Uzun bir süredir çeşitli vesilelerle farklı meclislerde toplumsal cinsiyet (gender) meselesini ele alıyor; kavramın manasını ve olgunun toplumsal etkilerini ortaya koymaya çalışıyoruz. Kuşkusuz bu etkilerin başında kadına yönelik eşitsizlikler geliyor. Bu oturumda ise, toplumsal cinsiyeti daha genel bir başlığın, toplumsal tabakalaşma ve eşitsizlik olgusunun bir alt başlığı olarak konumlandırmaya çalışacağız. Bunu yapmaktaki amacımız, gender (toplumsal cinsiyet) meselesinin dar anlamda feminizmle ilişkilendirilmesinin içerdiği sorunlara dikkat çekmektir. Zira toplumsal cinsiyet eşitsizliğine eşlik eden ya da ondan ayrı şekilde ele alabileceğimiz çok sayıda eşitsizlik mevcuttur ve bu eşitsizliklerin kavranması bunların yarattığı sorunların çözülebilmesi için hayati önemdedir.
Şahsi kanaatim, İslami camiada yalnızca toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin değil diğer eşitsizliklerin de göz ardı edildiği yönündedir. Eşitsizlik konusu sadece sosyalistlerin mevzusuymuş veya sosyalist düşünceyle özdeşleşmiş bir mevzu imiş; eşitsizlik de toplumsal hayatın kendisinden kurtulamayacağımız ya da vazgeçemeyeceğimiz bir gerçeği imiş gibi bir algı mevcuttur. Toplumsal cinsiyet söz konusu olduğunda bu kayıtsızlık hatta negatif algı daha da kuvvetlenmektedir. Tam da bu nedenle eşitsizlik meselesini irdelememiz ve bu konunun neden Müslümanların ana meselelerinden birisi olarak ele alınması gerektiğini göstermemiz bir zorunluluk haline gelmektedir. Bu konuda yapabileceklerimizden biri de toplumsal tabakalaşma olgusuna akademik ve pratik düzlemlerde gereken önemin verilmesidir. Bu bağlamda bugün sizlerle eşitsizlik konusuyla ilgili derslerimde ele almaya çalıştığım hususlardan bazılarını paylaşmaya gayret edeceğim. Sohbetimize farklılaşma ve tabakalaşma kavramlarını birbirinden ayrıştırarak başlamak isterim.
Malumunuz olduğu üzere, hepimiz bir kısmına irademiz dışında sahip olduğumuz bir kısmını ise zamanla edindiğimiz çeşitli özellikler sebebiyle, ilgilerimizin, meraklarımızın, meşgalelerimizin farklılığı sebebiyle birbirimizden farklılaşırız.
En basiti kadın ve erkek olarak doğuştan getirdiğimiz farklılıklarımız mevcuttur. Kimimiz kuşları, kimimiz kedileri sever; müzikten ya da edebiyattan hoşlananlar arasında çeşitli farklılıklar ve son derece doğal olan bir ayrışma vardır. Farklılaşma, doğumla getirdiğimiz ya da sosyal hayatın içerisinde yaşarken geliştirdiğimiz belli karakteristikler nedeniyle sahip olduğumuz bir farka işaret eder. Cinsiyetlerimiz ya da doğduğumuz bölgeler itibarıyla sahip olduğumuz farklılıklar, ten rengimiz müdahale ederek değiştirebileceğimiz özellikler değildir. Bunları doğuştan getiriyoruz ve getirince de ister istemez çeşitli gruplara bölünüyoruz. Bu anlamda farklılaşma gruplaşma, gruplara ayrılma, çeşitlenme anlamına gelir. Toplumdaki kadın grupları, erkek grupları, genç grupları, yaşlı grupları, meslek grupları gibi. Farklılaşma yatay düzlemde gerçekleşir. Değişik karakteristiklerimiz, özelliklerimiz vardır ama bu bizim aramızda bir eşitsizlik yaratmamıştır.
Farklılaşmaların görece daha az olduğu ve farklılaşma olarak kaldığı dönem avcı-toplayıcı, daha çok göçebe yaşayan toplumların dönemidir. Bir başka deyişle devlet, şehir ve uygarlık öncesi aşamadır. Bu döneme ilişkin sosyologlar ve antropologlar olarak ve elimizdeki verilere bağlı olarak inancımız şu ki, bu insan toplulukları eşitlikçiydi. Kararlarını daha çok istişare ile uzlaşma ile alıyorlardı. Ve güce bağlı olarak birinin diğerine bir şeyi dayatması çok fazla söz konusu değildi. Marx’ın ilkel komünal toplum, İbni Haldun’un ise anarşi ve riyaset dediği aşamalar yukarıda zikrettiklerimize tekabül ediyor. Fakat belli bir noktadan sonra bu eşitlik durumu devam edemedi. Belirli bir tarihsel noktadan sonra artık farklılıklarımızın sadece farklılık olarak kalmadığını, bazılarının diğerlerine üstünlüğü şeklinde anlaşılmaya başladığını görüyoruz ki; bu da tabakalaşma olgusunun ortaya çıktığına işaret eder. Ve bu artık dikey eksende olur, yatay eksende gruplara ayrılma şeklinde değil, hiyerarşik olarak tabakalara bölünme şeklinde gerçekleşmeye başlar. Farklılıklarımızın ufki olma karakteristiği kaybolur. Farklılıklar eşitsizliğe dönüşür.
Güç, servet, saygınlık dağılımından eşit paylar alamayanların tabakalar halinde bölünme durumu ortaya çıkar. Bu sürecin tarımla (tarım devrimi) ile beraber ortaya çıktığı düşünülmektedir. Büyük toprakların etrafının çitle çevrilmesi, mülkiyet olgusunun ortaya çıkması Marx’ın ve Engels’in çok sık vurguladığı önemli mevzulardan bir tanesidir. Daha önce örneğin Latin Amerika’da kolektif bir mülkiyet olduğunu biliyoruz. Mesela köyün ya da kabilenin ormanı veya tarlası olur ve bütün köylüler o ormandan yararlanırlardı. Ama Ortaçağ feodalitesine baktığınız zaman lordun sahibi olduğu toprakların ya da ormanların içinde yarı köle olarak çalışmak zorunda kalan köy emekçileri sınıfının ortaya çıktığını görürüz. Burada hikâye farklılaşır. Öncekinde bütün grup bir kaynağın nimetlerinden eşit olarak ya da ortaklaşa yararlanırken; daha sonra özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla birlikte topraklar artık birinin tarlası, birinin ormanı olmuş ve birileri de onun içinde çalışan köle sınıfı veya serf haline gelmiştir. Dolayısıyla tabakalaşma dediğimiz şey mahiyeti itibariyle farklılaşmadan ayrıdır.
Tabakalaşma türlerine değinecek olursak, gelir ve servet dağılımının eşit olmadığı tabakalaşma türünden başlayabiliriz ki, biz buna ekonomik tabakalaşma diyoruz. Ekonomik tabakalaşma, zengin ve fakir ayrımının ortaya çıkması ile oluşmaktadır. Bir toplumda bazıları zengin bazıları fakir ise bu toplumda ekonomik tabakalaşma vardır. Sosyolojide bu durumu gösterimlemek için toplumsal tabakalaşma piramitlerini kullanıyoruz; bu piramitler üç dilime ayrılır ve alt, orta ve üst sınıfların toplumdaki durumuna göre her dilim farklı genişlikte gösterilirdi. İngiltere’deki nüfusun % 1’i İngilizlerin % 70’inden daha fazla servete sahipse, bu durum bir kaymak tabakanın mevcudiyetine işaret eder. Bir avuç kişi ya da ailenin ekonomik ve politik gücü ellerinde bulundurduğunu gösterir. Bu analizi küresel ölçeğe uyguladığımızda, ülkelerin de gelir ve servet dağılımından eşit paylar almayan tabakalar halinde sıralandıklarını görebiliyoruz. Dünyanın en zengin ülkeleri şu an küresel servetin ne kadar büyük bir kısmını ellerinde tutuyorlar? Nüfus bakımından çok kalabalık olduğu halde o küresel servetin küçücük bir kısmına sahip olan ve kıtlık çeken ülkeleri düşünelim. Bir başka deyişle, ülkeleri de ekonomik güçlerine göre sıralayıp, konumlandırabiliyoruz. Nüfus artık negatif bir faktör olarak değerlendiriliyor çünkü eldeki az gelirle kalabalık bir nüfusa bakılamıyor. Bu durum az gelişmişliğin önemli göstergelerinden biri olarak kabul ediliyor.
Konuyu toplumsal cinsiyetle ilişkilendirecek olursak ve “kim daha yoksul?” diye sorarsak; dünya üzerinde nereye bakarsak bakalım hep kadınların erkeklere göre daha yoksul olduğunu görürüz. Gelir ve servet eşitsizliğini önemli tabakalaşma faktörlerinden biri olarak kabul ettiğimizde, “yoksulluğun kadınlaşması” adı verilen bir olgu ile karşılaşırız. Kadınlar hem oransal olarak erkeklere göre daha yoksuldur; hem de gelecekte derin yoksulluk yaşama riskine erkeklere göre daha açıklardır. Çünkü kadınların temel kaynaklara erişim noktasında yaşadıkları sıkıntılar adeta domino etkisi şeklinde diğer alanlara da yansır. Örneğin kadınlar eğitime erişimde erkeklerle eşit değildir. Modern toplumda eğitime erişmede eşitlik olmayınca işe erişmede de eşitsizlik ortaya çıkmaktadır. Kadın emeğine baktığımızda; kadınlar daha ziyade ücretsiz bakım veren olarak kabul edilmektedirler. Sigortasız işlerde daha fazla çalıştırılmakta ya da sigortalı bir işe erişmişlerse bile en önce onlar işlerini kaybetmektedirler. Dolayısıyla yine bir domino etkisinden söz edebiliyoruz. Kadın olduğu için eğitime erişememe, eğitimi olmadığı için de işe erişememe durumu söz konusudur. Bu durumda güvencesiz ve sigortasız çalışma öne çıkmaya başlar. Kadınların ucuz emek olarak görülme ve sömürülme durumu ortaya çıkar. Eskiyle mukayese edildiğinde kadınların eğitim ve iş alanına girme oranlarının yükseldiği doğrudur. Ancak bu sorunların çözüldüğü anlamına gelmiyor. Kaldı ki, boşanma sonrasında da en fazla mağduriyete düşen yine kadın oluyor. Genel olarak çocuklarıyla beraber hayatını devam ettirmeye çalışan ve bu süreçte destek almayan yahut da iki veya üç işte çalışmalarına rağmen yine de çocuklarıyla birlikte asgari bir yaşam standardını yakalayamayan kadınlar görebiliyoruz.
Yoksulluğun kadınlaşması (feminization of poverty) kavramını ilk defa ortaya atan Diane Pearce kavramı özellikle siyah ve tek ebeveyn kadınların durumunu kavramsallaştırmak için kullanmıştır. Burada sadece siyah olmak üzerinden bir ötekileştirme söz konusu değildir; siyah ve kadın olmaktan kaynaklanan ikili bir ötekileştirme örüntüsü mevcuttur. Ancak zamanla bu kavramın sadece siyah ailelere ya da siyah gettoya değil dünyadaki pek çok örneğe uyduğu gerçeğinden hareketle kavram küresel ölçekte kullanılmaya başlamıştır. Gerçekten de kavram bugün farklı kesimleri kapsayacak şekilde kullanılmaktadır; siyah kadınlar, göçmen kadınlar, Asyalı kadınlar vs.. Şu ana kadar konuştuklarımızı kısaca özetleyecek olursak; farklılaşma ve tabakalaşma arasındaki farktan ve tabakalaşma türlerinden söz etmeye başladığımızı ve bunlardan birincisinin de ekonomik tabakalaşma olduğunu ifade edebiliriz. Ekonomik tabakalaşmayı konuşurken bu olgunun tek katmanlı bir olgu olmadığını da görmüş olduk. Yaş, cinsiyet, ırk, etnisite faktörleri işin içine girince tabakalaşmanın nasıl yeni biçimler aldığını, katmanlandığını ya da eşitsizliklerin nasıl ağırlaştığını ortaya koymaya çalıştık. Şimdi diğer tabakalaşma türleriyle devam edebiliriz.
İkincisi tabakalaşma türü politik tabakalaşma olarak adlandırılmaktadır ve gücün eşit dağılmamasıyla alakalıdır. Burada güçten kastımız Weber’in tanımıyla “aldığımız kararları başkalarına dayatabilme kapasitesidir”. Burada yöneten-yönetilen ayrımı ortaya çıkmaktadır. Bazılarının elinde daha fazla, bazılarının elinde daha az güç bulunmaktadır. Bu da bizi “meşru şiddet tekeli” dediğimiz şeye götürüyor. Modern devletler aldıkları kararları bunlara uymak istemeyebilecek olanları da boyun eğdirecek şekilde dayatmak hakkına sahip olduklarını bunu da kısmen ikna kısmen de “meşru” şiddet tekelini kullanarak yapabileceklerini savlamaktadırlar. Özelde modern toplumlarda genelde ise tarım sonrası toplumlarda kararlar tekelleşiyor. Bu açıdan bakıldığında da gerek ulusal ölçekte gerekse küresel ölçekte bir güç dağılımı eşitsizliği ortaya çıkıyor.
Politik tabakalaşmayı toplumsal cinsiyetle ilişkilendirecek olursak; politik eşitsizlik karar alma ve dayatmayla ilgili olduğundan, kadınların karar mekanizmalarındaki yerine bakmamız gerekecektir. Kadınlar bu bağlamda da dezavantajlı konumdadırlar. Erkeklerle kıyaslandığında kadınların ailede, devlet kademelerinde ve şirketlerde, karar mercii veya önemli pozisyonlarda olmadıklarını görüyoruz. Geleneksel toplumlarda yaşlanma ile doğru orantılı olarak kadınların güçlenmesi (elbette görece) söz konusu idi ancak modern toplumda yaş bir avantaj olma vasfını kaybetmiştir. Yani kadınlar yine hem kadın oldukları için hem de yaşlarından ötürü çifte ayrımcılığa uğramış olmaktadırlar. Bu da zaman ve mekân koşullarına bağlı olarak eşitsizliklerin aldığı biçimin değişebildiğini gösteriyor.
Üçüncü tabakalaşma türü ise mesleki tabakalaşmadır ve toplumda saygınlığın (prestijin) eşit dağılmaması ile ilintilidir. Saygın işler ile kimsenin yapmak istemediği manuel ya da “pis işler” arasındaki ayrım üzerine kurulur. İnsanlar, geçmişte ve bugün, yaptıkları işler sebebiyle pek çok ayrıcalığa sahip olmaktadırlar ya da ayrımcılığa uğramaktadırlar. Kâğıt toplamak zorunda kalan göçmen aileleri bir yana doktorluk ya da avukatlık gibi erişilmeye çalışılan meslekleri öbür yana koyduğumuzda “kim toplumda daha saygın kabul ediliyor?” sorusuna cevap verebiliriz. Zaman ve mekân faktörlerine bağlı olarak bu cevap değişebilse de, eşitsizlik sorunu devam etmektedir. Mesela sağladığı maaş fazla olmasa da öğretmenlik mesleğinin cumhuriyetin ilk döneminde sahip olduğu saygınlık yüksektir. Dönem koşulları itibariyle Anadolu’nun ücra köşelerinde beş sınıfın bir arada okuduğu tek odalı bir okulda bile görev yapsa öğretmen devrimlerin savunucusu ve sistemin yeniden üreticisidir. Ancak bugün kapitalist sistemin de etkisiyle öğretmenlik aranan ve tercih edilen meslekler kategorisinde geriye düşmektedir.
Demek ki, meslekler de kategorik olarak daha az saygın, daha çok saygın meslekler şeklinde ayrılmaktadır. Meseleye toplumsal cinsiyet açısından baktığımızda kadınların yine erkeklere göre daha dezavantajlı bir durumda olduğu görülüyor. Toplumda kadınların birçok işi zaten yapmaması gerektiği düşünülüyor ise; toplumda kadın işleri, erkek işleri ayrımı var ise; kadınlar ücretsiz bakım veren olarak görülüyor ve ekonomik olarak dezavantajlı ve karar alma alanlarından dışlanmış ise –ki öyledirler- hem otoritesi olması hem de para getirecek olması bakımından saygın işlerin genelde erkekler tarafından yapılması beklenir. Kadın olmanın eşit işe eşit olmayan ücretle eşleştirildiğini daha önce de belirttik. Batı’da bu durum hala devam etmektedir. Bu 19. yüzyıla ya da erken 20. yüzyıla özgü bir durum değildir. Sosyal güvencesi olmayan işlerde daha çok kadınların istihdam edilmesi de aslında dolaylı olarak eşit işe eşit ücret ödenmemesini garanti altına almış olmaktadır.
Kadınlara dönük ekonomik, politik ve mesleki ayrımcılığın en somut örneklerinden biri Türkiye’de 28 Şubat döneminde yaşanmış olan uygulamalardır. Belirli mesleklerde başörtülü kadınların görünür olmasının istenmemesi belirli bir dine yönelik ayrımcılıktan öte kadına yönelik ayrımcılık olarak okunmalıdır. Aynı inancın erkek temsilcilerine değil de özellikle başörtülü kadın temsilcilerine yönelik olduğundan kadına yönelik ayrımcılık olarak okunması gerektiğini AKDER yayını olan Örtülemeyen Sorun Başörtüsü: Temel Boyutları ile Türkiye’de Başörtüsü Yasağı Sorunu başlıklı derleme kitapta yer alan “Yoksun Bırakma ve Dışlamadan Özgürleşim Olanaklarına Başörtüsü-Kamusal Alan İlişkisi” yazısında temellendirmeye çalışmıştım. İlgilenen arkadaşlar bu çalışmaya da başvurabilirler.
Yukarıda dikkatinize sunmaya çalıştığım tartışmalardan hareketle nasıl bir sonuca varıyoruz? Nasıl bir sonuca varmalıyız? Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, eşitsizlik ve ayrımcılığın kendisi kadar zarar verici olan bir husus da bunların doğal olduğunu düşünmeye başlamaktır. Nitekim biyolojik farklarına gönderme yapmak suretiyle kadınların ve erkeklerin eşit olamayacağına vurgu yapmak sıklıkla karşılaşılan bir durumdur. Bu seminerde altını çizmeye çalıştığımız husus, bu eşitsizliğin biyolojik farklardan kaynaklanmadığı; toplumlar tarafından zaman içinde kültürel olarak, ekonomik, politik ve mesleki zeminlerde üretildiği ve yeniden üretildiğidir. Çeşitli inanç sistemleri tarafından kadının itaatinin kavramsallaştırılması ve kurumsallaştırılması da bu anlayışları pekiştirmektedir. Burada cinsiyetçilikten yani bir cinsiyetin öteki cinsiyetten daha üstün olduğuna dayalı bir ideolojiden söz ediyoruz.
Ekonomik, politik ve mesleki tabakalaşmaların yanında ve onlarla iç içe geçerek toplumu etkileyen ırkçılık, etnik ayrımcılık, yaşçılık, çocuk düşmanlığı, engellilik veya hastalık (mesela HIV veya yakın zamanda deneyimlediğimiz COVID-19) üzerinden ötekileştirme gibi meseleler de var. Etnik ayrımcılık belirli bir etnik grubun diğerlerinden üstün olduğunu öne sürerken; yaşçılık belirli yaş gruplarının ötekileştirilmesini içeriyor. Bu ötekileştirme zaman ve mekân koşullarına göre gençlere de yaşlılara da yönelebilmektedir. Son dönemde yaşlıların ötekileştirilmesinin başat bir örüntü haline geldiğini gözlemliyoruz. Yaşlılarla yapılan bir araştırmada yaşlı kadınların yaşlı erkeklere göre daha az gezebildiği çünkü ev dışında kapkaça ve çeşitli saldırılara uğradıkları için kendilerini daha güvensiz hissettikleri tespit edilmiş. Childism olarak ifade edilen ve çocuk düşmanlığı olarak Türkçeleştirilen olgu ise çocukların çalıştırılmasını, evlilik ya da seks için satılmasını, zorla askerlik yaptırılmasını ve çocuk ölümlerinin yüksekliğini içeren çok boyutlu bir olgudur. 19. yüzyılda maden sahipleri yetişkinler yerine madenlerin kılcallarına kadar girebildikleri için çocukları çalıştırıyor ve onları ucuz emek olarak istismar ediyorlardı. Bugün çocuk işçiliğinin yasaklanması bunların doğal süreçler olarak görülmemesi ve ortadan kaldırılması için verilen uzun mücadelelerin sonucudur.
Yukarıda zikrettiğimiz eşitsizlikler birbirini doğurmakta ya da beslemektedir. Her ne kadar Marx ekonomik eşitsizliğin diğer tüm eşitsizliklerin temel nedeni olduğunu ve mülkiyet kamulaştırıldığında diğer tüm sorunların ve dolayısıyla kadın meselesinin de çözüleceğini öne sürüyorduysa da, bugün gelinen noktada eşitsizlik konusundaki etmenlerin çok daha karmaşık bir karşılıklı ilişki içinde olduğunu ve çoğunlukla iç içe geçerek birbirini derinleştirdiğini anlamış bulunuyoruz. Mesela, kadınlar kadın oldukları için ötekileştirilirken sınıfsal konumları, renkleri veya etnik grupları bu ötekileştirmeyi azaltıyor veya katmerlendiriyor. Beyaz bir kadın siyah ve köle bir kadınla karşı karşıya bulunduğunda egemen ve ötekileştiren olabiliyor. Öte yandan kendisi de ataerkiden kendine düşen payı kendi koşulları altında almaya devam ediyor. Dolayısıyla eşitsizlik meselesi içerdiği sayısız etik karar ve doğurduğu sayısız etik sonuç nedeniyle tüm biçimleriyle mercek altına alınmayı hak ediyor, hatta gerektiriyor. Özellikle de ayrımcılığın tüm biçimlerini sorunsallaştıran bir dinin mensupları açısından.