Kötülük bazen bile isteye, bazen de bilmeden yapılagelendir. Tanrıyla yolu muhabbetle ya da kavgayla kesişmiş pek çok filozofun veya teologun yolu kötülük ve kötülük sorunuyla kesişmiştir.
Bizler de bu atölyede “Kötülük nedir, nereden gelir? Kötülüğün kaynağı var mıdır? Kötülüğün kaynağı tanrı mı yoksa bizzat biz miyiz? İnsanın dışındaki varlıkların kötülükle işaretlenebilecek eylemlerinden söz edebilir miyiz? Yani hayvanların, bitkilerin ya da insan dışında var olanların kötülük diye işaret edebileceği bir şey var mıdır? Kötülük dediğimizde aklımıza gelen şeyler nelerdir? Tarihte kötülük dendiğinde ne tür olgularla karşılaştık?/karşılaşmaktayız? Bir şeyi kötü olarak adlandırmamızı gerektiren ölçekler nelerdir? Evrensel ve herkesin hemfikir olabileceği kötü eylemler var mıdır? İyiler kötülük yapabilir mi? İyiler her şeyden arındırılmış mutlak bir saflık, temizlik soyluluk içinde midir? Kötü de her zaman kötü müdür? Kötü olan iyilik yapabilir mi? İyiyi kavrayabilir mi? Kötülük, iyiyi kavramamız açısından bir ipucu olabilir mi?” gibi sorulara cevap aramaya çalışacağız.
Kötülük iyiliğin anlaşılması için, iyiliğin olmadığı durumlarda karşımıza çıkan, açıklayamadığımız şeyler olarak ifade edilmektedir. Sadece iyiliğin olmadığı durumlar mıdır kötülük? Çünkü biraz insanlık tarihinde ya da bilgelik tarihinde yolculuk ettiğimizde İran’da hem iyi hem kötü (Ahuramazda / Ehrimen) tanrıyı görebiliriz. Uzak Doğu’da da Yin ve Yang, iyilik ve kötülük hep birliktedir. Mutlak anlamda bir iyilik ve mutlak anlamda bir kötülükten bahsedebiliriz. İslam düşüncesi ve İslam felsefesi açısından baktığımızda aslında kötülüğün var olup olmaması, kötülüğün mutlak olup olmaması, kötülüğün sadece insan eylemlerinde ve göreceli olması üzerine pek çok farklı yaklaşımın olduğu görülmektedir.
Yolumuzun kötülükle kesişmesindeki temel soru aslında “İnsan nedir?” sorusudur. Bu sorunun bizi taşıdığı yol ise “Kötülük nedir?” sorusuna çıkar. Çünkü uzunca bir süre kötülüğün insanın doğasında olduğu, insanda içkin olarak var olduğu argümanından hareket edilmiştir. Hıristiyan akidesinde kötülüğün ilk günahla beraber, tanrıya isyandan kaynaklı olarak varoluşumuza içkin olduğu savunulmuştur. Bu ise akla insanla ilgili bir diğer soruyu getirmiştir: İnsanın önceden tanımlanmış bir doğası var mıdır? Bu doğa kötülükle ilişkilenebilir mi ya da bu doğayı tanımak için kötülüğü nasıl anlamak gerekir? Kötülük sadece ahlaki eylemlerin içinde mi yer alır? Bu sorulara bilgelik tarihi açısından özellikle de teolojik çerçeveden baktığımızda kötülüğün hep tanrının yaratma eylemiyle ilişkili ele alındığını görülmektedir.
Tanrı kötülüğü yarattı mı, yaratmadı mı? Tanrı kötülüğü neden yarattı? Tanrı kötülüğü nasıl düşünür? En yüce, en iyi, en mutlak, en mükemmel yaratılışa sahip bir oluş, bir duyuş nasıl olur da kötülüğü var eder? Felsefe tarihinde kötülük tartışmaları tam da bu sorularla başlamıştır. Müslümanlar da dahil olmak üzere çok çizgisel ve ilerlemeci bir tanrı anlayışı olduğunu görmekteyiz. Dinler tarihine göre önce çok tanrılı, paganist kültürler sonra da tek tanrılı İbrahimi dinler var olmuştur. Halbuki tanrı algısı ve yaratılış hikayesi açısından baktığımızda Kur’an’ın anlatımıyla oluşturulan tarihi kurguların örtüşmediği görülür. Dolayısıyla bu kurgunun kimler tarafından hangi ölçekli, hangi soru çerçevesinde yazıldığına bakmamız gerekiyor. Bu nokta kadın çalışmaları açısından da önemli çünkü kadınların tarihini yazan da bu kalemlerdir bu ise bahsi diğerdir.
Metafizik kötülük diye adlandırılan kötülükler, tanrıyla kötülük arasındaki ilişkiyi tartışmak üzere konumlanmıştır. Tanrı en yüce ve en iyiyse yeryüzünde kötülük nasıl oluşur? Yaratma eylemi mükemmelliği ve kusursuzluğu içeren bir eylemdir. Kötülük ise kendisini otomatik olarak zihnimizde kalbimizde, kavramlarımızla dolduruyor. Eksiklik, olmamışlık, tamamlanmamışlık, yarım kalmışlık duygularıyla eşleştirilerek okunuyor. Tanrı bir şeyi nasıl eksik bırakır? Diğer taraftan da şeytanı nereye koyacaksınız? Şeytan ve tanrı arasındaki ilişkiyi nasıl tanımlayacaksınız? Felsefe tarihinin belirli periyotlarında filozofların ve teologların çokça gündeme getirdiği, Hıristiyan akidesini de oluşturan “kötülük”, nasıl ortaya çıktı? Eğer tanrı kötülüğü engellemiyorsa kıskanç bir tanrı mıdır? Kıskançlık ve yücelik sıfatı nasıl bir arada olur? Eğer kötülükler engellenemeyecek kadar büyükse tanrı nasıl Kadir-i Mutlak olur? Eğer engellemiyorsa, tanrının kötülüğü engellemeye gücü mü yoktur? Bu argümanları alt alta yazdığınızda varılan sonuçlardan çoğunlukla tanrı ve kötülük ilişkisinde ya “tanrı yoktur” argümanı ya da “iyilerle kötüleri” ayırmak için kötülük Tanrının bir aracıdır yargısı.
Peki kötülük ve tanrı arasındaki ilişkiyi nasıl kuruyoruz? Çoğunlukla iyiliğin olmadığı durumları, mükemmel tanrının olmadığı, tanrının eylemde bulunmadığı anları kötü olarak anlıyoruz.
Kötülük üzerine düşünmek, aslında tanrıyı düşünmekle ilişkili. Nasıl bir yaratıcı algımız var? Günlük pratiklerimize bakalım mesela çocukları korkutmak için yakan, kahreden, ceza veren bir tanrıdan bahsedilir, iyilik yapıldığında da cennetiyle ikramda bulunacak bir tanrıya inanılır. Açıkçası insan merkezi bir tanrı anlayışımız var. Bunun için Müslümanların gündelik yaşam içindeki tanrı tasavvuruna bakmak yeterli. Yani gündelik yaşamda yaratma eğilimli, biçimlendiren, var eden tanrıyı nerede konumlandırıyoruz? Bu tahkiki imanı sağlamakla da ilişkili. İnanmak ve iman etmek noktasında yaratıcının imkanlarını, yaratıcının sınırlarını ne kadar biliyoruz? Bilmediğiniz bir güce iman edemezsiniz. Ama bu nasıl bir bilmektir? Yine felsefe tarihinin önemli filozoflarından bazıları şunu sorar: “En bilgili insan neyi bilmiyor?” Cevap ise “kendini bilmediğidir.” Her şeyi biliyoruz, laboratuvarda bitki üretebiliyoruz, virüs üretebiliyoruz, tek hücreli yapıları, kompleks varlıkları laboratuvarda belirli sentetik uygulamalarla üretebiliyoruz. Bütün bu kompleks yapıları üretebilen bir canlı olarak insan kendisini ne kadar tanıyor? Bütün bunları yapan insanın asıl kaygısı nedir?
Kötülük üzerine düşünmek, kötülüğün ne olduğunu sormak, insanla ilgili olduğu gibi önemli bir yanıyla da tanrının ne olduğunu, kim olduğunu, nasıl bir kudret sahibi olduğunu anlamakla da ilgilidir. Tanrının ve insanın ne olduğunu anlamayı zorunlu kılıyor. Kötülük insanın eylemleriyle, adlandırmasıyla ve varoluşuyla ilişkili, bunun ötesinde değil.
Yine buradan hemen tarihe geçeceksek, insanla tarih arasındaki ilişkiyi nasıl kuracağız? Kötülük üzerine düşünmek bu ilişkiyi anlama noktasında da bir imkan sağlıyor. İnsan gerçekten kendini biliyor mu? “Kendini bilen Rabbini bilir” ifadesindeki “Rab” kelimesinin aslında sadece yaratıcıya isnatla değil, sizi terbiye eden ne ise onu rab edindiğimizi biliyor muyuz? Kötülük bizi terbiye eden bir şey ama biz kötülüğü biliyor muyuz? Kötü olarak neyi anlıyoruz?
Felsefede bunlar teorik olarak tartışılır ama Klasik Edebiyatta, Türk Edebiyatında, Modern Edebiyatta ve Batı’daki pek çok metinde kötülüğün nasıl işlendiğini görebiliriz. Karakterler, varoluş ve kavram açısından hep kötü, şeytani ve yılan olan kadınlardır. Kadınlar olarak kötülük üzerine düşünürken bunları da değerlendirmemiz gerekiyor. Bu mesele üzerine düşünürken, kadının kendi varoluşunu temellendirirken de kötüyü sadece kadının mütemmim cüzü gibi görülmesinin ne kadar çarpık bir algılayış ve anlayış olduğunu da gösterebilmek önemli. İnsan denildiğinde sadece erkeğin kastedildiğini de burada görmüş oluyoruz. Çünkü iyi olan, tarihle muhatap olan insanın erkek olduğu görülüyor. Bunu söylemek için feminist olmaya gerek yok. Tarihi kimin yazdığını, kimin kaleminden çıkan metinleri okuduğumuzu, kendimizi kimin aynasında gördüğümüzü anlamamız açısından da bu kıymetli.
Batı felsefe geleneğini merkeze aldığımızda filozoflar Sokrates’ten başlayıp, bütün Hıristiyan geleneği ve modern çerçeveyi açıklamaya çalışmışlardır. Hepsinin metinlerine baktığımızda şöyle bir soruyla karşılaşıyoruz: “Bizler bilgili, modern, akıllı insanlar olarak dünyanın ve dünyada olanların açıklanabilir ve bilinebilir olduğuna inananlar olarak, kendimize ayan mıyız?” Dünyada var olan birçok şeyi açık ve net olarak biliyoruz fakat dönüp hiç kendimize bakıyor muyuz? “Kendini bilen Rabbini bilir” gibi, Sokrates’in “kendini bil” çağrısı, pek çok Hıristiyan filozofun, orta çağ filozoflarının, özellikle Agustinus’un itiraflarında çokça dile getirmiştir. “Ey Rabbim beni neden yarattın? Bu dünyada var olmamın amacı nedir?” türü sorularla insanın var oluşunun nedenini sorgulamışlardır. Bu sorular yine de ne olduğumuzu anlamaya imkan veren sorular değildir. Bu dünyada neden ve ne amaçla var olduğumuzu, nasıl ve neden hangi kaynaklarla var oluşa getirildiğimizi bilmek, kendimizi bilmeye yeter sebep değildir? Bunları bilip hâlâ kendini bilemeyenlerin var olduğunu biliyoruz. O halde “kendini bilmek” organizma olarak neden var olduğumuzu bilmek ya da nereye varacağımızı bilmekle bilinebilir bir şey değil. En küçük noktada neden ve niçin var olduğumuzu tanımlarken bu bütün ilişkiler ağını, şu an içinde bulunduğumuz çerçeveyi de var oluşumuza dahil etmemiz gerekiyor. Bütün bu ağ ile birlikte oluşturduğumuz hikayeyle ancak kendimize yönelebiliyoruz.
Bilgelik tarihine baktığımızda üç temel emrin ifade edildiğini görürüz; dinlemek, görmek ve okumak. Bu üç emir tanrısal ya da seküler her kaynakta geçerlidir. Mesnevi’yi açtığımızda karşımıza çıkan ilk çağrı “dinle”dir. “Dinle” ifadesiyle aslında kendimizi dinlemeye davet ediliyoruz. Diğeri “gör” emri. Nazar etmeye davet ediliyoruz. “Yüzünüzü çevirin” dendiğinde kastedilenlerden biri de “içe bakmaktır, dışarıya bakmak değil”. Görmek sadece kafa gözüyle görmek değil olgunun üzerine düşünmektir. Kuran-ı Kerimi açtığımızda çağrı “oku”dur. Biz yazılı olanları okuyoruz, halbuki bize sadece “yazıyı oku” denmiyor. Okumanın bileşenlerinin üzerine düşünmemiz gerekiyor. Bize bir kan pıhtısından yaratıldığımızı, meniden canlı kılındığımız söyleniyor. Hatta aynı zamanda Tanrıya muhatap olduğumuz da söylüyor. Tanrı ile muhatap oluyorsak buradaki okumayı sadece dinin emir ve yasakları olarak görmenin dışında “bütün okuma süreçlerine dikkat etmek” olarak düşünmeliyiz.
Maddeyle kötülüğü ilişkilendiriyoruz çünkü özellikle Hıristiyan teorisinde ve bazı müslüman geleneklerinde/pratiklerinde beden, alt edilmesi, vazgeçilmesi, aşılması gereken bir varlıktır. Örneğin, Hıristiyanlıkta beden kötü, cinsellikle şehvetle, arzuyla, tutkuyla, hırsla örülmüş bir şey olarak görülüyor. Bu nedenle insanın kendini bilmesi gerekiyor. Bir bedenim var ve bu beden öyle bir şey ki her şeyi duyumsuyor, kayıt altına alıyor ve bunları kaydederken de duygu eşliğinde kaydediyor. Bir anlamda bir değerle ilişkilendirerek kaydediyor. Bütün nesneler dünyasını da orada öylece var olan araçsal yani tamamen bizim hizmetimize verilmiş şeyler gibi okuyoruz. Bunların da bende ve bedenden hakkı var, bir gün nerde kullandığım, nasıl kullandığım bana da sorulacak demiyoruz. Burada dinlerken, okurkur ve görürken eşyayla ilişki kurma biçimimiz çok önemli bir role sahiptir. Bırakın insan-insan ilişkisini insanın eşyayla bile anlam ve değer duygusu içinde ilişki kurması üzerine düşünmeye davet edilmekteyiz.
Bütün bunların ışığında kötülük sorununa tekrar dönersek, Teodise Tanrı’nın kötülükten arındırılması anlamına gelmekte yani Tanrı savunusu olarak var olmakta. 20. Yüzyılda da Teodise yerini Antropolise’ye özellikle insanın kötülüğe karşı savunulmasına bıraktı. Ben biraz daha bunu insanın kendini konumlandırması üzerinden okumak istiyorum. Bunu yaparken bir ontolojik çerçeve üzerinden bakmak istiyorum. Yani var oluşu sadece insanla sınırlandırmayıp eşyanın da yani var olan her şeyin bir can sahibi olduğu bilinciyle onlarla da bir etik ilişki kurmak gerektirdiğini düşünerek bakıyorum. Kötülüğü insandan insana yapılan bir şey gibi okuyoruz. İnsanın eşyaya karşı ilişkisi üzerinden de kötülüğü değerlendirmek gerekir. Durup dururken bir çiçeğin dalından koparılmasını, bir hayvanın öldürülmesini metafizik zeminde, kendi varoluşu içinde düşünmek gerekiyor.
Bütün bu ilişkiyi dikkate aldığımızda biz şimdi dinleyen, okuyan, gören failler olarak kendimizi arındırılmış, temiz, saf kabul edebilir miyiz? Kötülük sadece tanrıyla, insan-insan ilişkisiyle sınırlandırılabilir mi? Gerçekten bu kadar saf, açık ve arındırılmış bir şekilde bakabilir miyiz? Ayrıca bunu yaparken işin içine modern disiplinlerin, psikolojinin, psikiyatrinin dahil olduğunu biliyoruz. İnsan Locke’un 1600’lerde söylediği gibi boş bir levha değil, yani dışarıdan duyu verilerini alıp, işleyen ve etki tepki süreciyle ortaya çıkan bir ilişkiler ağında var olan canlı değildir. Ya da Platon ve Platoncu idealistlerin söylediği gibi önceden belirlenmiş, tamamlanmış bir özde değildir. Dolayısıyla duymaya, görmeye ve anlamaya yöneldiğimizde dahi bir dolanık bir ağ bilgisiyle yöneliyoruz.
Felsefe tarihi açısından baktığımızda iyilikle kötülük sınıflamasını nasıl yapıyoruz? İyilik dediğimizde neyi kastediyoruz? Kötülüğe karşı kafamız ne kadar karışık? Bir insan ya da başka varoluşun hakkını gasp etmek, onun yaşam koşullarını ortadan kaldırmak, onun var oluşuna rağmen bir şey yapmak, can yakmak mıdır kötülük? Herkes için bir standart var mıdır? Öldürmek, acı çektirmek, yok etmek, kıskançlık, bencillik, taciz, tecavüz birçok şey sayılabilir. Biz bu davranışları neden kötü olarak tanımlıyoruz? Hak ihlali olduğu için mi? Meşhur tren paradoksunu düşünelim. Freni bozulmuş bir trenin yolu üstündeki beş kişiyi mi yoksa rayı değiştirilerek şişman ve yağlı olan tek kişiyi mi öldürmesi üzerine kurulu olan bu paradoksta hangi eylem doğrudur? Hangisi ahlaki bir davranıştır, hangisi iyidir? Bir kişiyi öldürmekle beş kişiyi öldürmek arasındaki fark sadece sayı mıdır? Burada eylemlerimizin kötü olarak tanımlanmasındaki referanslar, kavramsal örüntü nedir? kötülüğü kavramsal olarak ele alsak ne diyebiliriz? Kötülük hep bir şeyle ilişkilenerek anlatılıyor ama kavramın kendisini de düşünmemiz gerekiyor. “Bir şeyin var oluşunu yerine getir(e)memesi, eylemsizliği, doğasında olanı açığa çıkar(a)maması da kötülük olabilir mi?” Tilkinin doğası tavuklara tuzak kurmak ise ona kötü diyebilir miyiz? Burada kompleks olan ve gittikçe daha da kompleks hale gelen insanı insan yapan ne ki kötülük ondan sadır oluyor? Biz insanın hep iyi olduğunu düşünüyor ve insan fıtratını temiz olarak kabul ediyoruz. Eagleton’ ın kötülük üzerine yazdığı kitabında çocukların çocuklara yaptığı kötülükten bahsediliyor. Çocuk doğası saf diyoruz, kötülüğü öğrenilen, deneyime dayalı bir şey olduğunu düşünüyoruz. Ama kurtlar sofrasına hiç oturmamış çocukların da kendilerince yaptığı kötülükler üzerine düşününce kötülüğün doğasını sadece sonradan sadır olan şeyler üzerinden düşünmek eksik kalacaktır.
Bu kadar soru ve daha bitmeyen yeni sorular dikkate alındığında bizim aslında kötülük üzerine konuşabileceğimiz bir ontolojik çerçevemizin olmadığını görmekteyiz. Kavramsallaştıramıyor, kavramlar üretemiyoruz, genelde eylem üzerine konuşuyoruz. “Bir şeyi o şey yapan nitelikler, onda içkin olmayabilir. İnsan aklının ürettiği şeyler olabilir”. Batı felsefe tarihinde Immanuel Kant çok temel bir referans noktası belirlemiş ve “Oluşu biçimlendiren, oluşun ne olduğuna dair kavramlar üreten insan aklının imkanlarıdır” demiştir. Kötülükle ilgili tartışmaların kırıldığı nokta burasıdır. Eylemimizi, yapıp etmelerimizi planlarken hep o rasyonel olan aklın imkanlarına göre yapıyoruz.
Kötülükle ilgili tartışmaların ikinci kırılma noktası ise 20. Yüzyıl’da bize söylenendir: “İnsan aklı saf ve apaçık şekilde her şeyi bilme yetisine sahip bir akıl değildir, içinde korkuların, tuzakların psişik olan ve kaçınılan her şeyin gömülü olduğu irrasyonel olan bir alandır.” Burada insana dair tavrın değiştiğini de görüyoruz. Yani insan eylemlerinin çok bilinçli ve rasyonel olmadığı, aklın öyle çok da hikmetle dolu olmadığı görülüyor. Aklın kötülükle ilişkili olarak da öyle pür ve apaçık, her şeyi ölçen biçen bir akıl olmadığı, bazen patolojik yansımalarının da olduğu söylenmeye başlıyor. Buradan itibaren kötülüğü konuşurken artık Tanrı’nın kötülüğü yaratmasından insanın kötülüğü yaratan, eğleyen olmasına doğru bir geçiş olduğu görülmektedir. 20. yüzyıl insanın aklanması, onun arındırılması, güçlendirilmesi ya da insanın kendini tanımasıyla ilişkili en kritik süreç. Düşünce tarihi boyunca bununla ilgili pek çok farklı örnek verilmektedir. Fakat 20. yüzyıl insanın insana dair her şeyi üretebildiği, laboratuvara taşıyabildiği ama bunu yaparken de kendisiyle çelişmeyi de göze aldığı bir süreçtir. Örneğin, hidrojenin oksijenle karışımının atom bombası olacağını ve bütün bir yeryüzünü mahvedeceğini bilmiyorduk. Bu yapılırken gerçekten canlılığı mahvedecek bir araca dönüştürmek niyetiyle mi yaptı? Laboratuvarda üretilen bilgi eylem dünyasına nasıl yansır? Burada tarih yazıcılığı karşımıza önemli bir soru alanı olarak çıkar. Çünkü kötülük tanrıyla ilişkilendirilerek okunmaya başlıyor. Sonra insanın aslında öyle süper bir insan olmadığı, saf rasyonel bir canlı olmadığıyla ilişkili olarak devam ediyor. Bütün bu süreç ilerlerken bir taraftan da insanın varoluşunun ürettiklerinin tarihi de ortaya çıkıyor ve bu tarih hep iyiliği ve iyi olanı merkeze alarak üretiliyor.
Bu süreçte İslam düşüncesiyle, fıkıhıyla, felsefi tartışmalarıyla birlikte önemli bir mesafe alıyor. İslam düşüncesinde kadılar iyi ve kötüyü gündelik yaşama dair bir konu olarak ele alarak tanımlıyor. Mesela Kadı Abdulcabbar çok modern bir ifadeyle “İyilik ve kötülük görecelidir, diyor. Sadece kötülük değil, iyilik de görecelidir.” Çünkü insan beşerilikten çıkıp biyolojik bir organizma olmanın ötesinde ahlaki etik, estetik ve politik bir varoluşa gelmesi gerekir. İnsan olma bir eylem halidir, orada öylece özsel olarak duran bir şey değil. Beşer olmak insan olmak için gerek ama yeter sebep değil. Çeşitli imkanlara, unvanlara, diplomalara sahip olmak da bunu sağlamaya yetmez. Çünkü “insan oluş” bir metafizik, etik, estetik, politik bir olgunluğa ulaşmaktır. O yüzden de kemalatla ilişkilendirilir. Kadı Abdulcabbar’ın söylediği şu ki insan oluş sürecinde bazen iyi, bazen kötü olabilir, davranış ve eylemleri hem iyi hem kötü olabilir. Zaman, mekana göre iyilik ve kötülük değişebilir o yüzden mutlak anlamda kötülükten ya da iyilikten bahsedilemez.
Kötülüğü ve hukuku kadın çalışmalarıyla ilişkilendirirsek “Hukukta kadının temsili ne kadar var? Ne zaman vardı? Hangi kültürde vardı?” sorularını sorabiliriz. Yaşadığımız düzlem üzerinden baktığımızda kadının hukukta muhatap olarak alındığını çok görmüyoruz. Hukukun kim tarafından ve hangi olgu ve olayla ilişkilendirilerek yazıldığı da önemli. Batı her zaman muhatap olarak beyaz, orta sınıf, Avrupalı erkeği alır. Avrupa’nın dışında hiçbir insanın muhatap olarak kabul edilmediği bir düzenden bahsediyoruz. Bu düzen 19. yüzyıla kadar hakim olmuş şimdilerdeyse hâlâ etkilerini de görüyoruz. 19.Yüzyılın sonlarına doğru özellikle aklıselim filozofların Avrupalılığın yeniden kurgulanması gerektiğine dair tartışmaları başlamış. Avrupa içinde ahlaki bir çöküş olduğu gündeme getirilmiş. Örneğin Nietzsche’nin kitabı “İyiliğin ve Kötülüğün Ötesinde” deki “öte” ifadesi metafizik bir öte değil. Diyor ki “İyilik ve kötülük hep belirli bir tarihi yükle tanımlı. Bu yükleri görüp, bu paradoksu, bu diyalektiği görüp o çatışmayı ve çelişkiyi ötesinde konuşabilmemiz için kendimizi bilmemiz gerekiyor.” Kendini bilmek vurgusu çok kıymetli bir tartışma olarak burada karşımıza avrupalılık, ötekilik bağlamında tekrar çıkıyor.
Kendilik nedir? Bir şeyi o şey yapan temel nitelikler, sahip olduklarımız. Fakat bu sahip olduklarımızı bir mülkiyet olarak görmenin ötesinde bir inşa bir kuruluş, bir oluş aşaması. Antropolise ve teodise tartışması tam da burada kötülükle ilişkili olarak Tanrının ve insanın savunusunu yapmak değil. Tanrı’yı ve insanı tanımak, ve bu bilinçle sorumluluğu, yükü almakla ilişkilendirerek bilmektir. O yüzden “Kötülük Nedir?” dediğimizde cahilliği, öfkeyi, savaşı, tacizi, şiddeti, vahşeti düşünebiliriz. Bunun dışında ve karşısında olan her şeyi de iyi görebiliriz ama bütün dünya bu iyiyle kötünün savaşından oluşmuyor. Bir diyalektikten oluşuyor. Bizim henüz bu diyalektiğe gelemediğimizi açıklıkla görebiliyoruz. İyi ve kötünün ne olduğunu bilip, bununla var olmanın anlamı nedir buna bakmalıyız. Bedeni, sadece ruh olarak alırsak, beden sürekli aşılması gereken, tasarlanabilen bir şey olarak çıkar karşımıza. Bu düşünce transhümanizme kadar gider. Beden bir tasarımsa bütün o feminist tartışmaları son dönemde Fransız ekolü üzerinden okursak, özellikle de dördüncü dalga, üçüncü dalga üzerinden okursak şunu söyleyebiliriz: Beden kurulu, verili bir şey değildir. İnşa edilerek oluşur. Kulağa şiirsel ve anlam yüklü geliyor ama büyük handikapları da beraberinde barındırıyor. Zira her şeyi inşa edebileceğimiz, kurabileceğimiz bir zemin yok. Takıp çıkarabileceğiniz, dönüştürebileceğiniz, bir iskelet üzerine inşa edebileceğiniz bir şey yok. Yarı yapay, yarı organik bir forma dönüşülebilir.
Tüm teknolojik imkanlarla başka türlü bir dönüşüm mümkün mü? Üretim süreçlerinden bağımsız olarak bir politika, estetik ve ahlak düşünebilir miyiz? Bunlar çok marksist ifadeler gibi geliyor ama maddi düzeni, maddi zemini görmezden gelerek entelektüel, tarihsel, kültürel, estetik, etik üretimleri yapmak çok mümkün değil. Kötülük tartışmalarının kahir ekseriyetine klasik tartışmalar açısından baktığımızda okumaların bedenle, çürümeyle, oluş ve bozuluşla ilişkilendirilerek yapıldığını görüyoruz.
Kötülük üzerine düşünmek zorundayız. Klasik tartışmalar açısından baktığınızda bir toplum var ve bu toplumun bir aklı var. Evrensel, herkesin paylaştığı ve tekil olarak da paylaşabildiğimiz bir akıl var. O akıl iyiyi ve güzeli yapıyor, kötüyü yapıyor, anlam veriyor. Ontolojik zeminde tam da modern düşüncenin ortaya koyduğu şey bireylik ve tek başına olmak. Ama hiç kimse tek başına var değil. İşte insan oluşu sadece belli beden ve organizma olmadığını görebilmemiz açısından bu önemli. Beden ve organizma olduğumuzda birbirimizden ayrıyız ama bir arada oluşturduğumuz hafıza, varoluş, tekil hafızalar, kolektif hafızalar var. Bunun psikolojide, psikiyatride estetik tartışmalarda, edebiyatta pek çok farklı izlerini görebiliyoruz. Bence burada sadece kötülük bağlaımında değil ama yeri gelmişken söylemeden geçemeyeceğim bu tartışmalar ve gene olarak oluş hakkında bilme biçimlerimizi değiştirmemiz gerekiyor. Bizim en büyük handikapımız bir şeyi bilmenin zamanda mekanda konumlandırmasıyla ilişkili olarak okumamızdır. Bu bilmek değil. Bilmek ahlaktan, estetik bakıştan arındırılacak, azade olacak bir şey değil. Bunu söylerken belli bir bilme biçimini merkeze alarak söylüyorum. Yani Batı düşünce geleneğinde 15. Yüzyıldan 18. Yüzyıla kadar hakim olan, rasyonellik üzerine kurulu belirli metinler üzerinden okunan bu bilme biçimiyle ancak sınıflara ayırıyoruz, basitçe adlandırıyoruz ama bu sınıflara, kategorilere ayırdığımız şeylerin birbiri arasında ilişki kurmuyoruz. Yeni bir bilme biçimi geliştirmediğimiz sürece bütün tartışmayı tarihsel bir zemin üzerinde konuşmaya devam edeceğiz. Olgu üzerinden konuşacağız ama olgunun kavram düzeyini taşıyabilmek için o bilme biçimini inşa etmek lazım. Bu çok büyük bir kavgayı da beraberinde getiriyor. Burada da canlılığın ne olduğunu anlamamız gerekiyor.
Canlı nedir? Klasik tartışmalarda canlı inorganik, organik maddeler, bitkiler, hayvanlar, insanlar diye tanımlanıyor. Bu sınıflama artık geçerli değil ve bu tanımları yapan bilim tarihçileri 18. Yüzyılda bir şeyin adını verdiğinizde onu yönetebileceğinizi söylüyorlar. Yani bu bilme biçimi, ad verme biçimi de önemli ve ad vermek tanımlamak sınırlarını çizmektir. O yüzden neyin sınırlarını, hangi araçlarla çizdiğimizin zeminini kurmamız lazım. Yoksa hep başka kavramlarla tercümeye, tartışmaya devam ederiz. O yüzden kötülük meselesini değerlendiriyorken bireysel ve kolektif olan tartışmaların birbirleriyle hep iç içe olduğunu görmek önemlidir. Bu tartışmanın oturduğu ontolojik zemini görmemiz lazım. Bu ontolojik zeminde böyle bir tartışma varken zemini değiştirdiğimizde nasıl bir ahlak, nasıl bir kötülük tanımı yapabiliriz? O zaman kötülük ortadan kalkar mı? Kötülük ortadan kalkmaz, kötülükle ilişki kurma biçimimiz değişir.
Akademik olarak da pratik olarak da üzerine konuşabileceğimiz zemine şöyle bir bakarsak, şu anda karşılaştığımız olgu ve olayları açıklayabileceğimiz tarihsel imkanları, kayıtları, kavramları işleyip dönüştürüp cevap üretebileceğimiz bir zeminimiz var mı? Tarihsel yükleri iyi değerlendirip burada var olmanın anlamı nedir? Bu soruyu kendi kavramsal üretimlerimizle ve pratiklerimizle sorabiliriz. Bunun üzerinde durmamız gerekir. Yani halk edebiyatına sadece edebiyat olarak bakmamak, felsefeciler olarak oradaki ontolojiyi görmek, oradaki oluşu görmek; aynı zamanda bir mühendis, bir hekim, bir hakim olarak bütün bu olup bitenlerle disiplinleri bir araya getirerek ilişki kurmak gerekir. Kötülük tartışmalarının geldiği daha kavramsal ve teorik zemin bu dolanıklılıktır. Yani kötülüğü konuşurken sadece bir başkasına, bir başka canlıya uygulanan şiddetten, vahşetten, hasetten, kinden bahsetmenin dışında bir bilme biçiminin aracı olarak kötülük üzerine düşünmek gerekiyor. Çünkü orada bir metodoloji de beraberinde geliyor. Kötülüğün üzerine düşündüğünüzde, kötülüğü sorduğunuzda, kötülükle ilgili konuşmaya başladığınızda bir metodolojinin de arayışına girmiş olduğunuzda, o süreç üretime dönüşebiliyor.
Kötülüğün tarihini de bilen birileri olarak bu süreci konuşurken sadece teolojik, metafizik tartışma yapmamalıyız. Kötülüğün nereden geldiği konusunu ayrıntılı olarak konuştuğumuzda veya kötülüğü tanımladığımızda metafizik kötülükler, ahlaki kötülükler, psikolojik kötülükler ve doğal kötülükler diye kötülükleri sınıflara ayırıyoruz. Felsefe tarihine ya da kötülük tarihine baktığımızda kötülük üzerine düşünürken neler yapabiliriz? Kötülüğü sel, afet, yıldırım, açlık, kıtlık, kuraklık olarak düşündüğümüzde doğal kötülükler üzerine düşünüyoruz. Peki 20. Yüzyılda bunu düşünmek nedir? Doğal kötülükler dediğimizde her şey doğal olarak var mı? İnsanın kendi eliyle ürettiklerini, burada nereye konumlandıracağız? Ahlaki kötülükler çoğunlukla duygu durumları üzerinden okunduğundan Hıristiyanlıkta da İslam düşüncesinde ya da önceki mitolojik unsurlarda da haset, kin, kıskançlık, sinsilik üzerinden bir duygu ve bir eylemle ilişkili olarak okundu. Ahlaki kötülükler, pisişik kötülükler burada karşımıza çıkıyor. 20.Yüzyılda dünya savaşlarından sonra ve teknolojiyle beraber bu ahlaki kötülükleri nasıl okuyacağız? Bir insanın başka bir insana veya canlıya yaptığını, sadece sinsilik, kıskançlık, fesatlık, hasetlik duygusu üzerine okumamız mümkün değil. İşin düğümlenip geldiği önemli noktalardan biri de burasıdır. Ateizm, teizm, nihilizm, deizm tartışmalarının da odağı burada. Kötülüğü Tanrı yerine eylemlerimiz üzerinden konuşursak Tanrıyı nereye koyacağız? Tanrı yoktur diyerek mi devam edeceğiz? Devam edebiliriz fakat hayatın ve varoluşun anlamı, bütün bu kötülüklere muhatap oluşumun anlamını nerede bulacağız? Bu soruya cevap vermemiz gerekiyor. Ateizmin bu soruya kalbi dindirecek bir cevabı yok. Nihilizmde çeşitli cevaplar var ama insan bu soruyu sormaktan alıkoyamıyor. Ya bütün insanlara iyilik yaparak ve sadece burada var olduğunu düşünerek yaşamaya devam ediyorsunuz ya da intihar ediyorsunuz. Başka bir yolu yok. O zaman inananların burada metafizik kötülükler üzerine düşünmesi ve bunu yaparken de Tanrıyı anlamaya çalışması gerekir. Tanrının üzerine nasıl konuşacağımızı bilmemiz ve “Tanrı bu kadar iyiyse niye bu insanlar ölüyor? Niye adaletsizlik var yani? Tanrı adilse neden orada çocukların ölmesine izin veriyor?” gibi soruları tartışmamız gerekiyor. Bu tartışmalar hep vardı hatta üzerine yenileri eklendi. Dolayısıyla bu tartışmanın çevresini, çerçevesini genişletmemiz, bunu yaparken de metodoloji ve kavramlar üretmemiz gerekiyor.