Hilal Kaplan
14 Nisan 2012
‘Türkiye’nin Ölmeyen Babası’ kitabım, Atatürkçü Gençlik üzerinden yaptığım tez çalışmasının devamı gibidir.
Cumhuriyet mitingleri, ‘Mustafa Kemal’in askerleriyiz’ sloganları, başörtülü bir firstlady’nin olması, ‘ülke nereye gidiyor’ kaygıları, bir toplumsal grubun başörtülüleri ötekileştirmesi, bu grubu da hareketlendiren özneleşme, endoktrinasyon/beyin yıkama süreci, onların da geçtiği bir torna tefsiye süreci… Bütün bunları anlamam gerektiğini düşündüm.
Başörtüsünü çalışmadım, çünkü bugüne kadar başörtülü kadınları özellikle sosyal bilimciler çalıştılar. Başörtülü kadınları sosyal bilimcilerin nesnesi yapan bu çalışmaların çoğu da kötüydü. Bir başörtülü kadın olarak gidip yine başörtüsünü çalışmak bana çekici gelmedi. Tam tersine Atatürkçü gençliği çalışma fikri ilginç geldi.
Neden Gençlik?
Gençlik üzerinde araştırma yapmayı istememin iki sebebi vardır: Birincisi; yaşıtlarımla daha iyi konuşabileceğimi düşündüm. Çünkü yaşça büyük Atatürkçülerle sokakta, otobüste… çok kötü deneyimlerim var. Özellikle kadın olan Atatürkçülerle. O yüzden gençlerle daha iyi iletişim kuracağımı düşündüm. İkinci sebep olarak da şunu söyleyebilirim: Atatürkçülük gibi otoriter rejimlerin bel kemiğini oluşturan söylemler için gençlik, kilit bir öneme sahiptir. Bir devrim olmuştur ve o devrimi devam ettirecek, bekasını sağlayacak olan toplumsal grup gençliktir. Bir ülkede eğer rejim, gençleri ikna edemediyse varlığı tehlikeye girmiştir. Bugün ‘Arap Baharı’ dediğimiz sürece baktığımızda meydanları ilk dolduranların gençler olduğunu görürüz. Hatta Mısır’da İhvan-ı Müslimin’in meydanlara çıkmadığı süre içerisinde, özellikle ihvan içindeki gençlerin; ‘izin verin, biz çıkmak istiyoruz, siz çıkmayın’ diye bastırdığını biliyoruz.
Gençlik Neden Böyledir?
Çünkü orta yaş veya biraz ileriki yaşlarda evlenirsin, çoluk çocuğa karışırsın, iş sahibi olursun vs… gençlikteki dinanizm, gençlikteki kendini tehlikelere kolaylıkla atabilme duygusundan arınırsın. Ama gençlikte her şey mümkündür. Sınırlar senin hayal gücünün sınırıdır ve daha idealist bir damarla ‘ben istersem bu rejimi değiştirebilirim’ özgüvenini de hissedersin gençken. Dolayısıyla gençlik üzerine özel söylemleri, kurumları ve pratikleri olan rejimlerdir otoriter rejimler. Çünkü onlar için gençliği ikna etmek ve rejimin bekçisi kılmak önemlidir. Türkiye’de de ‘Cumhuriyetin Bekçisi’ denir biliyorsunuz gençlere. Gençliği bekçi kılmak, o rejim için ölüm kalım meselesidir. O yüzden gençliği tercih ettim.
Çalışma Süreci
Derinlemesine mülakat denilen ve 2-4 saat arasında süren görüşmeler yaptım. Atatürkçü Düşünce Klüplerinin başkanı veya üyesi olan veya kendini birincil olarak Atatürkçü olarak tanımlayan 13 gençle görüştüm. Başörtülü ve Atatürkçülük karşıtı bir kadın olduğum gerekçesiyle, 2 üniversite klübü benimle görüşmeyi reddetti. Onun dışında görüştüğüm gençlerin hepsiyle çok medeni, yer yer oldukça samimi, yer yer ilginç deneyimler yaşadım. İlk başta rejim, gençliği yönlendirmek için neler yapmış ona bakalım. Sonra Atatürkçülük faslına girelim.
Kemalist rejim, söylem ve pratikleriyle beraber ilk yerleşmeye başladığında liberalizm çöküşe geçmişti. Milli ekonomiye ihtiyaç olduğu fikri gelişmeye başladı. Milli ekonomi demek; o toplumun farklılıklarını yok etmek demektir. Çünkü ‘millilik’ böyle bir şeyi beraberinde getirir. Milli burada ‘ulus’ anlamındadır. Bu zaman dilimi, Kıta Avrupası’nda, Rusya ve Japonya’da da gittikçe otoriter rejim temayüllerinin arttığı döneme denk gelen bir zamandır. Bizde Almanya’dakine benzer bir şekilde gençleri mobilize etmek ve eğitmek için beden eğitimi ve izcilik müdürlüğü kuruldu. Almanya’da Hitler’in doğum gününde, gençlerin stadyumlarda gösteri yapması çok meşhurdur. Bizde de Atatürk’ün, doğum günü olarak ilan ettiği 19 Mayıslarda bu törenler yapılmaya başladı. 19 Mayısta yapılan bu törenler, 1928’de Jimnastik Bayramı, İdman Bayramı, 1939’da Gençlik ve Spor Bayramı adını aldı. 1980’deki darbeyle beraber ‘Atatürk’ü Anma’ kısmı getirildi. Bu stadyum törenlerinin, gençliği mobilize etmekte ayrı bir önemi vardır. Çünkü stadyum törenlerinde örneğin ‘YAŞASIN CUMHURİYET’ yazan gençleri düşünelim. Bir genç ‘i’ harfinin noktasının bir ucu oluyor, o tuttuğu pankartla kocaman bir bütünün parçası haline geliyor. Yani bütün bireyselliğinden soyutlanmış olarak o koca makinenin bir dişlisi olmak ona gurur veriyor, benimsiyor ve bireyselliğini bastırıyor. Kendini ulusla ve liderle özdeşleştirerek, içselleştiriyor. Adeta teolojik anlamı var ulus-devlet için stadyum törenlerinin. 12 Eylül Anayasası da gençlik politikasını devam ettiren bir anayasadır. 58.madde ‘Gençliği Koruma Maddesi’dir. Bu madde; devlet, istiklal ve cumhuriyetin emanet edildiği gençlerin, müspet ilim ışığında, Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda ve devletin, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü ortadan kaldırmayı amaç edinen görüşlere karşı yetişme ve gelişmelerini sağlamayı amaç edinen tedbirleri alır.
Burada devleti, gençlerin hangi görüşleri benimseyeceği konusunda karar verme mercii olarak görüyoruz. Buradaki maddede ‘Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda’ ibaresinden sonra ‘devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü ortadan kaldırmayı amaç edinen görüşler’ deniyor. Bu; kimi zaman ‘İslam’ oluyor, kimi zaman ‘komünizm’ oluyor, ‘liberalizm’ oluyor, ‘kürtçülük’ oluyor. Bu kanun şu anda hala yürürlüktedir.
Bu kitapta ben gençliğin, darbelerle ilişkisine baktım;
Özellikle 27 Mayıs darbesi –aslında Cumhuriyet’in kuruluşu da bir darbedir- gençliğin en etkin rol aldığı birebir darbe ortamını hazırlamada ön planda olduğu ve bunu gönüllü olarak yaptığı bir darbedir. 27 Mayıs darbesinde ‘Ordu-Gençlik Elele’ pankartlarıyla genç öğrenci subayların üniversite öğrencisi gençlerle kolkola yürüdüğünü biliyoruz biz. Hatta çok meşhurdur; Deniz Baykal Adnan Menderes’in yakasına yapışmış ‘hürriyet istiyoruz’ der. Adnan Menderes de; ‘başbakanın yakasına yapışmışsın, daha ne hürriyeti!’ der. Deniz Baykal gibi şahsiyetlerin o dönemde özel olarak ön planda olduğunu görüyoruz. 27 Mayıs böyle bir darbedir. Yönetim, Atatürk’ün yolundan her çıktığında darbeler peşpeşe gelir adeta. Halk, yoldan çıkmış yönetimden, Atatürk’ün isteyeceği şeyleri ister. Atatürk’ün isteyeceği şeylerin bilgisine sahip olan yegane kurum da ordudur. Dolayısıyla ordu halk adına, Atatürk’ün yoluna döndürmek için müdahale etmek zorundadır.
Ben kitabımda Atatürk’ü tırnak içinde yazdım. Çünkü şahsiyet olarak Mustafa Kemal ile ‘Atatürk’ ismi üzerinden devam ettirilen o söylemler silsilesini ayırmak gerektiğini düşünüyorum. Evet Mustafa Kemal şahsiyet olarak bir diktatördü ve kendi otoritesini pekiştirmek için bir takım uygulamalarda bulundu. Fakat zamanı geldi ve öldü sonuçta.
Onun vefatının ardından ‘ebedi şef’ sıfatını verenler, onun vefatının ardından ‘Atatürk’ü Koruma Kanunu’ çıkaranlar, onun vefatının ardından onu bütün siyasal, söylemsel varoluşların merkezi haline getirenler ve bunun dışında kalan herkesi dışlayanlar, partilerini kapatanlar, astıranlar, sürdürenler v.s. bunların hepsinin Mustafa Kemal’le veya bir şahsiyet olarak ‘Atatürk’le anlaşılabileceğini düşünmüyorum. Atatürk gösterimi üzerinden yapılan eylemlerin sonucu olarak görmemiz gerektiğine inanıyorum. Onun için tırnak içinde ‘bir gösteren olarak Atatürk’ diye belirttim kitapta. Şu an bize ne diyorlar ‘Atatürk bizim ortak paydamız’. ‘Vatan’ gibi. Aslında tarihsel gelişime bakıldığında Atatürk ortak bir konsensüsün sonunda varılmış bir karar değil. Bir kere yaşarken bile kendini hiçbir zaman halkın onayına sunmamıştır. Bu noktada problemler var: Birincisi; kendini halkın onayına sunmamıştır. İkinci problem de; öldükten sonra kendini ebedi şef ilan eden meclis, halkın meclisi değildir. Tek parti meclisi, devletin meclisidir, bürokratların atama metoduyla vekil atadığı bir meclistir.
Esas kafa karıştırıcı şey Demokrat Parti iktidarıyla geliyor. Demokrat Parti iktidarı, bir türlü tamamlanamayan Anıtkabiri 3 yılda tamamlıyor. Yunan tanrılarının ölümsüzlüğünü temsil eden mimari tarzda yapılıyor. İnönü döneminde paraya İnönü’nün resmi basılıyor. Aslında kanunen doğru olan da budur. Kanunda ‘başta kim varsa onun resmi basılmalı’ diye geçer. Aslında İnönü, normalleşmeye yarayacak bir şey yapıyor. Fakat Menderes zamanında tekrar paralarda Atatürk resmine dönüldüğünü görüyoruz. Yine heykellerin, büstlerin yayılması konusunda çok geniş bir temayül oluyor. Bir grubun Atatürk heykellerine zarar vermesi sebebiyle ya da onu bahane ederek ‘Atatürk’ü Koruma Kanunu’ çıkıyor. Atatürk’e karşı olan eleştiri mahiyetindeki şey bile hapis veya para cezası olacak şekilde kanunda yer alıyor. Bu kanun hala geçerlidir.
Müslümanlar Atatürk’ü açıkça eleştirmedikleri için hep İnönü üzerinden yaparlar eleştirilerini. Halbuki İnönü dönemi, Atatürk döneminden daha kötü bir dönem değil. Atatürk döneminde İstiklal mahkemeleri kuruldu. Dervişler, şeyhler ya asıldı ya sürüldü. Medreseler kapatıldı. Zorunlu din dersi kaldırıldı. Halkın dinle olan irtibatının koparılması, onun döneminde başladı. Harf devrimi yapıldı. Bu sebeplerle Atatürk dönemi daha kötü diyebiliriz. Ben şöyle izah ediyorum: Yıllarca süren bir tek parti dönemi var ve siz çok partili bir döneme geçeceksiniz. Bu, tek parti döneminin sorgulanabilir hale gelmesi demektir. Tek parti döneminde yapılan şeylerin tersine döndürülmesi demektir. Demokrat Parti CHP’nin içinden çıkmış bir partidir -Adnan Menderes CHP’nin Aydın milletvekiliydi- . Ben şöyle düşünüyorum: çok partili döneme geçilecek ama siz de tek partili döneme vurmayacaksınız. Tek parti döneminin kötülüklerini perdelemek için Atatürk ismi ön plana çıkarılacak. Atatürk, bir yüceltme mekanizması olarak, kötülüklerin üzerini örten bir perde olarak kullanıldı. Hakikaten işe yaradı.
Kitabın teorik boyutuna biraz girmek istiyorum;
Gençlerin Atatürk’e bağlanış biçimlerini merak ettim ve kısaca şöyle özetleyebileceğim bir sonuca vardım. ‘Atatürk kimdir?’ sorusuna verdikleri cevap aslında ‘ben kimim?’ sorusuna verdikleri cevapla aynıydı. Mesela bir gençle görüştüm. Kendisi; Edirne’nin bir köyünde çok küçük yaşlarda Kur’an Kursuna gitmiş, hafız olmuş, camide müezzinlik yapmış, cami imamından Atatürk’ü öğrenmiş, ailesi Atatürk’e karşı olmayan birisiydi. Kafasındaki Atatürk, dinle barışık, ara sıra içkisini de içen, sonuç itibarıyla Allah’a inanan bir insandı. Bu genç şu anda dindar bir hayat sürmese de ara sıra cumaya gitmesinden Atatürk’ün memnun olacağını düşünen bir gençti. Mülakat yaptığım başka bir genç ise, İzmir’li bir kızdı. Ailesi; yedi göbek Kemalist, ateist ve cumhuriyet okuruydu. O kızın Atatürk algısı; ‘yegane mürşit ilimdir, pozitivist, Atatürkçü hümanist.’
Aslında özneler kendini nasıl tanımlıyorsa Atatürk’ü de öyle tanımlıyorlar. Bu bana çok ilginç geldi. Ben kitapta Atatürk’ü ‘boş bir gösteren’ olarak tanımlıyorum;
Semiyolojide; ‘gösteren-gösterilen’ ilişkisi vardır. Ben ‘kaşık’ dediğimde aklınıza bir şey gelir. ‘Kaşık’ dendiğinde kafanızda oluşan şeyle söylenen arasında bir mütekabiliyet ilişkisi vardır. Fakat Atatürk dendiğinde böyle bir şey olmuyor. Yani Atatürk dendiğinde herkes başka bir şey anlıyor. ‘Atatürk nedir?’ diye sorduğumda ‘dünya barışı’ diyen var, ‘doğa sevgisi’ diyen var, ‘o bir ışık’ diyen var. Aslında yüceltme efektiyle birlikte gelen, tam olarak tanımlanamayan bir ‘gösteren’dir Atatürk dediğimiz şey. Gençler de bu boş göstereni, kendilikleri üzerinden tanımlıyorlar. Liberal de komünist de, Müslüman da, feminist de ‘ben Atatürkçüyüm’ diyor. Bireysellikleriyle o boşluğu doldurdukları gibi siyasal anlamda da neye inanıyorlarsa yine onunla beraber o boşluğu dolduruyorlar. Bu da Atatürk’ün ‘boş gösteren’ olmasıyla aslında ne kadar etkili bir siyasi oluşum olduğunu gösteriyor.
Ben bu anlamda Atatürkçülüğü Kemalizmden daha tehlikeli buluyorum. Çünkü Kemalizm dediğinizde altı ok akla gelir. Bir ideoloji olarak adlandırmaya daha elverişli bir şeydir Kemalizm. Ama Atatürkçülük dediğimizde neredeyse bütün söylemleri kapsayan, hepsinin üzerinde olan, hepsini içerdiği için aslında hepsini aynılaştırma tehlikesine de hizmet eden, bir ideolojiden değil, bir ‘egemenlik süreci’nden bahsediyoruz. Egemenlik süreci de şu: Sen ister sosyalist, ister İslamcı, istersen liberal ol fark etmez. Eğer Atatürk gösterenini merkezde canlı tutuyorsan, anlam atfedecek öge olarak görüyorsan sen Atatürkçüsün. Farklılıkları bu şekilde törpüleyen, toplumu homojenize eden söylemlerin başında gelir Atatürkçülük. Egemen Bağış ‘en Kemalist parti biziz’ diyemez ama ‘en Atatürkçü parti biziz’ diyebilir. Bu tolare edilebilir. Bütün siyasal oluşumlar, STK’lar, yazar-çizerler bağlamında düşündüğümüzde hepsinin kendini Atatürkçülüğe angaje olarak görmek zorunda olduğu bir söylemdir Atatürkçülük.
‘Ben Atatürkçü Değilim, Ne Olmuş?!’ diye bir yazı yazmıştım. Kıyamet koptu. Bir şeyi siyaset üstü olarak ifade etmek aslında amacı ne olursa olsun siyaset içi olduğunu ifade eder bize. Mesela ‘dini siyasete alet ediyorlar’ diyenler, aslında dinin kamusal alandan çıkmasını isteyenlerdir. Herhangi bir şeyin siyaset üstü olduğunu söyleyenlere daha temkinli yaklaşmak gerektiğine inananlardanım. Resmi ideolojinin tarihi, hakikatimizmiş gibi mitsel bir şey anlatır. 6-7 yaşındaki çocuklara Atatürk öyle bir anlatılmaktadır ki çocuk onu ‘süper kahraman’ olarak görür. Geçtiğimiz 19 Mayıs’ta Işık Koşaner Paşa bir konuşmasında -o dönemde resmi tarihi sorgulayan kitaplar çoğalmaya başlamış- ‘Atatürk ve arkadaşlarının mücadelesine farklı bir anlam yükleyerek alternatif tarih yazılmaya çalışıldığını ibretle ve esefle görüyoruz’ demiştir. Yani bir genelkurmay başkanı tarihçilere muhtıra verme ihtiyacı duyuyor. Böyle bir ülke! Bu açıklama şunu gösteriyor: Aslında Atatürk üzerinden yüceltme mekanizması işe yaramayacağı için böyle bir sahip çıkmaya ihtiyaç duyuluyor.
Atatürk’ün bir egemenlik süreci olduğundan bahsetmiştik;
Ergin Saygun, 2004 yılındaki bir konuşmasında ‘Allah Atatürk’e uzun ömürler versin, onu başımızdan eksik etmesin’ diyor. Buradaki Atatürk ifadesiyle aslında bu ‘Atatürk göstereni’ canlı kalsın ki Allah ‘BİZİ’ başımızdan eksik etmesin demek istiyor. Atatürk göstereni üzerinden nasıl bir siyasal söylem ve oluşum olduğunu gösteren çok önemli bir sözdür bu. Atatürk göstereninin, Demoklesin Kılıcı gibi halkın başında nasıl gezdirildiğini çok iyi anlatan bir sözdür.
Atatürk soyadının aslında neden seçilmiş olabileceği argümanıyla bitirmek istiyorum;
1934 yılında özel bir kanunla Atatürk’e bu soyadı veriliyor. Onun dışında kimseye de verilemiyor. Bu, onun insanüstü konumlandırılmaya doğru bir eylem olduğunu gösterir. Amerika’da Washington soyadlı birçok kişi vardır. Kız kardeşine bile ‘Atadan’ soyadı verilmiştir. Atatürk’ün anlamı Türklerin atası, Türklerin Babasıdır. İngilizce antropolojide ‘Türklerin Babası’ olarak çevrilir. Bu çok önemlidir. Eskiden beri alışılmış bir egemenlik biçimi olan Osmanlı yıkılmıştır. Yeni rejimin kendine meşruiyet devşirme tarzı nasıl olacak? Bu tarzı belirlemek için toplumsal kodlara başvurmak zorundaydılar. Çünkü toplumu ikna etmeliydiler. Din ögesi, bizim toplumumuzda en başat ögedir. Ama hilafeti kaldırmışsın ve dini geri bir şey olarak görüyorsun. O yüzden dine başvuramazsın yani artık din bir seçenek değil. Fakat akrabalık ahlakı bir seçenektir. Bizde en yaygın toplumsal kod, akrabalık ahlakıdır. Biz yabancıya da abla, amca deriz. Bütün toplum bir aileymiş gibi ilişki kurarız. Devlet, bu akrabalık ahlakı kodunu alıp birebir kendisine monte etti. Bu sadece bizde değil otoriter toplumlarda olan bir şeydir ve literatürde ‘devlet aileciliği’ diye de geçer. Doğu Avrupa’da bunun örnekleri vardır.
Bir anda Türkiye Toplumu büyük mutlu bir aile ve bu ailenin reisi de Atatürk oluverdi. Baba figürü ve otoritesi bodoslama olarak sorgulanmaması gereken, yanında nasıl oturulacağına, konuşulacağına dikkat etmen gereken, yerini ve haddini bilmen gereken aile içindeki en önemli figürdür. Devletin başını bir anda ‘baba’ figürüyle özdeşleştirince ne olur? Sorgulama ortadan kalkar. Siz ağzınızı açtığınız anda nankör evlat olursunuz. Babasına minnet duyması gerekirken ona karşı haddini aşan evlat olursunuz. Türkiye’de sadece devlet-vatandaş ilişkisini değil vatandaş-vatandaş ilişkisini de etkileyen söylemsel bir durumdur bu. Bazıları o ailenin daha makbul vatandaşları bazıları 2.sınıf vatandaşları, bazıları esas çocuklar, bazıları üvey çocuk olurlar. Esas çocuklar üvey çocukları ezme hakkına sahiptir. Ecevit Merve Kavakçı’ya ne dedi? ‘Birisi bu kadına haddini bildirsin!’. Ona üvey evlat muamelesi yapma hakkını Ecevit’e tam da bu bahsettiğim söylemsel oluşumun kendisi verdi. Bizde devlet ebeveyn, vatandaş çocuktur.
Türklerin Atası, bir sıfır noktası anlamına geliyor. Osmanlı izlerini silmek için Atatürk ‘Türklerin Atası’ olarak başlangıç noktası oldu. Mitolojik karakter figürüyle orantılı ‘Türklerin Atası’ olarak konumlandırıldı. Sonuca baktığımızda bu iki kelimenin bu bağlamda etkili olduğunu görüyoruz.
‘Ben Atatürk çocuğuyum’ söylemi vardır. Zeynep Osman (Osmanlı hanedanından) bile ‘ben Atatürk çocuğuyum’ diyor. 60 yaşında reşit bir kadın çocuk olmaktan gurur duyuyor. Böylece hiç büyümeyen bir halk oluyoruz.
Atatürkçüler aslında olmuş bir şeyin yasını tutmuyorlar. Onun için de bu yası aşamıyorlar. 10 Kasımlarda onun hatırlanması gerektiği, büstlerin, resimlerin her yerde olması gerektiği fikri.
Atatürk’ün baba olarak gösterilmesinde bizim aile yapımızın da tesiri yok mu? Bizde çocuklar birey olarak görülmez, hep korunan kollanan, şefkat gösterilmesi gerekendir. Bu yapı toplumun devlet tarafından dayatılan yapıyı kolayca kabul etmesini sağlar. Fakat devletin bunu suistimal etmek için sahiplenmesi, olayı daha farklı bir boyuta taşıyor. Osmanlı’da böyle bir şey yok. Son Modernleşme dönemine kadar her şeye hükmeden, üzerinizde ne isterse yapabilecek türden bir baba figürü yok. Biat kültürünün alası tek parti döneminde oluşturulmuştur. Mümkün mü ‘Atatürkçü değilim’ demek. Kurtuluş Savaşının 5 önemli komutanı ona karşı çıktı. İçlerinden Kazım Karabekir ipten döndü, diğerleri sürüldü. Atatürk’e biat etmeyen komutanların durumu böyledir. Övenler ise ödüllendirildi. Bu, biat kültüründen başka bir şey değildir.
Atatürkçülüğün fikrî hiçbir karşılığı yoktur. Bugün ülkemizde çıkan yazarlara ve sanatçılara bakın, önemli yerlere gelenlerin hiç biri kendini anti-kemalist olarak konumlandıran insanlar değildir. Atatürk’ün resim ve heykellerine bu kadar tutunmalarının sebebi budur. Fikrî karşılığı yoktur. Onu resim ve heykellerle tanımlamazsın. Bu resim ve heykellerin kaldırılması Atatürkçüleri çıldırtır. Onlar olmayınca Atatürk unutulacak diye korkarlar. İneğin biri Atatürk’ün büstünü yıktı diye sahiplerine dava açıldı bu ülkede.
Gençlerle görüştüğümde bazıları için; bu çocuk 4-5 yıl sonra değişir diye düşündüm. Özellikle sorgulayan tiplerde böyle düşündüm. Bir şeylere aşk ve tutkuyla bağlanma ihtiyacı içinde olanlar Atatürkçü idi. Hatta içlerinde Atatürk’e dair dini söylem barındıran cümleler kuranlar oldu. ‘Atatürk senin için ne ifade ediyor’ sorusuna ‘şuram cız ediyor’ diye karşılık verirken ağlayan bir kız vardı. Yas duygusu birleştirici bir duygudur ve bağlılığı arttırır. Bazılarında bunu net görebildim. {jcomments on}
Teşekkür ederim.
Hazırlayan: Oya İnce