yapan insanların hem meziyetlerine, zaaflarına hem de içinde yetiştikleri toplumun kültür düzeylerine bakmak, kısacası tarihi sosyal bilimler açısından incelemek gerekir. Mesela Fatih Sultan Mehmet’e bu gözle baktığımızda görüyoruz ki Fatih, Osmanlı Devleti’nde Türkmen geleneklerini ve İslam Hukuku’nu Devlet Hukuku’na geçirme konusunda en büyük hukuk reformunu yaptı. Fakat kurduğu merkeziyetçi devlet o günkü problemleri çözmede yarar sağlarken beri taraftan Cumhuriyet’in de merkeziyetçiliğini hazırlamak suretiyle, Türkiye’deki bireysel hak ve özgürlüklerin gelişmesini engellemiştir.
Bizim tarihimiz Cumhuriyet, Osmanlı, Selçuklu dönemleri ve İslam tarihiyle bir bütündür. Kişi, hem dünya tarihine hem de kendi tarihine, önceden tarif edilmiş iyi ve kötü kavramıyla değil, analitik (tahlilci) bir gözle bakmalı.
“Osmanlı’da ve İran’da Mezhep ve Devlet” kitabını yazmamın birkaç sebebi var. Bir tanesi; Türkiye’de Alevi-Sünni meselesinin gittikçe önemli hale gelmesidir. Diğeri ise; “Türkiye, İran olmayacaktır.” diye sokaklarda bağıran bir takım insanların girdiği paranoyadır.
Bazı kimselerin “Türkiye, İran olmayacak” diye slogan atmaları, Türkiye’deki her dini tezahürü İran’ daki gibi bir gelişme olarak görmelerindendir. Korkunun sebeplerinden birisi olan Türkiye’deki türban, irticanın değil modernleşmenin simgesidir. Türkiye ve İran iki ayrı dünyadır ve yaşanan korku tamamen abestir, Osmanlı geleneğinden gelen “Ulü’l-emr’e itaat” kavramı, Türkiye’ de devlete itaat olarak algılanır. Sünni İslam’da devlete karşı isyan olmaz. Halife, bey, sultan veya cumhurbaşkanı kimse, “Ulü’l-emr” o dur ve ulema devlet memurudur. İran’ da ise “Ulü’l-emr” e itaat devlete değil imamlara itaat olarak anlaşılmıştır. Genelde Sünniler hep iktidar olduğu için devlete hep Şiiler isyan girişiminde bulunmuşlardır. Yani Şii halkın geleneğinde zaten devlete karşı gelmek vardır.
Alevi-Sünni meselesini araştırmak, Osmanlı tarihine mezhep ilişkileri açısından bakmak demektir. Halbuki biz Osmanlı tarihini araştırırken bugüne kadar savaşlar, antlaşmalar vs. açısından baktık. Fakat araştırdıkça mesela Türkmen olan Şeyh Edebali’ nin hem Sünni Hukuk alimi hem de Rifai tarikatına mensup olduğunu gördük. Böyle gerçeklerle, biz kendimiz araştırma yaptıkça karşılaştık, bu da bize tarihe bakış açımızı ne kadar genişletmek gerektiğini gösterdi.
İslamiyet’in tarihteki medeni misyonlarından biri, göçebe kavimleri yerleşik medeniyete geçirmek olmuştur. Bozkır göçebeleri olan Türkler’in bir kısmı yerleşik hayata geçene kadar İslamiyet’i kabul dışında bir şey öğrenememişlerdi. Daha sonra kimisi tekkeye, türbeye giderek, kimisi de medreseye giderek kent refleksi kazanmıştır. Eğitim düzeyinin ve kaynağının farklılığı dini inançtaki ve hayat tarzındaki farklılıkları meydana getirmiştir. Fakat bütün bunlar anlaşmazlıkların asıl sebebi değildir.
Kurumsallaşmanın olmadığı, ilişkilerin geleneklerle yürütüldüğü aşamada Aleviler ile Sünniler’in farklılaşmadığı fakat hukuk, divan, ilmiye gerekince ayrışmanın, çatışmanın ortaya çıkmaya başladığı görüldü. İşte bu yüzden tarihteki Alevi-Sünni ihtilafları, Alevi halkla Sünni halk arasında değil Aleviler’le Osmanlı Devleti arasında olmuştur.
Alevilerin mensup olduğu Bektaşilik, devlete entegre olduğu ve kentli olduğu için Osmanlı’yla arasında ihtilaf olmamıştır. İyi ilişkiler II. Mahmut’a kadar bozulmadan devam etmiştir. Bugünkü cumhuriyetin de bir ölçüde hazırlayıcısı olan merkezi devlet yapısı II. Mahmut zamanında oluşmuştur. II. Mahmut modern donanımlı bir ordu kurarken Yeniçeriler’in ilgisinden dolayı tehlike teşkil eder düşüncesiyle Bektaşilik kurumunu dağıtmıştır. Bu da Bektaşilerle ilişkilerin bozulmasına sebep olmuştur.Göçebe Türkmenlerle ihtilaflar ise hep yaşanmıştır. Çünkü Türkmenler kışın ovaya, yazın yaylaya binlerce hayvanla göçerken bağlar ve bahçeler zarar görüyordu, devletin de bunları bastırmasıyla kavga çıkıyordu. Tamamen sosyolojik olan bu probleme, Alevilik-Sünnilik olarak bakmak yanlıştır.
Coşkulu, cihada, gazaya dönük anlayışı temsil eden Türkmen gelenekleriyle devlet kurulmuştu. Fakat bu devleti yönetmek için orduyu, medreseyi, bürokrasiyi kurmak gerekiyordu. Yani Türkmen gelenekleriyle kurulmuş olan devlet, artık Türkmen gelenekleriyle yönetilemiyordu. Onun için Orhan Gazi İznik’te ilk medreseyi açtı. Bu aynı zamanda Türkmen türü Müslümanlıktan uzaklaşıp daha kitabi bir din anlayışına geçişi de ifade ediyordu. O dönemlerde devletin gücü, yönetim gücüyle de ilgiliydi ve Osmanlı Devleti’nin büyük başarısı da uygulamaya başladığı bu yönetim biçiminden kaynaklanıyordu. Avrupa’da feodalitenin sebep olduğu katliam ve soygunlar yaşanıyor, mezhep savaşları yüzünden kan gövdeyi götürüyordu. Osmanlı ise artık güçlü ve kendinden emin olduğu için barış ve sükun içinde yaşıyor, onun saçı berikinin itikadıyla uğraşmıyordu. Fakat tarihe çok yönlü baktığımızda bu güçlü devletin yapısından dolayı toplumsal dinamiklerin gelişmesini de zorlaştığını görüyoruz. Bu gelenek şimdi de devam ediyor. O nedenle şimdi Türkiye’de devletin güçlenmesi yerine gücünün sınırlandırılması gerekiyor. Nasıl ki Osmanlı çağının gereği güçlü devlet idiyse piyasa ekonomisi, hak ve hürriyetler, liberal değerler ve demokrasi gibi kavramlar da bu çağın gereğidir. Her şeye müdahale eden devlet, günümüzde artık dünyanın hiç bir yerinde ülkesine hizmet edemiyor. Dikkat ederseniz onun için dünyanın en gelişmiş ülkeleri aynı zamanda en hür ülkeleridir.
Bizde merkezileşmenin sıkıntıları 17.y.y.’ dan itibaren ortaya çıkmaya başlamıştır. Avrupa’ da bireysel girişimcilik, burjuvazi önem kazanıp devletten daha büyük dinamizm ortaya koyarken devlet kavramına dayanan Osmanlı yavaş yavaş geride kalmıştır. Türkiye ve genelde İslam kültürü tarihimizin hiç bir döneminde yaşamadığı kadar büyük bir tecrübeyi yaşıyor. Toplumsal insiyatif, toplumsal hareket, bireyin kendini ifade etme talepleri ilk defa bu kadar ön plana çıkmıştır. Bu Türkiye için büyük iddiadır, büyük istikbale işarettir.
Çağımızda insanların rahat düşünebilmeleri için rahat hareket etmeleri lazım. Hazırola geçirip bekletirsen yorulur ve yığılıp kalırlar, yükü taşıyamazlar. O halde bırakın geçsinler, bırakın yapsınlar.”
Not: Programın özeti, deşifre üzerinden yapılmıştır.
Hazırlayan: Emir Sultan Baryaman