Klinik Psikolog Hülya Gök ile Sufizmin İnsan Tasavvuru

Hazırlayan: Yorum yapılmamış Paylaş:

Sufi Psikolojisi

Sûfîler, insanın, beden ve ruhtan müteşekkil bir varlık olduğunu göz önünde tutmuş; bir yönüyle süflî, diğer yönüyle ulvî nitelikler taşıdığını belirtmişlerdir. Bu sebeple insanın aslını bozacak tuzaklara karşı, birtakım tedbirler alarak belirli yöntemler ile kendini korumasını telkin ve tavsiye etmişlerdir. İnsan tabiatı, kalp, nefis, ruh ve akıldan tertip edilmiştir. Bu tertip aynı zamanda onun kemâle ulaşma yolundaki temel taşlarını da belirler.

Kalp

Kalp “İç ve öz” demektir. Bir şeyin altını üstüne getirmektir. İbn Arabî’ye göre kalp “nefs-i nâtıka ile ruh arasında yer alan nuranî bir cevherdir. İçi ruhu, bineği de nefs-i hayvanîdir.”

Gazzalî ’ye göre kalp, bir latife-i Rabbâniye-i ruhânîyedir. İnsanda anlayan, âlim ve ârif olan bu kalptir. Hitap edilen, ikab ve itab edilen ve aranan yine bu kalptir.

İranlı mutasavvıf ve psikolog Nurbahş’a göre “Kalp, nefis ve ruh arasına yerleştirilmiş parlak bir nur cevheri olup, bütün marifetin mahalli, ruhun kemâlâtı ve varlığın farklı mertebeleri vasıtası ile ilahî tecellilerin mükâşefe mahallidir.”

Şafii fıkıh âlimi İzzuddin Abdüsselam Makdisi (v.660/1262), kalbin zahirinin; toprağa, bağlı, süflî ve karanlıkları olduğunu ifade etmektedir. Ona göre, kalbin batını semavîdir, ulvîdir, nurludur ve ruhanîdir. Kalbin zahirinin karanlığı ise, tabiî ve beşerî kuvvetlere bağlı kalmasındandır. Kalbin bâtının latifliği ise, rabbanî, ruhanî ve ulvî olan melekûta teveccühünden kaynaklanmaktadır. Kalp oraya ne kadar çok teveccüh eder, yüzünü o tarafa karşı çevirirse o kadar çok melekûtun nurları onun üzerine gelir.

Sûfî yöntemlerin başında, kalbin nurlanması ve yüzünü melekût âlemine çevirmesi için sâlikin öncelikle zikir ile meşgul olması gerekmektedir. Ancak böylelikle benlikten kurtulabilir. Çünkü nefis, benliktir. Beden kalıbına tevdi edilen ve kötü huyların mahalli sayılan latifedir.

Nefs – Ruh

Sûfîlerce benliğin menfi tarafına nefis, müspet tarafına ise ruh denir. Ruh, beden kalıbına tevdi edilmiş Rabbâni bir latifedir. Ruhun ilahî menşeili olduğunu gösteren ayet ise “Âdem’in yaradılışını tamamladığım zaman ona ruhumdan üfürdüm” ayetidir.

Bitkilerde nebatî ruh, hayvanlarda ise hayvanî ruh vardır. İnsan ise büyüme, gelişme ve üreme ile nebatî ruh; his, irade ve hareketleri ile hayvani ruh; düşünme ve muhakeme gibi davranışları ile insanî ruh olmak üzere üç ruhla birlikte mevcuttur. Nefis ruhun alt kademesinin, ilk derecesinin adıdır. Nefis yukarıya doğru safiyet kazandıkça nefis özellikleri zail olur ve mutmainne derecesine eren nefis, nefis olmaktan çıkıp ruh özelliği kazanır.” İnsanı eşref-i mahlûkat kılan akıl ise kısıtlı olması ile birlikte, onun kalp ve nefs arasındaki muhakemeyi yapabilmesine imkan vermektedir.

Kur’ân ve hadisler, evrenin bir parçası olan insanın, doğuştan getirdiği bazı temayüller ile birlikte fıtratının temiz yaratıldığını beyan ederken (ahsen-i takvim) âlimlerin ekserisi de Allah’ın, kınanan zaafları fıtrata derc etmiş olsa onlardan kurtulmanın imkânsız olacağını ifade etmektedir. Dünyanın bir imtihan yeri olması, imtihanın da mümkün olabilmesi hayır ve şer gibi birbirine zıt kabiliyetlerin varlığını zorunlu kıldığından, insan şehvet, gadab, hırs, zalimlik vb. gibi sonradan kazandıklarına nispeten bazı cüzî ve fıtrî duygularla doğmuştur. Yaradılışın bu özelliği, insanın hayır yeteneklerini kullanması yönünde terakki ederek ‘âlâyı illiyyin’ diye tabir edilen yükseklere çıkabildiği gibi şer yeteneklerini kullanması ile de en alçak derece olan ‘esfel-i safilin’e inebileceğini göstermektedir.

Tasavvûfî fikirlerine geniş yer verilen ve tabakât kitaplarında kelam, hadis, fıkıh ve tasavvufta bir otorite olarak kabul edilen Haris El-Muhasibi (v.243/857)’ ye göre “nefis çift kutuplu olup iyiliğe de kötülüğe de mütemayildir. Ruhun ahlâkî ve aşkın nitelikleriyle, süflî ve şehevî illetlerinin tanınıp bilinmesi, insanın mahiyetinin hakkıyla kavranabilmesi, nefsin sınanıp imtihan edilmesiyle ancak mümkün olmaktadır. Bu yüzden sûfîlerce insana düşen aslî vazife nefsi arzu ve isteklerinden alıkoymak ve devamlı surette onu kontrol etmektir.

Sûfîlere göre nefis, kula ait vasıflardan illetli olanları, insanın kötü huy ve fiillerinin kaynağıdır. İnsanın illetli fiilleri de ikiye ayrılır: İradesi ile kazandığı günahları, isyanları gibi yasaklanmış fiilleri; diğerleri ise kibir, öfke, kin, hased gibi nefsin aşağı ve bayağı huylarıdır. Ancak sûfîler nefsi tek ve sabit olarak değil aşağıdan yukarıya terbiye ile birlikte değişen başlıca yedi bölüme ayırırlar. Bu bölümler en aşağıdan ‘nefs-i emmâre’den başlamaktadır. 

Nefs-i emmare: tüm kötü huy ve fiillerin oluştuğu, geliştiği kalp ve ruhun etkisi altına girmemiş, tamamıyla hayvanî sâiklerle beslenen insana kötülüğü emreden nefistir.

Nefs-i levvame: yine hayvanî sâiklerle beslenir ve kötü huy ve fiilleri yapar ancak yaptığı kötülüklerin farkına varıp pişman olur, tövbeyi hatırlar.

Nefs-i mülheme: tövbelerinden sonra kötülüklerine dönmeyi azaltmış, kısmen ruhun etkisine açılmış ve ilham ile keşfe mazhar olmaya başlamıştır.

Nefs-i mutmainne: o kötü ve çirkin sıfatlardan tamamen kurtulmuş, itmi’nana ermiş ve itaatkâr olmuş nefis mertebesidir.

Nefs-i radiyye: kendisi ya da başkaları hakkında tecelli eden kaza hükümlerine tereddütsüz teslim olmuş, rızâ gösteren nefis mertebesidir.

Nefs-i merdiyye: bu mertebeye gelmiş kulun Allah’tan ve Allah’ın da kulundan razı olduğu mertebedir ve son olarak

Nefs-i kâmile: artık tüm marifet sıfatlarını kazanarak irşad mevkiine yükselen ‘insan-ı kâmil’in mertebesidir, artık bu mertebe kesbî değil vehbîdir.

Akıl

Nurbahş’a göre akıl kavramı; Kuran’da zikredildiği üzere yaradılıştan sınırlandırılmış olan bir yetidir. Akıl “Bağlantı veya bağlanmak anlamlarına gelen ve ön koşulu sınırlandırılmış olan bir kavramdır. Yılmaz’a göre ise; Allah’ın yarattıklarının ilki, akıldır. Aklın yaradılıştan sınırlandırılmasına mukabil, kalbin idrakinin üstünlüğü aklın bilgisinin de ötesindedir. Kalbin eşyanın hakikatine vâkıf olacak üstünlüğü Kuran’da zikredilmiştir. Buna dayanarak sûfîler, genellikle akıl yerine kalp kelimesini kullanırlar.

Kalp, ruh, nefis ve akıl arasında şöyle bir ilgi kurulmaktadır:

“Bir ruhta şehvet galip gelince nefis; ruh haram olan kısmıyla şehveti yenince akıl; ruh bu yolda sebat edip iman özelliklerine sahip olunca kalp adını almaktadır.”

“Kendilerine ilim verilenler, Kur’ân-ı Kerîm’in Allah tarafından indirilen hak bir kitap olduğuna inanmışlar ve Ona kalpten bağlanmışlardır.” (Hac 22/46)

“Onlar kalpleriyle ile anlar ve aklederler. Ancak inanmayanların kalpleri bu gerçekten habersiz olduğu için (Mü’minun 23/63) tıpkı, kulakları ve gözleri gibi kalpleri de körleşmiştir.(Hac 22/46)” ayetleri kalbin düşünen ve akleden yönüne vurgu yapmaktadır.

Uyanık’a göre, kalbin anlamaması ve idrak etmemesi söz konusu değildir. Ancak kalplerin bu idraklerinin kapanmasını o şöyle açıklamaktadır: İşlenen her günah ve yapılan her kötü hareket, ruhun merkezi olan kalpte kararmayı başlatır, ruhun ışığı söner. Bu ışık sönünce insan yalnızca baş gözüyle görüp, baş kulağı ile işitir, üstelik bunları gerçek olarak algılamaya başlar. Bu sürecin sonunda insan sadece hevâ ve hevesiyle davranan nefisten ibaret bir varlık haline gelir. Ahlâk sistemleri, insanı ahlâkî kötülüklerden arındırıp, erdemlerle donatılmış bir birey haline getirmeyi gaye edinmektedir. Bundan dolayı ahlâk felsefelerinde, daha ziyade nefis ve bedenden meydana gelen insanın ruhî yönü konu edinilmiştir. Nefis- beden ilişkisi, irade, akıl ve hevâ ilişkisi, hevânın kontrol altına alınması, iyi, kötü kavramları şahsiyet ve karakterin bir yönünü ifade etmesi açısından da ahlâk; bireyin manevî yaşantısını içermektedir. Birey yapısında karakter kelimesiyle, ferdin ahlâkî davranışlarının yönü ve tutarlılığı kastedilmektedir.

Gazzalî’ye göre ahlâk, nefiste yerleşmiş bir şekil ve hey’etten ibarettir. Düşünüp taşınmaya lüzum görmeden bütün işler suhûlet ve kolaylıkla bundan sadır olur. Akıl ve şeriat bakımından övülen ve güzel sayılan işler bu hey’etten meydana gelirse, buna güzel ahlâk, şayet kötü işler meydana gelirse ona da kötü ahlâk, çirkin huy denir. Ona göre burada dört husus vardır:

İyi ve kötü işler,

Bunları yapmaya güç yetirmek,

İyiyi, kötüyü, güzeli ve çirkini bilmek,

Nefiste yerleşen bir hey’et ile güzel veya çirkin tarafına meylederek güzel veya çirkinden birini yapmağı kolaylaştırmaktır. 

Şu halde ahlâk, nefsin hey’etinden ve batınî suretinden ibarettir. Güzel ahlâk denmesi için ona göre şu dört rükün de tenasüp ve itidalde olmalıdır.  Bu dört rükün ise:

İlim kuvveti; iyiyi, doğruyu ve yalanı, hak ile batılı, güzeli ve çirkini kolaylıkla ayırt edebilecek duruma gelmek, bu da hikmetin elde edilmesiyle olur. Hikmet ise şeriat ve aklın işaret ettiğidir.

Gazap kuvveti; azalıp çoğalmasının hikmete uygun olmasıdır.

Şehvet kuvveti; güzellik ve salahı hikmete uygun olmasıdır.

İtidal kuvveti; şehvet ve gazabı, akıl ve şeriatın işaretinin altında zapt etmek olarak açıklamaktadır.

Gazzalî “Şecâat ahlâkından; kerem, necdet (cesaret ve şiddet), şehamet (zeyreklik), âlî himmet sahibi olmak, tahammül, hilm, yumuşaklık ve mülâyemet, sebat, metanet, hiddeti yenmek, vakar, meveddet ve benzeri iyilikler doğar, demektedir. Ona göre, şecâat makbul bir ahlâktır, ifratı ise tehevvürdür. Yani sonunu düşünmeden işe atılmaktır. Bundan salf (aşırı derecede böbürlenmek ve husumet), bezah (büyüklenmek), istişata (süratle hiddetlenmek), kibir, ucub gibi haller doğar, daha ileri boyutu olan tefritinden ise mehane (hakaret), zillet, ceza (feryad ve sabırsızlık), hısset (alçaklık) aşağılık duygusu ve hakkını alamamak gibi kendini küçük görme ve makbul olmayan bir utangaçlık hali doğar” demektedir.

Makbul olan ve övülen iffet ahlâkı’na gelince; bundan seha, hayâ, sabır, müsâmaha, kanaat, vera (şüpheli şeylerden kaçınma, letafet, müsaade, yardım, zarafet (zeyreklik), tama’ azlığı gibi haller doğmaktadır. Bu hallerin ifrat veya tefrite meylinden ise; hırs, şereh (oburluk), vikahet (yüzsüzlük), pislik, tebzir (israf), taksir (cimrilik), riyâ, iç yüzü açığa çıkıp rezil olmak, sonunu düşünmeden yapılan işler, abes, haset, temellük (yaltaklanma), şemâte (başkasının felaketine sevinme) zenginlere karşı zillet, fakirleri horlamak ve benzeri kötülükler meydana gelmektedir.

Gazzalî’ye göre; iyi ahlâkın aslı hikmet, şecâat, iffet ve adalettir. Allah’a ancak ruhumuzla, daha doğrusu ruhumuzun müspet tarafı, iyi seciyye ve karakteri, yani güzel ahlâk ile yaklaşabileceğimizi ifade etmektedir.

Gazzalî insanın, Allah’a yakınlık veya uzaklık derecesine göre bahtiyar veya bedbaht olacağını çünkü bedenen Allah’a yakınlığın imkânsız olduğunu, yakınlığın ancak ruhen mümkün olacağını ifade etmektedir. Yine ona göre, ruhunun şahsiyeti müspet olanlar, karakteri, ahlâkı güzel olanlar Allah’a yakın insanlardır. Ruhun ve şahsiyetin olumlu anlamda tekâmülü ise Esmâ’ül-Hüsnâ ile ifade edilen ilahî sıfatların kişide vasıf olarak bulunması ile mümkündür.

Tasavvufta insan, Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanması gereken varlıktır. Sûfî, insan olmak bakımından şahsiyet terbiyesini tamamlamak üzere çıktığı yolda, Allah’ın sıfatlarıyla vasıflanmak istemektedir. O halde tasavvufî ahlâk eğitiminin ve değerlerinin temelin de ontolojik olarak Allah vardır. Sûfî kendi nefsinden arındıkça, O’ndaki sıfatlara doğru yol alır. Sûfî kendi nefsini bağlayan esaret zincirlerinden kurtularak, onlara nazaran kendini koruyarak Allah’a yönelmeye çalışan kimsedir.

 

Sufi Psikolojisinde İnsanın Anlam Arayışı

Sufizmde; insanda ruhun ve şahsiyetin olumlu anlamda tekâmülü Esmâ’ ül-Hüsnâ ile ifade edilen ilahî sıfatların kişide vasıf olarak bulunması ile ve bu vasıflar yönünde varlığını ve anlamını bulması yönündedir. Tasavvufta insan, Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanması gereken varlıktır. Sûfîzmde insan; insan olmak bakımından şahsiyet terbiyesini tamamlamak üzere çıktığı yolda, Allah’ın sıfatlarıyla vasıflanmak istemektedir. O halde tasavvufî ahlâk eğitiminin ve değerlerinin temelin de ontolojik olarak Allah vardır. Sûfîzmde insan kendi nefsinden arındıkça, O’ndaki sıfatlara doğru yol alır ve kendi nefsini bağlayan esaret zincirlerinden kurtularak, onlara nazaran kendinî koruyarak Allah’a yönelmeye çalışan kimsedir.

Sufizmde insanın anlam arayışı ve varoluş kriziyle baş edebilmek ve bu yolculukta kemâlâta ulaşmak için, tek başına ibadet etmek, gazap ve şehvet kuvvetlerinin terbiyesi açısından yeterli değildir. Tasavvufî terbiyede aslolan nefsin kötülüklerden arınmasıdır. Bunun için onlar, terbiye yolunda kılavuz olacak bir mürşid kontrolünde ve devamlı tevbe, zikir ve tefekkür etme haliyle eğitime, muhasebeye, başlamaktadırlar. Bu düzenli eğitim ile nefsinin kötü ahlâkını güzel ahlâka çevirecek muhasebe ile mücadeleye devam ederler.

Tasavvufî şahsiyet terbiyesi içinde sufi, riyâzet, uzlet, halvet, zikir, tefekkür, farz ve nafile ibadetlere devam, sohbet, hizmet ile ahlâkî zaaflarına yönelik bir nefis muhasebesi ve kusurları yok edip, güzel huylarla bezenmeye yönelik bir terbiye içinde, manevî yaşantısını aslolan gayesine Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmaya adamaktadır. Örneğin; Nefsin iki temel özelliği gadab ve şehvet duygularıdır. Diğer tüm kötü hasletler bu iki temel özelliğin etkilerinden kaynaklanmaktadır.

Çünkü öfkeyi kontrol etmek, sadece Allah’ın rızâsı için kendisine zulmedeni bile affetmek, şehvet ve gazap etkilerini kahretmekle mümkün olmaktadır. Zira şehvet bir fayda için yaratılmıştır, insanın tabiatında zaruridir, yeme şehveti yok olsa insan ölür, gazap tamamen yok olsa insan kendisini tehlikelere karşı koruyamaz. Öfke tamamen yok olmuş olsa hamiyet olamazdı. O halde zaruri olan bu fıtrî özellikleri eğitim açısından hem test ve hem de kontrol altında tutmak için, terbiye eğitiminde mevcut olan her unsuru sistematik bir düzen içinde, bir kılavuz ve her açıdan imtihan edileceği bir grup ya da cemaat içinde tecrübe etmek gerekecektir. Zira insan insan ile denenir.


Önceki Yazı

Klinik Psikolog Hülya Gök ile Sufi Psikoterapisi ve Sufizme Göre Varoluş Krizi

Sonraki Yazı

Klinik Psikolog Hülya Gök ile Sufizme Göre Varlık

Bunlar da ilginizi çekebilir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir