Yard. Doç. Dr. Kenan ÇAYIR
27 Aralık 2008 Cumartesi günü Bilgi Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü Öğretim Görevlisi Sayın Kenan ÇAYIR ile Sosyoloji Günleri kapsamında iki toplantı yaptık.
İlk dersin konusu; Sosyolojinin ne olduğu, Aydınlanma Felsefesi, Fransız Devrimi, Sanayi Devrimi, Modern Dönem alt başlıklarından oluşmaktaydı.
Programın özeti aşağıdadır:
“Sosyo-loji toplum bilim demektir, buradaki bilim anlamına gelen “loji” kelimesi bize bilimlerin metot iddiasını, yasaları olduğunu, nesnellik ve ölçülebilirlik özelliklerini anlatır. Dolayısıyla sosyolojinin de böyle bir iddiası var, iki yüzyıllık modern dönemin bir iddiasıdır bu. Modern dönem derken bunu somutlaştırmak lazım: Ne oldu da insanlar böyle düşünmeye başladılar? Ne oldu da bazı insanlar ve sosyal bilimciler, toplumu biz ölçebiliriz diye düşünmeye başladılar?
Öncelikle, Sosyolojinin entelektüel kökeninin oluşmasında üç temel olay vardır: 15. ve 16. yy’da şekillenen felsefi bir dönüşüm diyebileceğimiz Aydınlanma Felsefesi; siyasi bir dönüşüm olarak adlandırabileceğimiz Fransız Devrimi ve hem ekonomik hem de kültürel bir dönüşüm olan Sanayi Devrimi. Aydınlanma Felsefesiyle belli kavramlar gündeme geliyor: Bilim, birey, özgürlük, sekülerlik, metafiziğin reddi ve akıl. Bu kavramlara kısaca bir göz atalım.
Aydınlanma Felsefesinin “aklımızla bu dünyayı kavrayabiliriz, aklımız buna yeter” iddiası var. Yani bu dünyayı bilim yoluyla, aklımızı kullanarak kavrayabiliriz. Bireyin üzerinde hiç bir güç yoktur. O dönemde bireyin üzerinde metafizik bir güce karşı eleştiri ya da yavaş yavaş soylulara karşı Fransız Devrimi’nde görebileceğimiz bir eleştiri var. Ayrıca biz akılla, bilimle dünyayı kavrarsak daha da özgür oluruz söylemi var. Peki, bildikçe gerçekten özgür oluyor muyuz? Sekülerlik ise kiliseye karşı, kilisenin baskıcı tutumuna karşı seküler bir dünya görüşünü savunmak. İşte bu kavramlardan oluşan felsefi bir arka plan var.
Siyasi arka plan olarak; Fransız Devrimi ile Cumhuriyet, yurttaş fikrinin gündeme gelmesi, soyluluğun ortadan kalkması, “her yurttaş doğuştan eşittir” düşüncesinin oluşması. Modernliğin en önemli kavramlarından olan yurttaşlık ve Cumhuriyet kavramlarıyla birlikte en önemlisi ulus devleti kavramı da ortaya çıkıyor. Bugün hala kemiklerimize yapışmış kimliklerimiz var hepimizin. Bunları hep mutlak zannediyoruz ama değil aslında. Atmak da çok kolay değil. Türkiye toplumu, Fransız toplumu ifadelerinin arkasında bu kavram var.
İnsanlık tarihindeki en önemli dönüşümlerden birisi de Sanayi Devrimidir. Fransız Devrimi gibi daha kısa sürede gerçekleşen bir devrim değil. Bugünden geriye baktığımızda 1750- 1850 yılları arasında gerçekleşen olaylara biz Sanayi Devrimi diyoruz. Şimdi bakalım bu yy. da ne oluyor, bu yy. içinde olan en önemli şey nedir? Buhar makinesinin icadı, yeni bir enerji… Diyelim ki, 1600 yılında insanlar buradan Ankara’ya at üzerinde 3 günde giderlerdi. Peki, 1300 yılında ne kadar zamanda giderlerdi? Yine 3 günde giderlerdi. Niye? Sadece atla gidebilirlerdi. 1000 yılında da aynı. 1750’li yıllara kadar insanlık tarihinin bu anlamda çok önemli bir dönüşümü yok. İnsanlar ne yapıyorlardı? Tarımla uğraşıyorlardı. İnsanlar büyük oranda köyde yaşıyorlar ve oralarda insan ve hayvan enerjisini kullanıyorlardı. Fakat buhar makinesinin icadıyla hayatın birçok alanında önemli bir şey oldu. Kısaca söyleyecek olursak, Sanayi Devrimi bu yeni enerjinin üretime ve hayata uygulanmasıdır.
İnsanlar toprağa bağlıydı. Toprağınızı bırakıp kolay kolay kente gelemezsiniz, o toprağı işlemek durumundasınız. Artık Aydınlanma Felsefesi, Fransız Devrimi, Sanayi Devrimi hepsi iç içe geçiyor ve birbirini üretiyor. Birden bire artık insanlar köylerden kentlere akmaya başlıyor, yani köylüler bir nevi işçileşiyor. Tarihte ilk defa işçi kategorisi, emekçi kategorisi ortaya çıkıyor. Çünkü daha evvel tarihte emeğini satan ve emeğinin karşılığında ücret alan bir kategori çok fazla yok. İnsanlar toprakta çalışıyor, toprakta ekiyor, biçiyor, bir kısmını da toprak sahibine veriyor. Bir de zanaatkârlar var. Ama bugünkü modern dönemdeki gibi emekçi dediğimiz; emeğini satan ve emeğinin karşılığında ücret alan bir kategori ancak Sanayi devrimiyle beraber ortaya çıkıyor. Milyonlarca insan bir anda emekçiye dönüşüyor. Bu çok önemli bir gelişme. Fabrikalar ortaya çıkıyor. Makineleşme dediğimiz bir süreç ortaya çıkıyor. Ve tabii bütün insanlığın yaşayışını değiştiriyor. Önce Batı değişiyor, sonra o zenginlikle beraber (o zamana kadar İpekyolu ile ticaret Osmanlı’nın elinde) karadan buhar enerjisinin gemilere uygulanmasıyla birlikte artık Batı aşağıdan dolaşıyor ve Hindistan’a, Güney Amerika’ya, Afrika’ya kadar milyonlarca insanı köleleştiriyor. Böylece sömürgecilik dönemi başlıyor. Yani Modernizmin böyle bir acı tarafı var, ama Modernite dediğimiz şey budur. Modernite ulus demektir, Modernite bilimdir. Bireyin ön plana çıkmasıdır.
Modernite öncesi müthiş bir korku vardı. İnsanlığın nüfusunun artması ama tarımsal üretimin artmaması insanları endişelendiriyordu. Dolayısıyla, insanlık aç kalır korkusu vardı. Ama modernleşmeyle birlikte öyle bir hızlı ilerleme, öyle bir zenginleşme oluyor ki artık insanlığın o korkusu kalmıyor. Müthiş bir üretim, zenginleşme gerçekleşiyor. Bunun sanatta örneği var mesela Michelangelo’nun Musa Heykeli. Müthiş bir kendine güven. Bu güveni ilk sosyologlarda da görebiliyoruz. Modern sosyologlardan Anthony Giddens, Modernliği Uzakdoğu tanrısının cazibesi ve çekiciliğine benzetir. Hani Çinlilerin kuklası vardır, sokaklarda sembolik olarak herkes o tanrının önüne atar kendini. Yani modernlik o kadar güçlü bir dalga ki hiçbir imparatorluk karşısında duramaz.
Modernlik dediğimiz kavramı eleştiririz, kötü ve iyi yanlarını söyleriz ama önce iyi anlamamız lazım. Mesela Türkiye’de modernliği anlatmak çok zordur. Çünkü Türkiye’deki modern lafı çok normatif bir laftır. Modernlik iyidir, geleneksel kötüdür olarak algılanıyor. Modernliği ben değer yüklü anlamda kullanmıyorum. Olgu olarak kullanıyorum. Olgu olarak modernlik işte budur: Aydınlanmadır, ulus-devletidir, emekçi olmaktır, kenttir, sanayidir. Bunu önce çözümlememiz ve anlamamız gerekiyor. Şu an modernliğin başka bir aşamasındayız. Kimisi buna Postmodern diyor. Zygmunt Bauman “akışkan modernlik” olarak adlandırıyor. Hızla akan bir modern dönem yaşıyoruz. 1960’lara kadar olan döneme modernliğin katı evresi der Bauman, ama şimdi postmodern değil, modernliğin akışkan evresinde yaşıyoruz. Örneğin, ebeveynlerimiz okullarından mezun olduklarında kendi alanlarında çalışabiliyorlar ve kendilerini pek yenilemeseler de oluyordu. Oysa şimdi bir insan kariyeri boyunca en az 4 kez kendi bilgisini yenilemek zorunda. Her şeyin bu kadar hızlı değiştiği bir yerde insan çok da güven bulamıyor. Şöyle der Bauman: Her şey o kadar hızlı değişiyor ki, artık hiç bir şey gelenek haline gelemiyor. Hiçbir şeyin gelenek haline gelemediği bir yerde bizler çocuklarımıza o geleneği aktaramıyoruz. Ve biz çocuklarımıza o geleneği aktaramadığımız zaman o çocuk kendi kimliğini kendisi kurmak zorunda kalıyor. Bizler kendi kimliğimizi kendimiz kurmak zorundayız. Bu çok acı bir şey bir taraftan. Yani geleneksel dünyaya baktığınız zaman müthiş açmazları var ama geleneğin bir taraftan da konformizmi vardır, her şeyi bellidir. Fakat şimdi biz kendi yaşamımızı kendimiz kurmak zorundayız.
Şimdi Sosyolojinin ne olduğuna bir kez daha düşünelim.
Sosyoloji yaptığınız zaman, bir şekilde dünyanın kendi değer yargılarınızdan, kendi mutlak referanslarınızdan oluşmadığını görüyorsunuz, farklılıkları görüyorsunuz. Aslında bütün bu seminer boyunca tartıştıklarımız neticesinde ortaya çıkan şu: Ne olursak olalım aslında varoluşsal olarak aynı şeyleri yaşıyoruz. Karşı tarafı gerçekten anladığınız zaman zaten iyi sosyoloji yapıyorsanız o karşı tarafın duyguları, kimliği sizin kimliğiniz olmaya başlıyor. Dolayısıyla sosyoloji insanı saf bırakmıyor.
Sosyoloji hayatı anlamanın yollarından biridir. Sosyoloji bu anlamda bize çözümü göstermez. Psikoloji de aslında bize çözümü göstermez, terapistin görevi size ayna tutmaktır. Hayatın tek bir doğrusu yoktur. “Sosyoloji anlamaya çalışır.”