“Anayasa değişikliği yapmakla yeni anayasa yapmak arasındaki fark nedir?” sorusuna, şu anda üzerinde konuşulan mevcut darbe anayasası olarak anılan 1982 Anayasası’nı kaldırıp yerine 2024 Anayasası diyeceğimiz sivil, demokratik bir ortamda yeni bir Anayasa kanunu yapmak şeklinde cevap verebiliriz. Yeni bir anayasayla temelde vesayet ve anayasa kavramlarını yan yana getiren olumsuz algından kurtulmak amaçlanmaktadır.
18. Yüzyıldan önce dünyada hanedanlık ve imparatorluk yapısında bir devlet anlayışı vardı. Bu anlayışta iktidarın kaynağı dine dayalıydı ve egemenlik Tanrı’dan gelirdi. Bu dini temelli egemenlik anlayışında aynı dine inanan topluluklar da devlete aynı din etrafında bir sadakat göstererek yönetime meşruiyet sağlıyorlardı. Bu sebeple örneğin Osmanlı’da devletin ve padişahların meşruiyeti halk nezdinde çok güçlüydü.
Aydınlanma dönemiyle Batıda aristokrasi dediğimiz ve toprağa dayalı iktidarlar karşısında yeni bir sınıfın ortaya çıktığı görülmektedir. Burjuva denen bu yeni sınıfın kralların karşısında temsil hakkı elde ettikleri parlamentolar aracılığıyla yavaş yavaş güç kazanarak krallarla iktidar mücadelesine girdiği, devletin yapılanmasına ilişkin kuvvetler ayrılığı gibi bir takım ilkeler geliştirip kralların gücünü ve meşruiyetini ortadan kaldırmaya başladığı görülmektedir. “Böylece egemenlik Tanrı’dan gelir” yerine “Egemenlik millettendir” anlayışı yayıldı. Millet de egemenlik hakkını burjuva sınıfının temsil ettiği parlamentolar aracılığıyla kullanmaya başladı. Yani artık devlet yönetiminde yeni bir yapılanma modeli ortaya koyuluyordu ve bu yeni devlet teşkilatlanmasını düzenleyen temel kanun olarak anayasalar ortaya çıkmıştı. Yani anayasacılık aslında devletin iktidar kaynağını ve güç dengesini kullanacak bu çoklu organlar arasındaki yetki paylaşımını yazılı bir kanunla belirleme hareketi olarak ortaya çıkmıştır.
Anayasalar devlet kurmaz ya da yıkmazlar. Anayasayla devletin var olan iktidar, yetki ve güç dengelerine, teşkilatına dair yetkilerin sınırları belirlenir. Ulus devlet fikriyle imparatorluklar yıkılmaya başlayınca dönemin imparatorlukları gibi Osmanlı Devleti’nde de dağılma süreci başladı. Bu süreçte bağımsız yeni devletlerin kurulması yeni anayasa kanunlarının yapılması ile sonuçlandı. 18. yüzyılda başlayan anayasacılık hareketi ile birlikte 19. yüzyılda 45 devlet anayasa sahibi olmuştur. Bu ülkelerden biri de 1876 tarihli Kanun-i Esasi’yi kabul eden Osmanlı Devleti’dir.
Osmanlı’da 1876 yılında yazılı anayasa oluşmadan maddi anayasacılık anlamında anayasal kurumlar ve bazı anayasal belgeler ortaya çıkmıştır. Bu dönemde modern hükümet yapısı, meclisler, idari ve mülki teşkilatlanma, yargı ayrılığı sistemi kurularak devletin modernleşme süreci başlatılmıştır. Dolayısıyla aslında devletin modernleşmesi yazılı anayasadan önce Tanzimat reformlarıyla başlatılmıştı. Modern anlamda Türklerin tarihindeki ilk yazılı anayasa 1876 tarihli Kanun-i Esasi’dir.
Dünyada anayasacılık hareketlerine tarihsel gelişim süreci içinde bakarsak, 19. 20. ve 21. yüzyılda üç farklı anayasacılık akımını görebiliriz. 19. yüzyılda Batı dünyası ile sınırlı bir liberal anayasacılık ortaya çıkmıştır. Siyasal bir ideoloji olarak liberalizmin devlet teşkilatına ve devlete ilişkin bazı ilkeler benimsemiştir. Bu ilkeleri benimseyen anayasalar liberal anayasa kabul edilmektedir. Bu ülke anayasalarında millet egemenliği, kuvvetler ayrılığı, bireyin doğuştan sahip olduğu hak anlayışı, çok partili demokrasi ve serbest piyasa ekonomisi temel unsurları oluşturmaktadır.
20. yüzyılın başında ise Sovyetler Birliği’nin kurulması Marxist-Leninist anlayışa dayalı sosyalist anayasacılık hareketini ortaya çıkarmıştır. Bu anlayışta egemenlik işçi sınıfına dayanmakta, kuvvetler birliği benimsenmekte, birey yerine kolektif toplum esas alınmakta, tek parti sistemine dayalı demokratik merkeziyetçilik kabul edilmekte ve devletçi bir ekonomi esas alınmaktadır. Bugün Marxist-Leninist anlayışa sahip Çin, Kuzey Kore, Vietnam, Laos ve Küba anayasaları varlığını sürdürmektedir. Din ve devlet ilişkileri anlamında dini dışlayan bir anlayış hakimdir. Örneğin Kuzey Kore anayasası “Halk benim Tanrımdır” şeklinde başlar. Sınıf temelli bir iktidar ve kuvvetler birliği anlayışı vardır. İşçi sınıfının dayandığı halk kongreleri, yasama, yürütme ve yargıdan üstündür. İktidar tek partiye dayanır. Dolayısıyla sosyalist anlayışta toplumculuk esastır, bireycilik değil. Bireyin yerinde toplum, kooperatif, sendika vardır. Serbest piyasa yoktur, devlet ekonomisi vardır.
Bir diğer anayasal akım ise İslami Anayasacılıktır. Daha çok 1980’li yıllarda Pakistan’la başlayıp, sonra İran devrimiyle Arap coğrafyalarına yayılan bir harekettir. İslami anayasacılık hareketinde egemenlik Allah’a ait kabul edilmekte, liberal sistemler gibi kuvvetler ayrılığına yer verilmekte, birey ve toplum yerine ümmet kavramı tercih edilmekte, çoğulcu demokrasi dışlanmamakta ve İslami ekonomik esaslara yer verilmektedir.
Bir devletin liberal, sosyalist veya İslam devleti olup olmadığı, anayasasında dayandığı ilkelere bakılarak karar verilmektedir. Liberal ilkelere dayalı bir anayasal sistem liberal, sosyalist anayasal ilkelere dayalı bir sistem sosyalist, İslami ilkelere dayalı bir anayasal sistem İslam devleti kabul edilmektedir. Bu nedenle bir devletin resmi ideolojisini anlamada önemli olan hukuk düzeninin dayandığı temel referans ilkeleridir. Türkiye’nin anayasacılık tarihine baktığımızda referansın İslam olduğu 1876 Kanun-i Esasi ile kurulan bir İslami anayasal sistem ile yola çıkıldığı, Cumhuriyetin ilanı ile İslamın resmi din olarak anayasaya girdiği ve 1924 Anayasası’nda da 1928 yılına kadar İslam’ın resmi din olarak kaldığı görülmektedir. Dolayısıyla 1928 yılına kadar Türk-İslam sentezine dayalı bir anayasacılığımız olduğu söylenebilir. 1928 Anayasa değişikliği ile tüm dini ibareler anayasadan çıkarılmış ve 1934 yılında laiklik ilkesi benimsenmiştir. Bu tarihten sonra ise daha laik/seküler karakterde bir anayasal çizgi izlenmiştir. İslam Anayasal düzeyde olmasa da Diyanet İşleri Başkanlığı kuruluş kanunu ile diğer dinlerden ayrıcalıklı bir resmi statüye sahip kılınmıştır. Bugün Diyanet İşleri Başkanlığı İslam dininin esaslarına göre faaliyet gösteren bir anayasal kuruluşsa aslında Türkiye’de İslam, diğer inançlardan farklı olarak bir resmi sıfat kazanmıştır. Batı demokrasilerinin bir çoğunda görülen resmi din uygulaması dine dayalı devlet anlayışından farklıdır. Toplumda yaygın olan din toplumun ortak değeri olarak anayasal güvenceye alınmakta, ancak hukuk düzeni dine dayanmamaktadır. Türkiye’de uygulanan modelin de bu model olduğu söylenebilir.
Türkiye’de yeni anayasa daha çok askeri vesayetin izlerinin silinmesi ve Cumhuriyetin 2. yüzyılına yeni demokratik bir anayasa ile girilmesi ihtiyacından doğmaktadır. Devletin temel ilke ve değerleri yaklaşık 200 yıllık bir anayasal birikimin bir sonucu olarak ortaya çıktığından bir değerlerde bir sapma olmayacağı söylenebilir.
Türk toplumlarındaki kültürel ve dini form modernleşmeyi çok da engellemeyen bir çizgide ilerlediğinden şu an geldiğimiz noktada da yeni bir anayasa yapıldığında kesinlikle bu çizgide herhangi bir değişiklik olmayacağını düşünüyorum. Yenilemek var olanı da çağın ihtiyaçlarına göre yeniden kurgulamak şeklinde olabilir. Şu anda yeni bir anayasa yapılsa bile var olanın %20’si değişir %80’i kalır. Çünkü ortada 200 yıllık bir birikim var.
1982 Anayasasını yenileme çabası 1990’lı yıllarda başlamıştır. 1995 yılında sivil anayasa tartışmaları olurken de yeni anayasa konuşulmuş fakat vesayet odakları direnmiştir. Anayasa yapılmaması için sürekli bir tehdit ve gerilim ortamı oluşturulmuştur. 2000’lere gelindiğinde Türkiye bu sarmaldan çıkmak için Avrupa Birliği sürecini kullanarak bir demokratikleşme paketi açtı. İlerleme raporları, işkenceye sıfır tolerans, komşularla iyi ilişkiler, demokrasi derken AK Parti, iktidarı tehdit görenlere karşı Avrupa desteğini alarak aslında biraz toplumsal meşruiyetini artırmak istedi. Fakat tabii darbeciler de bunu gördüğü için 2007’de AK Parti’ye kapatma davasını gündeme getirdiler, Abdullah Gül’ü de Cumhurbaşkanı olarak seçtirmemeye çalıştılar. Bunun üzerine anayasa değişikliğine gidildi ve Cumhurbaşkanını halk seçsin dendi. Yine 2011-2013 yılları arasında da sivil anayasa çalışmaları geniş bir toplumsal katılımla yürütüldü.
Yeni anayasa ile ilgili yürütülen süreçlerde toplum anayasa taleplerini masaya döktü. Bugüne kadar talebini söylemeyen bir toplum varken, ilk defa özgür bırakılan toplumdan federasyon, devletin dili, vatandaşlık gibi kavramlar etrafında talepler yükselmeye başladı. Mecliste uzlaşma komisyonları kuruldu, protokoller yazıldı. Bu süreçte toplumun anayasal talepleri dile getirilirken, bu taleplerin sindirilmesi ve uzlaşılması sağlanamadı. Partiler arası uzlaşma komisyon 2011-2013 süresi sonrası çoğu temel hakları içeren 60 maddede uzlaşabildi. İş hükümet sistemi tartışmasına gelince AK Parti başkanlık sistemi istedi, muhalefet itiraz etti ve uzlaşma masası dağıldı.
Ama o süreçte herkesin anayasadan ne beklediği meclisin tutanaklarına geniş bir şekilde girmiş oldu. 2016 yılında darbe teşebbüsünden sonra ise MHP’nin de hamlesiyle 2017 Anayasa değişiklikleri ile Başkanlık Sistemi gelmiş oldu. Hükümet sistemi millet tarafından üç seçimde onay aldı. Sistemin işleyişinde bazı sorunlar olduğu görülse de sistemden geri dönme yönünde bir toplumsal talep olmadı seçimlerle ortaya çıkmış oldu. Bana göre de bu sistemden geri dönüş yok. Bu sistemin reforme edilmesi ve kurumsallaştırılması, açıklarının kapatılması gerekiyor. Bunları ve şu anki geldiğimiz noktayı da göz önünde bulundurarak yeni bir anayasa yapılması gerekiyor.
Yeni anayasa sürecinde sivil toplum ne yapabilir?
Anayasa yapımının iki boyutu var: yapım süreci ve içerik boyutu. Avrupa Birliği, Avrupa Venedik Komisyonu raporlarına göre anayasa yapım sürecine dair üç önemli ilke vardır: uzlaşma, katılım, şeffaflık. Bu üç ilke esas alınarak süreç yönetilirken de üç aşama olduğu söylenebilir. İlki sivil toplumdan öneri toplama aşamasıdır. Yani sivil toplumun rolü daha çok talep oluşturma sürecindedir. İçerik yazımına girildiğinde daha çok profesyonel dernekler, hukukçular devreye girer. İkinci aşamada mecliste partiler arası uzlaşma boyutu vardır. Öneriler toplandıktan sonra parlamentoda temsil edilen partiler arasında oluşturulan Parlamento uzlaşma komisyonu taslak metin yazımına geçer. Taslak metin oluşturulursa bu bir teklif olarak Meclisin görüşmesi ve kabul sürecine tabi tutulur. Üçüncü aşamada ise egemenliğin ve asli kurucu iktidar yetkisine sahip milletin onayını olmak üzere halkoylaması yapılmaktadır. Yeni anayasa yapımından halkoylaması en temel unsurdur. Referandumla millet yeni anayasayı onaylama yönünde iradesini ortaya koyduktan sonra bu anayasanın meşruiyeti de, hukukiliği de tartışılamaz. Anayasa yapım sürecinde bu üç aşama sağlanmamışsa halk anayasayı sahiplenmez. Örneğin 1982 Anayasasını kimse sahiplenmiyor. 1961 Anayasasını solcular sahipleniyor, sağcılar sahiplenmiyor.
Bizim tarihimizde ilk defa askeri vesayete ve darbelere dur demek için halkın sokağa indiği ve egemenliğine sahip çıktığı olay 15 Temmuz’dur. Bu askeri vesayetin bitirilmesi, milletin iktidara, egemenlik yetkisine sahip çıkması anlamında bir kırılma noktasıdır. Vesayetler, darbe tarihi geçmişte kalmıştır. O yüzden şimdi Cumhuriyetin ikinci yüzyılının başında, darbe ve vesayetin son kalıntısı olan 1982 Anayasasını yürürlükten kaldırma, devletin ana teşkilatını çağın gereklerine göre yenileme, toplumsal mutabakatımızı yenileme, hükümet sisteminde kurumsallaşmayı sağlama ve dili ve sistematiği bozulan mevcut anayasayı kaldırıp yeni sivil bir anayasa yapmak temel bir ihtiyaç olarak karşımızda durmaktadır.
Anayasalar temelde üç konuyu düzenler. Bunlardan birincisi genel esaslar başlığı altında yer alan anayasal ilke ve değerledir. Anayasalar devletin temel değerlerini en üst normla korumaya alır. Sosyalistseniz sosyalizmi, liberalseniz liberalizmi, İslamiyseniz İslami ilkeleri korumaya alır. Mevcut anayasada yer alan İlk dört madde devletin temel ilkeleri yer almaktadır. Anayasaların başlangıçlarında dini, kültürel, tarihsel değerlere vurgu vardır. Dünyada 120 ülkenin anayasası örneğin Tanrı ile başlar. Almanya, İsviçre, Norveç gibi dünyanın en demokratik anayasalarında bile resmi din vardır. Resmi din, dine dayalı devlet demek değildir. Nasıl ki resmi dil toplumun bir değeri olarak anayasal koruma altına alıyorsa, o toplumdaki yaygın olan din de resmi din olarak anayasal koruma altına alınır. Ama hukuk düzeni dine dayanmaz ve bu laikliğe de aykırı değildir.
Yeni anayasada temel değerlerimizde bir değişiklik olacak mı konusuna gelirsek, ilk maddelere bakalım. “Türkiye devleti bir cumhuriyettir. Türkiye devleti insan haklarına saygılı, demokratik, sosyal, laik bir hukuk devletidir.” bu kısımlara bir itiraz geleceğini düşünmüyorum. Belki Atatürk milliyetçiliği noktasında itirazlar olabilir. Fakat anayasalar ideolojik metinlerdir, ideolojisi olmayan anayasa olmaz. Bu ideoloji de ya liberalizmdir, ya sosyalizmdir ya da İslamidir. Eğer İslam bir devletin anayasasında hukukun temel referansı yapılmışsa İslam orada artık bir ideolojidir. Türkiye’de anayasa İslami olsun gibi bir talep de hiç bir kesimde yok. Bu şekilde olmayan her sistem de bana göre laiktir. Bir ülkenin laik olması için illa anayasada laiklik yazması gerekmiyor. Aynı şekilde demokratiklik, hukuk devleti gibi ilkeler de yazmayabilir. Köklü devletler bunları yazmaya zaten gerek duymazlar. Yani anayasada laiklik yazmaması ülkenin laik olmayacağı anlamına gelmez.
Devletin temel ilkeleri ile ilgili tartışmada toplumdaki yaygın taleplere bakarak karar vermek lazım. Bana göre bu değerleri tartışarak yeni bir anayasa yapamayız. Toplum bu değerlerde karar kırılmışsa yeni anayasa da böyle olacak demektir. Şu an için bu değerler tartışılarak yeni bir anayasa yapılamaz. Anayasal değer ve ilkelere ilişkin bazı itirazlar gündeme gelse de toplumda büyük çoğunlukla devletin temel ilkeleri üzerinde uzlaşma olduğu görülmektedir. Federasyon isteyenler, Türk kimliğine itiraz edenler var. Fakat bunlar uzlaşmayı engelleyecek çoğunlukta değiller.
Hukuk normatif boyutuyla sosyolojik gerçekleri var etmez. Var olan gerçekliği en güncel ve doğru şekilde ifade eder. Dolayısıyla Türkiye’de bir paradigma değişikliği varsa zaten hukuk onu izler. Şu an anayasacılık bağlamında liberal sistemin bir parçasıyız. Bu bağlamda BM sözleşmeleri ve Avrupa Konseyi üyesi olarak bu değerlerle bütünleşmişiz. Yeni anayasa yapımından Türkiye’nin uluslararası alandaki konumunu göz ardı edemeyiz. Şu anda anayasacılık için paradigma değiştirecek bir zamanda değiliz. Değiştirecek ray da makas da yok.
Yeni anayasa yapma çağın ihtiyaçlarına göre devlet teşkilatını yenileme anlamına da gelmektedir. Biz şu ana kadar 5 defa anayasa yapmışız. Bu dünya ortalamasının çok altında bir sayı. 35 kere anayasa yapan Dominik Cumhuriyeti var örneğin. Genel ortalama da 10. Biz 19. yüzyıldan itibaren anayasası olan bir ülke olmamıza rağmen 5 yeni anayasaya sahip olmuşuz. Dolayısıyla çok anayasa yapan bir ülke olduğumuz söylenmez. 21. yüzyılda 50 ülke yeni anayasa yapmış ve 40 yıl geçtiği halde yeni anayasa yapmayan 45 ülke kalmış. 1982 Anayasası’ndan bu güne 42 yıl geçtiği göz önüne alınırsa yeni bir anayasa yapılması genel uygulamanın dışında sayılmaz. 200 yıllık anayasa birikimimizi de göz önünde bulundurarak sivil ve demokratik bir anayasa yapmayı başarmak tüm Dünyaya verilecek güçlü bir mesaj olacağı gibi Türkiye’nin ekonomik ve kurumsal istikrarına da büyük katkı sunacaktır.