Bir kadın anne olduğunda kendi kadınlığına dair parçalar giderek kaybolmaya başlar. Bunda kadının kendi benliği, bireyleşme süreci, otantik kendisi önemli bir değişkendir. Kadın “Ben anne olmayı istiyorum, tercih ediyorum. Çocuklarımla ve evimde mutluyum. Kimin ne dediği, ne düşündüğü benim için çok önemli değil” diyorsa bu kadınlığı kaybettiği anlamına gelmeyebilir. Ama eğer sosyokültürel yapı ve konservatif sistemin dayatmasıyla “Anne olmam lazım, hatta mükemmel anne olmam lazım, kendimi çocuklarıma adamam lazım” gibi bir zeminden anneliğe sahip çıkıp bu rolün içinde kalıyorsa o zaman bu o kadının kendiliğini tüketen bir şey haline gelir.
İstatistiksel veriler üzerinden gidersek doktora tezimde 615 anne üzerinde çalıştım. Kullandığım bazı ölçekler oldu. Bu ölçeklere göre anneliği çok idealize etmiş ama kendini de kaybetmiş 5 kadınla 12 hafta süren psikodrama tekniklerini kullanarak bir grup çalışması yaptım. Kadınlar kendilerine zaman ayırabildikçe, isteklerine, ihtiyaçlarına önem verdikçe anneliklerine dair idealizasyon zamanla düştü.
Konunun tarihi arka planına bakarsak, 16. yüzyıl kadınların cadı diye yakıldığı, içlerinde şeytan olduğu düşünülen bir dönemdi. 19. yüzyıla gelindiğinde ise varoluşçu düşünce yapısıyla beraber bir yapı şekillendi. Kierkegaard, Nietzsche gibi varoluşçu düşünceyi oluşturan, üreten, bunun üzerine kafa yoran isimler ortaya çıktı. 20. yüzyılın sonlarına doğru ise karşımıza Freud çıktı ve psikanalitik bakış açısını öğrenmeye başladık. Bu zamana kadar ruhsal hastalıklar hep biyolojik kaynaklar üzerinden değerlendirilirken Freud psikolojik sorunların fiziksel değil de zihinsel kökenli olabileceğine dair kocaman bir bombayı ortaya attı. 20. yüzyılda davranışlara odaklanma başladı ve Watson davranışçı terapinin ilk kurucularından biri olarak da bir kitap yayınladı. Oldukça mekanik, robotik bilgiler içeren kitaba Watson’ın eşi başta olmak üzere pek çok itiraz geldi.
Her ne kadar Freud’la beraber psikolojiyi bir bilim olarak konuşmaya başlasak da hala davranışlara, bedensel tepkiler üzerine odaklıyız. Freud anlama vakası, histeri üzerinden çalışmaya başladı. Yaşanan bayılmalar, el kol tutmamaları gibi semptomların tamamen düşünce süreçleriyle bağlantılı olabileceğine dair bir teori ortaya attı.
Freud’a göre kadının gelişimi genel itibariyle iki aşamadan oluşur. Kız çocuklarda ilk aşk nesnesi annedir. Ödipal dönemde ise baba aşk nesnesi olarak seçilir. Önemli nokta burasıdır. Erkek çocukta ise daha doğrusal bir gidişat vardır. İlk aşk nesnesi de, ödipal dönemdeki aşk nesnesi de annedir.
Erkek çocukta kastrasyon, ‘hadım edilme kompleksi’, var olan penisini kaybetme kaygısıyla başlarken Kız çocuğunda kendisinde olmayan penise imrenmesiyle başlar. Erkek çocuk bu dönemin çatışmasını ‘penisi muhafaza ederek’, kız çocuğu ise ‘penis ikamesi edinerek’ çözmelidir.
Freud’a göre kız çocuğunda gelişen kastrasyon önemli bir yol ayrımıdır. Kız çocuğu için önünde üç farklı yol oluşur;
Bunlardan ilki, cinselliğin yasaklanması şeklinde kendini gösterir. Kız çocuğu kendi cinsel organından memnun olmaz ve genel olarak cinselliğini ve klitorisle beraber kendinde var olan, diğer alanlarda gösterdiği erkeksiliğini de terk eder.
İkincisi bir ‘erkeklik kompleksi’ oluşturur. Yani tehdit altındaki klitorisine sıkıca sarılır ve bir erkek olmayla ilgili düşlemini sürdürür. Hatta bu düşlem yetişkinlikte, homoseksüel bir aşk nesnesi seçimiyle de sonuçlanabilir.
Üçüncü yol ise kız çocuğunu normal kadınlığa ulaştırır. Yani babayı aşk nesnesi olarak seçer ve sonrasında da normal kadınsı davranışlara ulaşır.
Quinodoz (2003, s.243) Freud’un kadınlığın gelişimini penis eksikliği çerçevesinde işlediğinde bunun ‘hiçbir şeyi olmayan bir erkek’ olarak yorumlanabileceğini fakat bu durumda kadının dişil organlarının unutulduğunun, yok sayıldığının altını çizer. Dolayısıyla kadının da dişil organlarını kaybedeceğine dair bir kaygı yaşayabileceğini ifade eder. Bu kaygıyı yok saymanın, sahip olduğu cinsel organların varlığını da yok saymak anlamına geleceğini ve bunun da kadın için zorlayıcı bir etkiye neden olabileceğini belirtir.
Dişil organların, görünmüyor veya az görünüyor olmasının, kız çocuğu tarafından tanınmıyor ya da bilinmiyor olduğunu savunmak için yeterli bir neden olmadığını ifade eder.
Kadınlarda kastrasyon kaygısı, bulunduğu sosyal çevrenin dışına çıkmamak, eğitim ya da sanat gibi alanlarda keşfetme, araştırma arzularını durdurmak, merak etmemek, iş ortamlarında bulunduğu konumdan daha yüksek bir konuma doğru ilerlememek, kendini maddi ve manevi olarak eksik, yetersiz ve yoksul olarak tanımlamak ve hatta etrafındakileri de buna ikna etmeye çalışmak olarak tanımlanır.
Hatta kadınlarda kastrasyon kaygısının etkilerinin görüldüğü gibi erkeklerde de ‘kadın organı haseti’ olduğu gözlenebilmekte, bu da eşlerinin gebeliklerinde sanki kendileri de çocuk bekliyormuş gibi, bir anlamda gebeliği bölüşen erkeklerin varlığını göstermektedir (Quinodoz, 2003, s.247-249).
Her şeye rağmen Freud, yaptığı bir konuşmada kadınlar ve kadın cinselliği konusunu ‘karanlık kıta’ olarak tanımlamış, çalışmalarının kesin sonuçlardan oluşmadığını kabul etmiş ve bu konunun kendinden sonra da araştırılmaya devam edilmesi gerektiğini belirtmiştir. (Freud, 2009, s.209-225).
Freud sonrası annelik – kadınlık temsillerine baktığımızda ise babayı arzulayan bir anne ve kızını kabul eden bir baba kavramları karşımıza çıkar. Babası tarafından değer gören kız çocuğu, gelecekteki kadınlığını da bu simgeleştirme süreciyle sağlar. Kabul edilmediğini hisseden kız çocuğu ise anneye teslim olur.
Eğer anne kız çocuğunun özdeşleşebileceği bir kadınlık tasarımından yoksunsa, eşine bir kadın olarak arzu duymuyorsa, çocuklarını tamamen kendi uzantılarıymış gibi görüyorsa ve adeta eşine bunun için gereksinim duymuyorsa, kız çocuğu da aşk nesnesini baba olarak değiştiremez.
Fain ‘Sevgilinin Sansürü’ kavramlaştırmasıyla annenin bir kadın olarak eşine yönelmesi ya da yönel(e)memesini, babanın, anne-çocuk ilişkisine dahil olmamasını ve kurulamayan anne-baba-çocuk üçgeni ve gelişmeyen üstbenlik yapılanmasını ele alır.
Abrevaya, babanın anne ve çocuk arasına bir üçüncü olarak devreye girememesinin temelinde, annenin kendi annesiyle olan ilişkisinde nesiller arasında iletilen bir yas sürecinin olduğunu ifade eder.
Anne çocuğunu, kaybına karşı bir telafi nesnesi olarak görür ve böylece ikisi arasında ayrışma gerçekleşemez, baba da üçüncü olarak bu ilişkiye dahil olamaz.
Abrevaya, bazı kadınlar için annelik rolü, kendi annelerinin ruhsal işgalinden kurtulup bir yetişkin olarak var olabilmek anlamına geldiğini söyler. Fakat bu bireyleşme çabası yerini, ilk çocuğun anneye feda edilmesine ve kadının ancak ikinci çocukla beraber annelik ve hatta kadınlık rolünü deneyimleyebilmesini sağlar.
Çünkü kendi annesinden ayrışamamış bir kadın anne olduğunda, bilinçdışı düzeyde hissettiği suçluluk duygularına karşı kendini cezalandırarak, annesine duyduğu sadakati tekrarlama ihtiyacı duyabilir.
Florence Guignard, doğum yapana kadar kendi rahmiyle ilgili bir tasarıma sahip olmayan kadının annelik deneyimiyle, kendi rahmine dair bir tasarım oluşturabildiğini ve bu sayede de kendi rahmini annesininkinden ayrıştırabildiğini ifade eder.
Jacqueline Schaeffer ise bu ayrışmanın ancak menopozla mümkün olduğunu belirtir. Kadının, annelik deneyimi ile birlikte bedensel düzeyde kendi annesine bağlandığını ve kendi çocukluk süreçlerinin tekrar devreye girdiğini ifade eder.
Menopozla birlikte kadının artık çocuk sahibi olmayacak olması, onu annesine bağlayan bu imgesel zincirden de koparmaktadır. Ancak bu dönemi atlatan bir kadının, bedenini annesininkinden ayrıştırabildiğini ve bu sayede kadınsı bir hazza erişebildiğini savunmaktadır.
Stern’in tanımına göre bir kadın kendi ailesinde; anne-baba-çocuk üçgeninde çocuk, kendi ailesinde ise annedir. Anneliğin ortaya çıkmasıyla yeni bir üçgen oluşur: çocuk-anneanne-anne üçgeni.
Kadının bir anne olarak özgür kalabilmesi için kendi annesiyle olan ilişkisindeki geçmişi ve bugünü derin bir şekilde yeniden değerlendirmesi gerekir. Çünkü anne-çocuk-anneanne üçgeninde, annenin psikolojik enerjisi, bu gizli çalışma alanından etkilenir.
Stern, eş zamanlı olarak süren rahimde gelişen fetüs, kadının ruhsal dünyasında gelişen annelik rolü ve zihinde hayal edilen bebek olmak üzere üç hamilelik olduğundan bahseder. Hamilelik döneminde vücut, bebeğin fiziksel gelişimini desteklerken zihin de ‘nasıl bir anne olunacağına dair’ düşüncelerin gelişimini üstlenir. ‘Hayatım nasıl değişecek, nasıl bir anne olacağım, evliliğim, arkadaşlarımla ilişkim ve kariyerim nasıl olacak, korkularım, hayallerim neler, bebeğim nasıl doğacak, sağlıklı olacak mı, kime benzeyecek?’
Psikodinamik söylemde kadınlık ve kadınsı arasında bir ayrım bulunur.
‘Kadınlık’ ötekinin bakışıyla ya da ötekine gösterilenle ilgili bir boyutken, ‘kadınsı’ daha gizli ve derin bir boyut taşır. Kadın, bedeniyle kendini daha çekici gösterirken, içinde taşıdığı kadınsılığa dair de bir arzu uyandırır.
Florence Guignard, annesel ve kadınsı arasında bir çatışma olacağını, bir kadının anneliğe ve kadınsılığa aynı anda yatırım yapamayacağını savunur. Bir kadının, bedeni sayesinde hem bebekle hem de eşiyle yoğun bir ilişki içinde olduğunu ve anneliğe yatırımın, bir süreliğine, eşle yaşanan aşk yaşamının önüne geçebilecek kadar yoğun hale gelebildiğini belirtir. Fakat annelikle beraber yaşanan yoğun kaygı ya da bu dönemin çağrıştırdığı kayıp duyguları, kadının eşiyle olan cinsel ilişkisini etkilerse, dönüşümün de mümkün olamayacağını, sadece ‘annesel’den söz edilebileceğini ifade eder.
Kadının anneliğe doğru geçişi, geri dönülemez bir eşiği de barındırır. Fiziksel görünüşünü, geçmişteki kendiliğini, bağımsızlığını kaybetmekle, sevgi, bağlılık, yeni bir kimlik gibi kazandığı varsayılanları bütünleştirmesi gereken ruhsal bir durumla yüzleşir. Bu deneyimde kadın, hem çocuğuyla ilgili olarak kaygı, huzur gibi duygular yaşar hem de kendi yetkinlikleri arasında kalır. Annelik deneyimi sürecinde kadın, bir yandan çocuğuyla ilişkisinden keyif alır ve yaşadığı hayal kırıklıklarıyla baş etmeye çalışır bir yandan da kendisine yeni bir kimlik oluşturur.
Hecker, psikanalitik kuramın anneliği, ‘çocuğun bakış açısından’, anlamlandırdığını, dolayısıyla annenin özerk bir birey, bir özne olarak değil bir nesne olarak değerlendirildiğini ifade eder. İlk olarak Winnicott’un ‘tutan-kavrayan’ kavramıyla birlikte açık bir şekilde ele alınan anne, Jessica Benjamin’in ‘karşılıklı tanıma’ kavramıyla birlikte özne haline gelir. Benjamin bu kavramla birlikte anne-çocuk arasındaki ilişkide anneyi farklı ve özerk bir kendilik olarak tanımlar. (Hecker, 2016, s.55).